31 Mayıs 2011 Salı

Leyla Gencer'i anma Gecesi

Yurtdışındaki en büyük gurur kaynaklarımızdan biri olan Soprano Leyla Gencer'in anısına her yıl ölüm dönümü olan 10 Mayıs'ta bir konser düzenleniyor. Bu seneki konsere program belli olmadan bilet almıştık. Konser akşamı programı görünce çok mutlu oldum, çünkü Mozart'ın en sevdiğim eser Requiem seslendirilecekti. Konser öncesinde maalesef çok özensiz bir konuşma yapıldı, kendini tanıtmadığı için kim yaptı onu dahi öğrenemedik. Keşke o akşam, girişte Leyla Gencer'i anlattığı kitabını imzalayan Zeynep Oral konuşsaydı. Konuşmadan sonra yine çok özensiz bir video kolajı izledik. Elimizde büyük Diva'dan hiç mi doğru dürüst kayıt kalmadı. Diyelim video kayıt bulunamadı. Hiç değilse onun sesinden bir "Casta Diva" dinletilseydi. Böyle bir gece düzenleyip de bu detaylara niye hiç önem verilmez anlamak mümkün değil. Neyseki Reqiuem kısmı Leyla Gencer'in anısına layıktı. Solistler iyiydi, ama bence gecenin yıldızı koro idi, çok başarılıydılar. Ülkemizden nice Gencer'ler çıkması dileğiyle...

30 Mayıs 2011 Pazartesi

Majid Majidi ve Children of Heaven (1997)

İran sinemasından devam edelim. Majidi'nin izlediğim ilk filmi "Children of Heaven"'ı çok beğendim. Fakir bir ailenin ufak oğlu, kızkardeşinin ayakkabılarını tamirden aldıktan sonra eve dönerken kaybedince, iki kardeş korkularından ebeveynlerine bir şey söyleyemezler ve tek bir çift ayakkabıyı paylaşarak günlerini geçirmek zorunda kalırlar. Film bana Vittoria De Sica'nın çok sevdiğim "Bisiklet Hırsızları"'nı hatırlattı. İtalyan yeni gerçekçilik akımından çıkmış muhteşem filmleri sevenler bu filmi kaçırmasınlar. İlk fırsatta Majidi'nin diğer filmlerini de izlemeye çalışıcam.

29 Mayıs 2011 Pazar

Hana Makhmalbaf ve Buddha Collapsed Out Of Shame (2007)

İran Sineması Mohsen ve Samira Makhmalbaf'tan sonra sinemaya çok başarılı üçüncü bir Makhmalbaf daha kazandırdı; Hana. "Buddha Collapsed Out Of Shame", Taliban'ın Afganistan'da havaya uçurduğu Buda heykelinin bulunduğu köyde yaşayan küçük bir kız çocuğunun okuma yazma öğrenmek için verdiği mücadeleyi anlatıyor ve o bölgedeki çocukların oynadıkları oyunlarda bir nevi bölgenin tarihini, talihsiz kaderini ve kadınların maruz kaldıkları baskıları özetliyor. Bunu o kadar sade, yalın, zorlamasız yapıyor ki, hayran olmamak elde değil. Bu tür filmler içinde zerre insanlık kalmış olan daha geniş kitlelere ulaşabilse, Dünya kesinlikle daha yaşanabilir bir yer olur.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

Christian Faure ve Un amour à taire (2005)

Faure, gökkuşağı filmlerinin çok iyi bir örneğini 2000 yapımı "Juste une question d'amour" ile vermiş ve muhafazakar ailesinden çekindiği için eşcinselliğini açıklayamayan bir gencin hikayesini anlatmıştı. "Gizlenen aşk" olarak çevirilebilecek 2005 yapımı filminin konusu 2.Dünya savaşında geçiyor. Tarihi geniş kitlelere ulaştırmakta kitaplardan çok daha başarılı olan sinema, başta "Schindler's list" olmak üzere pek çok filmle bu savaşta yahudilerin uğradıkları akıl almaz soykırımı anlatmıştır. Pek az film de Çingenelerin, Polonyalıların, ve diğer slav ırkların soykırımından bahseder. Halbuki naziler sadece etnik soykırım yapmamışlardır, bir arı ırk yaratmak adına engellileri ve eşcinselleri de sistematik şekilde yok etmeye çalışmışlardır. Eşcinsellerin kaderi gaz odalarıyla da sınırlı değil, sayısız da tıbbi deneylere maruz kalmışlar. Faure filmiyle sinema tarihinin bu eksiğine katkıda bulunarak, 2. Dünya savaşında Fransa'da eşcinsel bir çiftin başına gelenleri anlatıyor. Eşcinsel düşmanlığı tüm Avrupa'da o dönemde en az Yahudili düşmanlığı kadar yaygın. Özellikle Fransız'ların nazilere bu konuda da etnik soykırım kadar içten destek vermeleri ayrı bir konu. Almanlar tarihleriyle her gün yüzleşmek zorunda kalırken diğer milletler bunu ne kadar yapıyor çok tartışmalı. Nazilere karşı savaşmış olmalarının onları sütten çıkmış ak kaşığa çevirmesi klasik bir çifte standart. Başrolde özellikle Dardenne kardeşlerin filmleriyle hafızamızda yer edinen Jérémie Renier var. Kaliteli ve iyi kotarılmış bir film.

27 Mayıs 2011 Cuma

Robert Aldrich ve What Ever Happened to Baby Jane? (1962)

Yine klasiklerden daha önce izlemediğim bir yönetmen; Robert Aldrich. Açıkçası filmi izleme sebebim koyu hayranı olduğum Bette Davis. Filmin ciddi zaafları var ama Davis yine döktürüyor. Sinemada kızmakta en zorlandığım kötü karakterleri hep Davis canlandırıyor. Bu sefer de kendisinden daha başarılı bir aktris olan kız kardeşini kıskançlıktan eve hapseden bir karakteri canlandırıyor. Kızkardeş rolünde de bir başka büyük yıldız Joan Crawford var. Bu film Crawford ve Davis için seyredilir.

26 Mayıs 2011 Perşembe

Jules Dassin ve Night and the City (1950)

"Rififi" (1955) ve "Topkapı" (1964) gibi ünlü filmlerin yönetmeni Julin Dassin'in filmografisine giriş "Night and the City" ile kısmet oldu. Dassin, zengin olmak, yükselmek hayallerinin peşinde koşan bir dolandırıcının hikayesini anlatırken kara film türüne bambaşka bir boyut kazandırıyor. Klasik kara film türünde genelde gizemli bir aşk hikayesi ve ağır bir tempo hakimdir, ancak bu film yüksek bir tempo içinde insanoğlunun doğasındaki hırslara, tutkulara yöneliyor. Sıradışı ve ilgiyle izlenen bir eser çıkmış ortaya.

8 Mayıs 2011 Pazar

John Madden ve Mrs Brown (1997)

John Madden, başrollerinde Gywenith Paltrow'a yer verdiği "Shakespeare in Love" (1998) ve "Proof" (2005) ile tanıdığım bir yönetmen. Daha önceki bir yazımda bahsettiğim "The Young Victoria"'yı izledikten sonra Kraliçe Victoria'nın hayatını, özellikle de büyük aşkı Albert öldükten sonrasını merak etmiştim. Bir Wikipedia incelemesinden sonra merakım daha da arttı, çünkü annesiyle tüm bağlarını koparmasına sebep olan, annesinin hizmetkar sevgilisiyken, bu sefer kendisi bir hizmetkarıyla çok yakın bir ilişki kuruyor. Büyük dedikodulara sebep olmasına rağmen aslı tam olarak bilinmeyen bu hikayenin, uzun yıllar yastan çıkamayan Victoria'nın kendine gelmesinde ve hayata tekrar bağlanmasında büyük etkisi olduğu aşikar. Judi Dench'in büyük başarıyla canlandırdığı Victoria'nın ikinci baharını merak edenler bu filmi izleyebilirler.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Elia Suleiman ve The Time That Remains (2009)

Bir önceki yazımda bahsettiğim 33 kısa filmden biri de Elia Suleiman'a aitti. Egosentrik kısa filminde Cannes'da ödül aldığını görünce bir filmini izlemeye karar verdim. Film, Filistin topraklarına İsrail devletinin kuruluşunu biraz da mizahi bir dille ele alıyor. Değişik ve özgün bir film ama beni bu topraklardan çıkan sayısız pek çok diğer film kadar etkilemedi. Filmin başındaki çocuk karakterin yetişkin dönemini Elia Suleiman kendisi canlandırıyor. Burada yönetmen bana biraz Chaplin'i ama daha yoğun olarak da Tati'yi hatırlattı. Filmde birkaç tane unutulmaz parlak an da vardı. Mesela evinin önüne çöpünü atmaya çıkan adamı yolun üzerinde duran tankın namlusuyla takip etmesi, cep telefonu çalan adamın volta atmasıyla namlunun da ısrarla takibe devam etmesi unutulmaz sahnelerden biriydi. Yer yer sıkıldım, ama birkaç sahnesi itibariyle izlemeye değebilecek bir film.

6 Mayıs 2011 Cuma

To Each His Own Cinema (2007)

33 Dünya çapında yönetmenden sinema üzerine 33 kısa film. Kulağa çok hoş geliyor değil mi? Keşke kulağa geldiğinin onda biri kadar hoş olsa. Bu tür kısa film toplamaları son yıllarda çok sayıda gerçekleştirilmeye başlandı, ama özellikle bu filmde olduğu gibi çok kısa "kısa"'lar bence hayal kırıklığı yaratıyor. Ya yönetmenler hiç önemsemiyorlar ve o anda akıllarına ilk geleni film yapıveriyorlar, ya da yazar-yönetmen olmadıkları için saçmalıyorlar. Arada birkaç tane iyi örneğin de olduğu ama çoğunluğu pek bir şey ifade etmeyen bu kısa filmlerle ilgili benim için en ilgi çekici olan kısım, her başlayan "kısa"da yönetmeni tahmin etmeye çalışma oyunu oldu.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Otello ve İDOBALE

Filmlere dönmeden önce bir dans eserinden daha bahsedeyim. Esasında "Senfonik Minyatür"'e biletimiz vardı, ancak dansçı rahatsızlığı sebebiyle son anda "Otello"'ya dönüştü. Biz de umduğumuzu değil, bulduğumuzu izlemek üzere Süreyya Operası'nın yolunu tuttuk. Uğur Seyrek'in modern dans koreografisini İstanbul Devlet Opera ve Bale dansçılarından izledik. Her IDOB yazımda tekrar tekrar bahsediyorum, Süreyya Operası çok güzel bir sahne ama bir devlet operası için fazla küçük. Dansçılar iki adım atsalar sahne bitiyor. Neyseki başroller konusunda çok şanslıydık. Bence IDOBALE'deki son on yılın en iyi baletlerinden Selim Borak Otello rolündeydi. Bir balet hem uzun boylu olup hem de uzun boyuna çok iyi hakim olunca çok estetik bir dansçı çıkıyor ortaya. Eşi rolünde de İlke Kodal hatasız bir performans sergiledi. Esere gelince, yer yer dansçıların şiirsel replikleri, işaret dilinin kullanılması, Desdemona'nın öldürüldüğü finalin sahneye kurulmuş duşta gerçekleşmesi gibi ögeler bir yana koreografiyi çok yaratıcı ve sürükleyici bulmadım. Verdi'nin aryalarının arasına monte edilmiş Galasso müziğiyle olan kısım en çok hoşuma gitti, ama yer yer de gereksiz uzunluklar vardı. Yani parlak anları pek olmayan bir eserdi. Kitapçığı gösteri öncesi yeterli incelemediğimden banttan olan müziğin IDOB kaydı olduğunu düşünmüştüm, ama ilk aryalarla birlikte bu kadar üstün seslerin maalesef ülkemizden pek çıkmadığını bildiğimden, tekrar baktığımda kayıtların IDOB yanısıra yabancı orkestralar içerdiğini gördüm.
IDOB'un bir an önce AKM'ye ve eski ihtişamlı günlerine kavuşması dileğiyle...

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Zeynep Tanbay ve 4 Ayak

Düzenli yazmayı başaramadığımdan o kadar fazla film birikti ki, arada izleme fırsatı bulduğum diğer sanatsal etkinliklere güncede hiç yer veremiyorum. Mesela Zeynep Tanbay'ın 26 martta izlediğim "4 Ayak" isimli koreografisini mutlaka sanal hafızama not düşmeliyim.
Geçen sene mart ayında büyülendiğim şu Zeynep Tanbay koreografisinden sonra ismini nerede görsem kalkıp gidip izlemeye kesin karar vermiştim, ama maalesef çok nadiren gösterileri gerçekleşiyor veya ben yakalayamıyorum. Aradan bir sene geçti, ve Cemal Reşit Rey'de 2006 yılında hazırladığı koreografisini gösterinin sabahı gazeteden öğrenerek izleme şansına sahip olduk. Böyle bir gösteriye aynı gün bilet bulabilmeye bir yandan çok sevinirken, diğer yandan hayret etmemek mümkün değil. İstanbul'un her tarafından binlerce sanatsal faaliyet fışkırdığına göre bunları takip eden geniş de bir kitle olmalı. Dans bu kadar mı insanların tercihinde geri kaldı diye üzülmeden edemiyorum. AKM'nin kapalı olması bence opera ve dansa çok büyük darbe vuruyor, bir nesil bu iki muhteşem sanat dalından kopuk yetişiyorlar.
"4 Ayak"'a gelirsek "Araz" için yazdıklarımı "4 Ayak" için de aynen hissettim. Zeynep Tanbay bence Türkiye'nin gelmiş geçmiş en iyi koreografıdır, ekibi de en iyi modern dans ekibi. Bir ekip koreografiyi bu kadar mı içselleştirir, yaşayarak izletir. Bölümler insanı ve insan ilişkilerini anlatırken, bölüm aralarında çok şirin geçişler hazırlanmış. Her arada 10 dansçıdan biri hayatımızın en vazgeçilmez dört ayaklısı sandalye ile kısa bir koreografi sergiliyor, hatta bana dansçıların kendi hazırladıkları yarı doğaçlamaymış hissini verdiler. Sandalye dışında dekorun bulunmadığı sahnede sade siyah kıyafetli dansçılar bize sadece beden dilleriyle pek çok hikayecik anlattılar. Zeynep Tanbay yine bir bölümde tek başına dans etti ve Nazım Hikmet'in bir şiirini vücuduyla büyüleyici bir şekilde dillendirdi.
Bir kez daha teşekkürler Zeynep Tanbay...