24 Nisan 2011 Pazar

Sylvain Chomet ve L'illusionniste (2010)

Jacques Tati'nin filmografisiyle ilgili ciddi bir eksiğim var. En çok bilinen filmlerinden "Mon Oncle" dışındakileri henüz izleme fırsatım olmadı. Ama Tati sizi bir filmle dahi fethedecebilecek tılsıma sahip bir yönetmen. Eğer daha önce Tati izleyemediyseniz de, senaryosunu Tati'nin yazdığı ama filme çekmeye fırsat bulamadığı "L'illusionniste", Chomet ("The Triplets of Belleville" (2003) severler yönetmeni hatırlayacaklar) tarafından büyük sevgiyle ve Tati sinemasının ruhuna sadık kalınarak kotarılmış. Tati'nin anlattığı hikayede, eskiden kitleleri etkileyen sanatkarların günümüz modern Dünyasında unutulmaya yüz tutmaları konu ediliyor. Özellikle "Mon Oncle"'da da, modernleşme kavramı hakkında insanların nasıl yanlış bir algıya sahip olabildiklerine dikkat çekiliyordu. Filmin merkezinde filme adını da veren bir illüzyonist var. Bu film animasyon olmasaydı ve Tati hayatta olsaydı, bu rolü kesin kendisi canlandırırdı. Tatiesk amcamız, Rock müziğin fethettiği sahnelerde insanlara tavşanlı illüzyonlarını sergilemeye çalışıyor, ancak artık değişmiş Dünya'da kendine fazla yer kalmadığını fark ediyor. Onun yanısıra pek çok farklı kaybolan mesleğe de tanıklık ediyoruz.
Bu Tati ve duygu yüklü melankolik animasyonu herkese tavsiye ederim.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Aaron Schneider ve Get Low (2009)

İlk uzun metrajlı filmi olduğu için yönetmeni tanımıyorum ama Sissy Spacek ve Bill Murry filmi izlemem için yeterli referanslardı. Eğer yönetmenini bilmesem kesin Coen kardeşlerin filmi diye düşünürdüm, bana o kadar Coen'lerin son yıllarda yaptıkları filmleri hatırlattı. Bu filmleri tek cümleyle özetlersem, kaliteli ama hatırda kalmayacak, pek bir şey söylemeyen filmler. Özellikle Coen'lerin son filmi "True Grit"'le bu filmi arka arkaya izlerseniz, filmlerin aynı yönetmenden çıkmamış olmasına şaşırabilirsiniz. Hikaye, aksiliğiyle ve herkesten izole yaşamasıyla bir köy efsanesi haline gelmiş yaşlı bir adamın ölmeden önce kendi cenazesini düzenlemeye karar vermesiyle gelişen olayları anlatıyor. Yer yer sıkılmanın kıyılarından döndüğüm, bir ay sonra sorsanız konusunu hatırlamakta zorlanacağım, çok da ilgimi çekmemiş bir film.

22 Nisan 2011 Cuma

Andrei Zvyagintsev ve The Banishment (2007)

Zvyagintsev ilk filmi "The Return" (2003) bence sinema tarihinin en iyi "ilk" filmlerindendir. Sadece "ilk" olarak da değil, bence sinema tarihinin en iyi filmlerinden biridir. Venedik'te Altın Aslan ödülünü de hak ederek aldı. Sinemasının görselliği ile ilgili eminim Tarkovski benzetmesi sık sık yapılıyordur, çünkü bu gözden kaçamayacak kadar ortada. Ellerinde acaba Rus yapımı başka hiçbir sinemacıda olmayan bir kamera mı vardır diye düşünüyor insan, çünkü öylesine özgün ve benzersizler. İçeriğe gelince en azından benim açımdan iki yönetmen çok farklılar, Tarkovski'nin yoğun sembolizm ve felsefe yüklü filmlerinin içine giremiyorum, kendimi ne kadar zorlasam da dikkatim 2 yaşında bir çocuğunki gibi dağılıyor ama Zvyagintsev'in filmleri beni adeta içine çekiyor, hipnotize ediyor.
"The Return"'ün gölgesinde yeni bir film çekmek kolay bir iş değildi ama  Zvyagintsev bunun altından başarıyla kalkmış. İki fim arasında büyük benzerlikler var, sessizliğin, söylenemeyenlerin yarattığı gerilim iki filme de hakim. "The Banishment"'i okumak biraz daha zor, film biraz daha karanlık, daha melankolik, daha belirsiz. Filmin başında ailenin çıktığı yolculuk ve yerleştikleri ev de bana Doktor Şivago'nun inzivaya çekildiği ıssız evi hatırlattı.
Zvyagintsev'ın sinemasıyla tanışmayı arzu edenlere mutlaka önce "The Return"'ü izlemelerini tavsiye ederim. Eğer beğenirlerse bu ikinci film de gönül rahatlığıyla izlenebilir.

21 Nisan 2011 Perşembe

Cannes 2011

Cannes'ın açıklanan programını görünce resmen heyecandan titredim, en sevdiğim yönetmenler bir araya gelmiş. Şu anda lambadan bir cin çıksa 3 dileğimden biri kesinlikle Cannes'a ışınlanıp, tüm bu filmleri arka arkaya izlemek olurdu. O kadar tazeler ki bazıları daha IMDB kayıtlarına bile girmemiş. Cannes beni sadece bu yıl değil, her yıl en çok heyecanlandıran festival. Son 30 yılda ödül almış tüm filmlerini bayılarak izlemiş olmanın yanısıra, her sene özellikle yarışma programındaki filmleri görmeyi kendime bir görev edindim.

Deseler ki, seni beş filme (yönetmene) götürücez, gözüm kapalı hemen seçeyim; Nuri Bilge Ceylan, Dardenne Kardeşler, Nanni Moretti, Lars von Trier, Andreas Dresen

Dayanamıycam beş de joker hakkı kullanayım; Pedro Almodóvar, Aki Kaurismäki, Kim Ki-duk, Nadine Labaki, Gus Van Sant

bu liste böyle beşer beşer uzar gider...


YARIŞMA

The Skin I Live In  - Pedro Almodóvar
House of Tolerance  - Bertrand Bonello
Pater - Alain Cavalier
Footnote - Joseph Cedar
Once Upon a Time in Anatolia - Nuri Bilge Ceylan
The Kid with a Bike - Dardenne brothers
Le Havre      Aki Kaurismäki
Hanezu No Tsuki - Naomi Kawase
Sleeping Beauty - Julia Leigh
Polisse - Maïwenn
The Tree of Life - Terrence Malick
The Source - Radu Mihăileanu
Hara-Kiri: Death of a Samurai - Takashi Miike
We Have a Pope - Nanni Moretti
We Need to Talk About Kevin - Lynne Ramsay
Michael - Markus Schleinzer
This Must Be the Place - Paolo Sorrentino
Melancholia - Lars von Trier
Drive - Nicolas Winding Refn
        
UN CERTAIN REGARD
The Hunter - Bakur Bakuradze
Halt auf freier Strecke - Andreas Dresen
Hors Satan - Bruno Dumont
Martha Marcy May Marlene - Sean Durkin
The Snows of Kilimanjaro - Robert Guédiguian
Skoonheid - Oliver Hermanus
The Day He Arrives - Hong Sang-soo
Bonsái - Cristián Jiménez
Tatsumi - Eric Khoo
Arirang - Kim Ki-duk
Where Do We Go Now? - Nadine Labaki
Loverboy - Cătălin Mitulescu
The Yellow Sea - Na Hong-jin
Miss Bala - Gerardo Naranjo
Hard Labor - Juliana Rojas and Marco Dutra
Restless - Gus Van Sant
The Minister - Pierre Schoeller
Toomelah - Ivan Sen
Oslo, August 31st - Joachim Trier
        
YARIŞMA DIŞI
Midnight in Paris - Woody Allen
The Conquest - Xavier Durringer
The Beaver - Jodie Foster
The Artist - Michel Hazanavicius
Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides - Rob Marshall

18 Nisan 2011 Pazartesi

Pierre Coffin & Chris Renaud ve Despicable Me (2010)

2010'un "Toy Story 3" ile birlikte en ses getiren animasyonuydu "Despicable Me" ama benim açımdan "Toy Story 3"'ün içerik olarak yanına dahi yaklaşamıyordu. Teknik olarak zaten büyük stüdyolar olayı bitirdiler, ama göz boyayan animasyonların içini doldurabilmek de önemli. "Despicable Me"'nin posterinde "Superbad, Superdad"olarak çok başarılı şekilde özetlenmiş olan konusu, uygulamada bana çok zorlayıcı ve inandırıcılıktan uzak geldi. Filmin sonu başından çok belliydi, kötü karakterin ille "rus aksanlı" olmasından, küçük çocuk sempatikliği sömürüsüne kadar pek çok nokta filmin hanesine eksi olarak düşülebilir. Benim açımdan filmin tek ilgi çekici yanı küçük sarı yaratıklar, "minyon"'lardı. Büyük stüdyoların tüm paralarını ve emeklerini bu kadar klişe hikayelerde harcamaları gerçekten de üzücü, halbuki ellerindeki malzemeyle ne kadar özgün filmler ortaya çıkarabilirler. Birazcık Miyazaki izlemelerini öğütleyelim.

17 Nisan 2011 Pazar

Eat Pray Love (2010) ve Ryan Murphy

Ne sıkılıp yarıda bıraktığım kitabı ne de hakkında yapılan kötü yorumlar filmi izlememi engellemedi, çünkü itiraf ediyorum, Julia Roberts'a bir zaafım var. Bazen filmlerdeki karakterlere "aşık" olunabilir, benim başıma bu iki kez geldi. İlk olarak "Dirty Dancing"'de Jennifer Grey'e tutulmuştum, sonra da "Pretty Woman"'da Julia Roberts'a.
Gelelim filme, çok sevdiğim bir kitap filme çekilince genelde hayal kırıklığına uğrarım, bu sefer tersi oldu; film kitapla kıyaslayınca daha iyi. Kitaptaki karakter bana geyik ve antipatik gelmişti, pek çok da gereksiz kısım vardı. Filmde ise Roberts'a antipati duymam zaten zordu, filmin formatı dolayısıyla zaten kitaptan pek çok gereksiz detay da dışarıda kaldı. Mantık hataları yok muydu, hayır bir dolu vardı, film kaliteli miydi, kesinlikle hayır, ama beklediğim kadar da kötü değildi, bu da bir nevi züğürt tesellisi olsa gerek. Yönetmen hakkında da bir fikrim yok, böyle filmler çeker ve Julia Roberts'a rol de vermezse yollarımız muhtemelen bir daha kesişmeyecek.

16 Nisan 2011 Cumartesi

Carancho ve Pablo Trapero

Trapero'nun daha önce "El Bonaerense"'sini (2002) İstanbul Film Festivalinde izlemiştim, Arjantin Polis teşkilatındaki yolsuzluklara odaklanmıştı. Son filmi "Carancho" (2010) da kamerasını yine yolsuzluklara çeviriyor. Bu sefer fakir insanlara sigortadan para almaları için kaza organize eden bir çete söz konusu. Hemen her Arjantin filmi bana üzücü şekilde ülkemizi hatırlatıyor. Bu haftalarda gazeteler, sigortadan para koparmak için yeni doğan bebekleri problemli gösteren hastane haberleriyle dolu.
Yine her Arjantin filminde olduğu gibi başrolde Ricardo Darín var, bununla ilgili sanırım Arjantin'de bir kanun olsa gerek ;) Film konusu ve karanlık atmosferiyle insanın içini bir hayli darıyor ama esas sıkıntı karakter ve olay gelişiminde bence. Özellikle de başroldeki ikili arasındaki ilişki beni hiç ikna etmedi. Böyle olunca da film ilerledikçe beni kaybetti. Vasat bir film olmuş. 

15 Nisan 2011 Cuma

Catch Me If You Can ve Steven Spielberg

Bu güncede sık sık nükseden Hollywood alerjim eminim gözlerden kaçmamıştır. Durum böyle olunca, Hollywood'un en simge yönetmenlerinden Spielberg hakkında söyleyeceklerim bir çelişki yaratacak mı acaba. Bunun cevabı ne evet, ne de hayır. Çünkü Spielberg'ün her filmini sevmediğim gibi, her filminden de nefret etmiyorum. Bugüne kadar izlediklerimi şu kategoriler altında toplayabilirim;
Çocukken izleyip, bugün izlesem haklarında ne düşünürüm bilemediklerim;
1975 - Jaws
1982 - E.T. the Extra-Terrestrial (özellikle bunu muhtemelen beğenirim, o zamanlar para kapanı olanı çıkartmalarını dahi toplamıştım)
1984 - Indiana Jones and the Temple of Doom
1989 - Indiana Jones and the Last Crusade
Gerçekten çok çok kötü filmleri (adeta Hollywood klişe yumaklarıdır);
1997 - Amistad
2001 - Artificial Intelligence: AI
2002 - Minority Report
Hiç ilgimi çekmeyen filmi;
1998 - Saving Private Ryan
Beğendiğim filmleri;
1993 - Schindler's List (Çok kaliteli bir film olmasının yanısıra, 2. Dünya savaşı'nda yapılan katliamdan büyük oranda bihaber olan günümüz neslini, tarihin bu en karanlık sayfasıyla tanıştırma misyonuna sahiptir)
2005 - Munich
Pek çok filmini de Spielberg yapımı diye izlemedim, ama yeni izlediğim 2002 yapımı "Catch me if You Can"'i de rahatlıkla sevdiğim filmleri arasına katabilirim. Film, hala gerçek olduğuna inanmakta çok zorlandığım bir dolandırıcının hikayesini anlatıyor. Leonardo Di Caprio'nun çok başarıyla canlandırdığı karakter, henüz ergenlik çağında ve başarısız bir dolandırıcı olan babasını model alarak işi en uç noktaya götürüyor. Amiyane tabirle yemediği halt kalmıyor, peşinde de Tom Hanks'in canlandırdığı FBI ajanı var. Film baştan sona sürüklüyor ve de eğlendiriyor.
Benim bakış açımdan, Spielberg'in en iyi filmleri ile en kötü filmleri arasında o kadar büyük bir uçurum var ki, kendisini en bi şizofren yönetmen olarak tanımlamak istiyorum.

14 Nisan 2011 Perşembe

Wonder Boys (2000) ve Curtis Hanson

Dikkat ettim de ne zamandır güzel filmlerden bahsediyorum, kötü filmlere biraz haksızlık oluyor galiba. Bunun asıl sebebi, mart ayında izlediğim filmlerin büyük kısmına henüz yazı yazamamış olmamda, ve kötü filmleri yazmak için bir türlü elimin klavyeye gitmemesinde. Esasında kötü filmlerden uzak durmak için çaba da sarf ediyorum, her kötü filmi de yazmıyorum, ama iyi başlayıp, devamında katledilen filmlere karşı henüz bir savunma mekanizması geliştiremedim.
İşte "Wonder Boys" böyle bir film. Michael Douglas deyince aklıma hemen klişe Hollywood karakterleri geliyor, ama bu filmde canlandırdığı profesör rolüyle beni çok şaşırttı. Film de bağımsız sinema çizgisinde ilerleyen, iddiasız ama özgün bir yapım gibi başladı. "gibi" diyorum, çünkü altına girdiği yükün altından hiç bir şekilde kalkamadı, dümdüz oldu. Gerçekten çok iyi başlayan bir film, bu kadar mı berbat geliştirilir. Hem de filmde kimler yok ki; Frances McDormand, Tobey Maguire, Robert Downey Jr., Katie Holmes. Yönetmen Hanson'ı ise Meryl Streep severler 1994 yapımı "The River Wild"'dan ve diğer herkes yine bir starlar geçidi olan ancak çok da başarılı olan "L.A. Confidential"'dan (1997) hatırlayacaklar. O kadar güzel bir filmden sonra gidip "Wonder Boys"'u çekmeye atalarımız güzel bir deyiş bulmuşlar; bir çuval inciri berbat etmek.

13 Nisan 2011 Çarşamba

Dagen zonder lief (With Friends Like These) (2007) ve Felix Van Groeningen

Groeningen'in geçen sene Altın Lale kazanan filmi "The Shittiness of Things"'ten şu yazıda bahsetmiştim. Filmi beğenince yönetmeni takip listeme aldım, henüz yeni filmi yok, ama bir önceki filmi 2007 yapımı "With Friends Like These"'i izleme şansına sahip oldum.
Film başladığında hem konu hem de karakterler o kadar sıkıcı ve anlamsız geldi ki, film hiç ilgimi çekmedi ve ciddi bir hayal kırıklığıyla karşılaşacağım hissine kapıldım. Ama film biraz ilerleyince bunun beceriksizlik değil, kasıt olduğunu fark ettim. Ortalıkta kimselerin dolaşmadığı boş mekanlar, boş şehir, boş diyaloglar, boş ilişkiler, boş bireyler, boşluğa düşmüş bireyler. Hikaye kısaca, uzun yıllar sonra yolları tekrar kesişen eski arkadaşların hayatından bir kesit anlatıyor. Film ilerledikçe her dakika daha fazla beğendim, film bittiğinde yüzümde hayal kırıklığı değil, kaliteli bir film izlemiş olmanın verdiği tatminin izleri bulunmuş olsa gerek.

Frida Kahlo & Diego Rivera - Pera Müzesi

Bu sergiyi Mart ayında kapanmadan Pera Müzesinde gezmeye fırsat bulabildim, günceye not düşmek için haftalar geçmesi gerekmiş. Kahlo'nun sıradışı otoportrelerinden (özellikle de parçalanmış omuriliğini bir sütun olarak tasvir ettiği) etkilenmemek mümkün değil. Yıllar önce bir de biyografisini okumuş, ve başta geçirdiği korkunç trafik kazası olmak üzere tüm sağlık sorunlarına rağmen hayata nasıl bağlı kaldığına hayret etmiştim. Selma Hayek'in çok azmederek çekilmesini sağladığı ve başrolde bizzat Frida'yı canlandırdığı çok başarılı film de, Frida'nın resim sanatıyla çok da ilgili olmayan milyonlar tarafından tanınmasını sağladı. Meksika'nın en ünlü ressamlarından Rivera'yla yaşadığı fırtınalı aşk da başlı başına bir roman gibidir. Rivera'nın resimlerinden özellikle büyük çiçek demeti toparlayan, sırtı izleyiciye dönük kadın tasvirlerini çok beğenirim, hatta bir tanesi yıllarca yatak odamızın duvarında asılıydı.
Sergi bir kolleksiyona ait (Gelman) parçaları sergilemesi itibariyle bu iki büyüleyici ressamın sadece kısıtlı sayıda eserini sergiliyordu, ama beğendiğiniz ressamların eserlerini orijinal hallerinde görebilmek, önünüzdeki tuvale bizzat kendilerinin dokunmuş olduğunu hissetmek her zaman büyük bir haz.
Yaşlanmış şahsıma düştüğüm bu notu, hafızam hatırlamaya yetmezse diye, sergide en beğendiğim Rivera eseri ile sonlandırayım;

4 Nisan 2011 Pazartesi

Sofia Coppola ve Somewhere (2010)

Coppola'nın ilk uzun metrajlı filmi 1999 yapımı "The Virgin Suicides" idi, ancak soyadının gölgesinden kurtulup geniş kitlelere ulaştığı filmi "Lost in Translation" (2003) oldu. Bu iki özgün filmden sonra 2006'da "Marie Antoinette" ile dönem filmlerine yeni ve daha modern bir soluk getirmeyi denedi ama bence pek başarılı olamadı.
Son filmi "Somewhere"'in tarzı çok şükür "Lost in Translation"'ı hatırlatıyor, çünkü Coppola'nın anlatım gücü, bu az ama etkili diyaloglu ve yavaş tempolu filmlerde kendini gösteriyor. Filmde, bir Hollywood starının daralmış varoluşuna tanıklık ediyoruz. Pek çok kişinin imrenerek baktığı şan, şöhret, pahalı arabalar, kadınlar dolu bir hayat, içinden bakınca nasıl da farklı gözükebiliyor. Gerçekte nasıldır bilmek biz ünsüzler için tabii mümkün değil, ama Coppola'nın anlattığı versiyon bana çok gerçekçi geldi, çoğu starın hayatı aşağı yukarı gerçekten de böyle olsa gerek diye düşündürdü. 

3 Nisan 2011 Pazar

Susanne Bier ve Hævnen (2010)

Susanne Bier'in ilk izlediğim filmi dogma tarzında çekilmiş Open Hearts idi. Dogma furyasının en iyi örneklerinden olan bu filmi 2003 yılında İstanbul Film Festivalinde seyretmiştim. Daha sonra çektiği tüm filmleri takip etme şansım oldu. 2004'te çektiği "Broedre" (Brothers)"'in  Hollywood remake'i Jim Sheridan tarafından 2009'da yapıldı. Başrollerde Tobey Maguire, Jake Gyllanhaal ve Natalie Portman vardı. Bier'in Hollywood'la bağları kurulmadan önce çektiği bir de 2006 tarihli "After the Wedding"'i var. Sonra Hollywood'a zayıf bir filmle geçti, 2007 yapımı "Things We Lost in the Fire"'da Halle Berry ve Benicio del Toro başrollerdeydiler. Neyseki bu filmden sonra, pek çok aklı başında Avrupalı yönetmen gibi, Bier de evine, Danimarka'ya döndü ve müthiş bir başyapıt verdi; "Haevnen". Kelime anlamı olan "İntikam", filmin uluslararası adı olan "In a Better World"'den bin kat daha uygun, ama nedense böyle bir tercihte bulunmuşlar. Önemli bir referans olmasa da bu sene en iyi yabancı film Oscar'ını da almış olduğunu not düşelim.
Olaylar, Afrika'da bir mülteci kampında çalışan Danimarka'lı bir doktorun okulda ezilen oğluyla, annesini kaybederek Londra'dan Danimarka'ya yeni dönen bir oğlanın arkadaşlıkları etrafında gelişiyor. Danimarka'dan çıkan bütün iyi filmlerde hep aynı oyuncuları görüyoruz, bu film için de hepsi yine bir araya gelmiş, özellikle Ulrich Thomsen'siz Danimarka yapımı düşünemiyorum artık. Çok sağlam oyunculukların yanısıra Bier görsellik olayını da bitirmiş. Hem Afrika'daki çekimler, hem de Danimarka'daki görüntüler insanı büyülüyor. Hikayeye gelince, o da bir o kadar sağlam, özgün ve etkileyici. Kısacası dört dörtlük bir film olmuş. Bier'in Danimarka'da film çekmeye devam etmesini canı gönülden diliyorum.

2 Nisan 2011 Cumartesi

Julio Medem ve Habitación en Roma (2010)

En sevdiğim 5 yönetmen listesi yapmaya kalkışsam, çoğuna kıyamayacağım için başaramam, ama bu 5 yönetmenden biri çok büyük ihtimalle Julio Medem olur. Bir belgeseli dışında tüm uzun metrajlı filmlerini izledim, ve hepsine bayıldım. Yine kronolojik sırayla;

Vacas (1992)
La Ardilla roja (1993)
Tierra (1996)
Los Amantes del Círculo Polar (1998)
Lucía y el sexo (2001)
Caótica Ana (2007)
Habitación en Roma (2010)

Eğer tanımayanlar varsa, David Lynch sevenler Medem'in sinemasını da seveceklerdir, zira Medem'in filmleri de esrarengizdir, gerçekle fantazi iç içe geçer, izleyiciyi karıştırır, şaşırtır.
Son filmi "Room in Rome" adı üstünde Roma'da bir odada geçiyor. Bir gece bir barda tanışan biri ispanyol diğeri Rus iki alımlı kadın, birbirlerinden etkilenerek kendilerini otel odasında bulurlar, ikisi de birbiri hakkında aynen izleyiciler gibi hiç bir şey bilmemektedir. Filmin, daha çok cesur sahneleriyle yankı bulmuş olması filme yapılmış büyük bir haksızlık, çünkü bu sahneler film sansasyon yaratsın diye yapılmamış, tersine yaşananlar gerçek hayatta olsa muhtemelen bu şekilde gelişecekti. Herhalde birbirini tanımayan iki kadın tanıştıkları gece bir otel odasına gittiklerinde çantalarından örgülerini çıkarıp televizyon izlemeyeceklerdi. O gece o odada neler yaşandığıyla ilgili fazla ispiyon vermeden, takdiri izleyeceklere bırakayım.

1 Nisan 2011 Cuma

Asghar Farhadi ve About Elly (2009)

Bu sene Berlin'de altın ayı ödülünü Asghar Farhadi'nin son filmi alınca, yönetmeni merak ettim. Bir önceki filmi "About Elly"'i bulunca hemen izledik. Birlikte Hazar Denizi kıyısında tatil yapmaya giden birbiriyle arkadaş bir kaç ailenin pürneşe başlayan seyahatlerinin, içlerinden birinin kaybolmasıyla bir kabusa dönüşmesini anlatan film gerçekten çok sürükleyici. Çok iyi ve doğal oyunculukların eşlik ettiği hikaye gizemini sonuna kadar koruyor. Ne zamandır İran'da çekilmiş bir film izleyememiştim, gerçekten çok iyi geldi. Heyecanla Farhadi'nin ödüllü son filmi "Nader and Simin, a Seperation"'ı bekliyorum.