18 Aralık 2012 Salı

Diziler 2012

En son geçen sene takip ettiğim dizilerden bahsetmişim. Sene sonu yaklaşırken bir güncelleme yapmakta fayda var.

İlk olarak en beğendiğim drama üçlüsüne değineyim;

Downton Abbey : Fazla söze gerek yok, 3. sezon tüm beklentilerimizi karşıladı, kalitesinden hiç taviz vermedi. Yıllar geçiyor ve Crawley ailesi hızla değişen değerlere ayak uydurmak için mücadele veriyor.

Mad Men : 60'lı yıllarda reklam dünyasını anlatan bu muhteşem dizi 5. sezonunda da bizi ekrana kilitledi.

Game of Thrones : Başlı başına bir yazı konusu yapmam gerekirdi, ama bir türlü fırsat bulamadım. 2011 yılı itibariyle en favori dizilerimiz arasına eklendi."Yüzüklerin Efendisi" misali bambaşka bir dünya yaratılan hikayede, taht oyunları, diğer adıyla farklı ırklar arası iktidar mücadelesi çok geniş (ve iyi!) bir oyuncu kadrosu ve büyük bir prodüksiyonla sergileniyor.


Yeni diziler;
Homeland: Claire Danes'in bir CIA ajanı olarak neredeyse tek başına sırtladığı ve sürüklediği hikaye, gazı (hızı) alınmış bir "24" misali ilerliyor. Yan rollerin pek başarılı olmadığı dar bir kadroyla ilerlemesi dizinin en büyük handikabı, ama yine de dizi Danes'in etkisiyle izleyiciyi pençesine almayı başarıyor.

The Newsroom: Medyanın soytarılığını, iktidar yalakalığını, politik işbirlikçiliğini gerçek olaylar üzerinden gözler önüne sermeyi hedefleyen dizi, son derece gereksiz ve beceriksiz şekilde ulanmış romanslarla sulanmasına rağmen, günümüzün en büyük sorunlarından birine bastığı parmakla ve başrollerindeki Jeff Daniels & Emily Mortimer performanslarıyla izlenmeyi hak ediyor.

The Hour: "The Newsroom"'un, soğuk savaş yıllarında geçen versiyonu, bir Britanya yapımı olarak kalitesini ve farkını hemen hissettiriyor. "The Newsroom"'un düştüğü dram tuzaklarının hiçbirine düşmeden ve politik söyleminden taviz vermeden izleyiciyi delip geçiyor. Başrolde "Perfume"'de bizi kendine hayran eden Ben Wishaw'un sürüklediği dizi kaçırılmayacaklardan. Şu aralar ikinci sezonu başladı, ilk fırsatta izleyeceğim.


Eskilerden;
American Horror Story: İnsanı dehşetle sarıp sarmalayan başarılı gerilim dizisinin ikinci sezonu başladı, daha sadece ilk bölümü izleyebildim, ama şimdiden Jessica Lange beni avucunun içine mıhladı.


Sherlock: İkinci sezonu da ilk sezonu kadar başarılı ve sürükleyiciydi, hele sezon finali bir sonraki sezonu iple çekmemize sebep oldu.

Damages: Kabus gibi geçen 3 ve 4. sezonlarına rağmen, Glenn Close hatırına bir kez daha geçtik ekran karşısına. 5. sezona ilgi çekici ve sürükleyici bir şekilde girdi, ilk bölümden vaat ettiği finali çok cezbediciydi, ancak sezon ilerledikçe ve de finale erdikçe bir kez daha salak yerine konduğumuzu fark ettik.

Komediler;
Modern Family: Bu seneki tartışmasız favori komedimiz. İlk birkaç bölüm sonunda az kaldı bırakıyorduk ama neyseki biraz sabredince ödülünü fazlasıyla aldık. Tüm sezonları büyük bir hızla ve bol kahkahayla gözlerimize/kulaklarımıza çektik. Şimdilerde 4. sezonun keyfini çıkarıyoruz.


30 Rock : Abzürt dizi kategorisinin tartışmasız en iyisi 7 sezondur çizgisini başarıyla koruyor. Bir şaheser değil, ama Tina Fey mizahının istikrarı takdiri hak ediyor. Bu sezon final olacakmış.


How I Met Your Mother : Geçen sene belirttiğim gibi duraklama döneminden gerilemeye geçmemek için direniyor, ama artık tadında bırakıp bizi anneyle tanıştırsalar.


Episodes: İkinci sezonu ilkinin gölgesinde kalan dizi, acilen kendini yenilemeli, yoksa ömrü pek uzun olamayacak.


The Big Bang Theory: Uzun yıllar en favori komedi dizimiz olan patlama teorimiz, 6. sezona tüm zamanların en kötü girişlerinden birini yaptı, adeta diziyi tanıyamadık. "Coupling" 4. sezon faciasına yakın bir patlamaydı, ancak birkaç bölümde toparlayabildi. Yine de artık resmen gerileme dönemine girmiş durumda, bir an önce final yapmasında fayda var.


Smash: Sevdiğimiz diziler yavaş yavaş etkilerini yitirmeye başlarken, neyseki aradan yeni diziler çıkmayı başarıyor. "Smash", Broadway'de sergilenmek üzere yola çıkan bir "Marylin Monroe" müzikalinin yapım aşamalarını, yoğun ve yıpratıcı bir rekabet içerisinde kaynayan sektöre ışık tutarak sergileyen başarılı bir dizi.


17 Aralık 2012 Pazartesi

Hürrem Sultan - İstanbul Devlet Opera ve Balesi

Her sene İdobale'den bir bale eseri izlediğimde, AKM açılana kadar bir daha izlememeye karar veriyorum, ama AKM'nin açılışı geciktikçe yine dayanamayıp Kadıköy Süreyya Opera'sının yolunu tutuyorum. Her İdobale yazımda bahsettiğim üzere bu salon bir klasik bale eseri için fazla küçük ve adeta bir tenis kortunda 22 kişi futbol maçı yapmaya benziyor, yani olmuyor.
Son dönemde ülke gündemine çok komik (esasında trajik) bir şekilde oturmuş olan "Muhteşem Yüzyıl" dizisini izlemiyorum, ama sanırım izleyenler sayesinde bu eser kapalı gişe oynuyor. Nevit Kodallı'nın müzikleri, Oytun Tufanda'nın (küçük sahneye uyarlanmış) koreografisiyle buluşuyor ve orkestrayı da Murat Kodallı yönetiyor. Heyecan verici soloları, parlak anları olmayan eser hakkında fazla yorum yapmak istemiyorum ama onyıllardır hem solist hem de eğitmen olarak ülkemiz balesine çok büyük hizmetlerde bulunmuş olan Oktay Keresteciyi sahnede bir kez daha görebilmek, akşamı benim için kurtaran etmen oldu.

16 Aralık 2012 Pazar

İstanbul Tasarım Bienali 2012

Tasarım Bienali'nin sonlanmasına bir hafta kala, neyseki zaman ayırabilip bu çok özel sergiyi gezebildik. Önce, mimar Emre Arolat'ın küratörlüğünü yaptığı İstanbul Modern'deki kısmı gezdik. Kusurluluk teması, çok güncel olan kentsel dönüşümün etrafında çok rahat anlaşılır ve takip edilebilir bir bütünsellik içerisinde, ve bir mimarının elinin değdiğini çok net bir şekilde gösteren mekan tasarımıyla sunulmuş. Keşke kentsel dönüşüme kıyısından köşesinden bulaşan herkes, bu sergiyi kavrayarak gezebilse ve getirdiği zengin tartışma malzemesini ve etraflı eleştiriyi süzgeçinden geçirebilse. Eminim İstanbul o anda gittiği yönden 180 derece dönerek bambaşka bir istikamete yelken açardı.
Geçen yazıda bahsettiğim Contemporary fuarı adeta bir turist edasıyla efor sarf etmeden gezilebilecek bir etkinlikken, tasarım bienalini gezmek, zihin gücünün odaklanmasını ve tüm duyuların harekete geçirilmesini talep eden bir sorgulama sürecine sokuyor içine girenleri.
Bu meydan okumanın verdiği zihinsel yorgunluk, serginin ikinci mekanı olan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndaki kısımı daha hızlı ve daha hazımsız bir şekilde tamamlamama sebep oldu. Yorgunluğumun yanısıra, Joseph Grima'nın küratörlüğünde gerçekleşen bu kısımdaki eserler daha soyut ve birbirlerinden daha kopuktular. Daha fazla okumak ve her yapıtı birbirinden bağımsız değerlendirme enerjisini sarf etmek gerekiyordu. Bunu yapamamanın tatminsizliği, yeni bir sergi mekanı olarak Rum İlkokulu'nu keşfetmiş olmanın heyecanı ile teselli buldu.

Contemporary İstanbul 2012

Günceye verdiğim uzun bir aradan sonra yeniyıl öncesi biraz ortalığı toparlamaya çalışayım. Bu dönemde hemen hiç film seyretmemiş olmakla birlikte, yazacak birkaç etkinlik birikti, bir de ara öncesinden gelen bir yazılacak filmler listesi olduğu gibi sırtımda ağırlık yapıyor. Bazen günde 5 film seyretme motivasyonuyla içim içime sığmazken, bazen de şu son dönemde olduğu gibi haftalarca elim filmlere gitmeyebiliyor. Akşamları çocuklar uyuduktan sonra vazgeçilmezim filmlerin yerini, düzenli seyrettiğimiz diziler, başta Euroleague basket maçları ve voleybol kulüplerimizin Avrupa maçları olmak üzere bol bol spor yayını alıyor. Diğer uğraşlar olarak da, android'deki basit strateji oyunları ve yakın dönem tarih kitapları vaktimin bakiyesinden tırtıklıyorlar.
Gelelim sanal hafızama son dönemle ilgili düşmem gereken notlara.
Geçen sene gezdiğim Contemporary İstanbul 2011 'den bahsetmiştim. Son yıllarda İstanbul'da gerçekleşen sanat patlamasının da etkisiyle olsa gerek, sergi alanı bu sene ikiye katlanmış. Gezerken de satışa sunulan eserlerin üzerlerinde gördüğümüz kırmızı noktalar, yapıtların büyük kısmının satılmış olduğunu gösteriyordu. Geçen sene söylediklerimi tekrar etmem gerekecek; ticaret için sanat ile insan için sanat arasındaki uçurum, bu etkinlik ile bir sonraki yazımda bahsedeceğim bienal arasında yine çok bariz bir şekilde hissedilebiliyor.
Sergi alanının büyüklüğünün de etkisiyle her zamankinden biraz daha hızlı bir tempoda gezdiğimiz sergide, gözümüz renk ve estetiğe doydu. Özellikle Devrim Erbil'in İstanbul manzaraları ve Koreli sanatçıların rengarenk tabloları, önünde en çok vakit geçirdiğim eserler oldu. Orijinal bir Keith Haring ve Andy Warhol eseri görmek de etkinliğin hoş sürprizlerindendi. Yurtiçi, yurtdışı galeri ismi pek bilmem ama anlaşılan önemli yurtdışı galeriler, İstanbul'daki sanat iştahının kokusunu çoktan almışlar. Bakalım seneye mekanı daha ne kadar büyütebilecekler.
Sergiden eve dönünce hızımı alamadım, Devrim Erbil'in eserlerinden oluşan bir katalog alma amacıyla bakınmaya başladığım gittigidiyor'daki sahaflardan, Erbil'in yanısıra Güngör Taner, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Mehmet Güleryüz, Ferruh Başağa, Nuri İyem, Neş'e Erdok, Komet, Mustafa Ata, Müjgan Özkaya Yılmaz ve Zeki Serbest gibi beğendiğim çağdaş ressamlarımızın ikinci el eski sergi kataloglarını sipariş ettim. Madem orijinal eser koleksiyonu yapmaya bütçem yetmiyor, o halde ben de bu kitapçıklarla avunurum.

19 Ekim 2012 Cuma

Paolo Taviani & Vittorio Taviani ve Cesare Deve Morire (2012)

Taviani kardeşlerin son filmi "Caesar Must Die" bu sene Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü aldı. Geçen sene bu ödülü kazanan muhteşem "A Seperation" (2011)'ın halefi olmak, hiçbir film için kolay olmayacaktı, zira kanımca eğer böyle bir kıyaslamaya kalkışılırsa Taviani'lerin filmi bir hayli gölgede kalacaktır.
Esasında iki film çok farklı türlerde ve birbirleri ile kıyaslamak pek de adil olmaz. Taviani kardeşler, Shakespeare'in "Julius Caeser" eserinden uyarladıkları filmlerinde, rolleri bir hapishanede ağır suçlar işlemiş hükümlülere oynatıyorlar. Suç işleyen biri iyi oyunculuk sergileyemez denemeyeceğine göre (hele bir de tüm hükümlüler arasından seçim yapıldığına göre), ilk anda sanılabileceğinin aksine bu anlamda pek de önemli bir sürpriz barındırmıyor film ki ayrıca bazı roller çok çok iyi canlandırılırken bazı roller ve sahneler (bkz. final) bir okul müsameresini andırabiliyor. Renkli başlayıp renkli sonlanan filmin, provaları kapsıyan ara bölümleri müthiş bir siyah beyaz görsellikle çekilmiş. Cesar'ın arkadaşı Brutus tarafından sırtından bıçaklanması hikayesi, bolca cinayet, intikam, iktidar mücadelesi gibi suçlular Dünya'sına ait ögeleri barındırdığından, bu rolleri canlandıran hükümlüler, kendilerini rolleriyle özdeşleştirip, kendi geçmiş icraatlerine tutulan ayna karşısında biraz sarsılıyorlar. Ama yönetmenler bu özele maalesef hiç girmiyor, hükümlülerin kişilikleri ve hissettikleri ile ilgili hemen hiçbir bilgiye ulaşamıyoruz. Belki bunun önünde kanuni/bürokratik engeller de vardı, ama yine de film biraz daha dram barındırabilse çok daha iyi olurdu, keza eser sadece piyese indirgendiğinden, izleyiciyi etkileme/kışkırtma potansiyelinden oldukça fazla ödün veriyor.

18 Ekim 2012 Perşembe

Gareth Dickson - Beyoğlu Salt

Beyoğlu Salt'ta "Ses ve Müzik Keşifleri" adı altında bir konser dizisi sunuluyor. Bu organizasyonu gerçekleştiren ekipte olan çok sevdiğim dostum sayesinde haberdar oldum. Serinin ilk konserini, o gün belimi incittiğim için izlemeye gidememiştim, ama ikinci konseri kaçırmadım. Çok yorucu ve koşuşturmacalı bir günün akabinde, saat 19:00'da yerlerimizi aldık ve kendimizi Glasgow'lu sempatik müzisyen Gareth Dickson'ın müziğinde dinlenmeye bıraktık. Solo gitar ve vokaliyle müziği biraz Kings of Convenience'ı andırmakla beraber, onların ki kadar güçlü ve özgün değildi, özellikle vokali biraz monotondu, ama gitarında farklı perdeler üzerinde bir mandal kullanarak elde ettiği farklı tınılarla çok keyifli bir 75 dakika geçirtti bize. Biraz çekingen ve ürkek halini sevimli ve doğal mizahıyla harmanlayınca, salonu doldurmuş genç seyirci kitlesinin gönlünü hızlı bir şekilde kazandı.

14 Ekim 2012 Pazar

DJ Maestro - 22. Akbank Caz Festivali

Bu seneki festivalin finalini Babylon Lounge'da DJ Maestro'nun müziği eşliğinde, kurtlarımızı dökerek yapmaya karar verdik. Sanatçı hakkında verilen bilgilere göre kendisi Hollanda’nın en ünlü caz DJ’i olarak tanınmış ve funk, caz, latin ve elektronik müziği harmanlayarak, efsanevi caz plak şirketi Blue Note imzalı sekiz albüm çıkarmış, altı kez de platin kazanmış.
Babylon Lounge'a geldiğimizde, DJ Maestro bir köşede mixer'inin arkasında kendi başına takılıyordu, mekanda bulunan as sayıda dinleyici de kendi içinde muhabbete dalmış, bir konsere gelmiş havasında değildi. Belki biraz da bu ilgisizliğin etkisiyle DJ bence cazla pek bir yerinden bağı olan müzikler çalmadı, basbayağı ortamı çosturacak kulüp müziği çaldı ki, bunda da başarılı oldu, zira bir süre sonra herkes dans etmeye başladı, biz de geç saatlere kadar pistte haftanın stresini üzerimizden attık. DJ Maestro'nun olması gereken ama bu tarzda gerçekleşmeyen müziği şu şekilde olsa gerekti;

13 Ekim 2012 Cumartesi

Ketil Bjørnstad - 22. Akbank Caz Festivali

Festivallerin en güzel yanlarından biri, yıllarca bir şekilde kulağımızdan kaçmış olan müzisyenleri keşfedebilmek. Ketil Bjørnstad'ın adının çok sevdiğim cazcılardan Tord Gustavsen ve Arild Andersen ile anıldığını görünce hemen bilet edindim. Konserin CKM'de, dolayısıyla evime yürüme mesafesinde olması sayesinde biletleri de gişeden alabildim, böylece hiç hazzetmediğim Biletix'e para kaptırmamış oldum.
Solo piyano olarak gerçekleşen konser çok dinlendirici ve çok keyifliydi. Bjørnstad'ın müziğini Keith Jarrett'la Michael Nyman arasında diye tanımlayabilirim. Doğaçlama çalış şekli Jarrett'da olduğu gibi başka bir boyuttan vahiy şeklinde inmiş tadı vermiyor, onunki kadar bir derinliğe sahip değil, daha melodik, mükemmel film müziği olacak kıvamda. Konserin güzel bir diğer yanı da, Bjørnstad her parçadan önce, o parçanın hikayesini anlattı, böylece eseri dinlerken zihnimizde Bjørnstad'ın müziğiyle resmettikleri daha rahat imgelendi. Bir hikayesi çok hoşuma gitti; 16 sene kadar Oslo'nun güneyinde, kışları 250 kişinin kaldığı bir adada yaşamış, hatta Wagner'in "Uçan Hollandalı"'sının gemisi bu adanın bulunduğu fyordlarda karaya vurmuş. Bu tehlikeli bölgede kullanılan, adanın deniz feneri sadece ışıkla değil aynı zamanda 4 farklı tonla gemicileri uyarıyormuş, piyanoda bize bu 4 notayı çaldı. Kendisine bu aralar niye hep Mi Minör besteler yapıyorsun diye sorulduğunda, bu sürekli uğuldayan deniz fenerinin etkisinde kaldığını fark etmiş. Bunun üzerine bu 4 ton üzerine kurulu bir beste yapmış. Diğer eserlerinin de ortak paydasında hep bir şekilde deniz, okyanus, dalgalar, yani kısacası su var. İstanbul'un da doğasından etkilendiğini söylediğinde, herhalde yeşili değil, denizi, boğazı kastediyordur diye düşündüm.
Şimdi sizi Bjørnstad'ın müziğiyle başbaşa bırakayım;

11 Ekim 2012 Perşembe

İbrahim Maalouf - 22. Akbank Caz Festivali

Bir önceki yazımda Oda Orkestrasını kapattığı için çattığım Akbank, en azından düzenlediği Caz festivalini 22 yıldır istikrarla sürdürüyor. 
Konserden bahsetmeden önce İbrahim Maalouf'un müziğiyle tanışma hikayeme kısaca değinmek istiyorum. Beyrut uzun yıllardır seyahat etmek istediğim şehirlerin en başında geliyordu, evvelki sene Antakya'ya yaptığımız seyahat de bu arzuyu iyice kamçılamıştı. Sonunda geçen mayısta sürekli seyahat ettiğim en yakın iki dostumla bu çok özel şehri ve hatta Lübnan'ın önemli bir kısmını, Byblos, Bekaa Vadisi, Baalbek, ve büyüleyici Kadişa vadisini kiraladığımız arabayla gezdik. Hayatımda yaptığım en etkileyici geziydi. Mayıs ayında Lübnan gibi bir yerde sandaletlerle karlar üzerinde yürümek gibi çocuksu sürprizlerini bir yana bırakırsam, esas etkilendiğim bu ülkenin ve özellikle Beyrut'un sayısız yıkıma karşı dimdik ayakta duruyor oluşuydu. Tahrip olmuş pek çok binanın yanında, mimari olarak çarpıcı pek çok modern binalar inşa ediyorlar, fakirlikle zenginliğin, yıkımla inşanın, eğlenceyle hüznün tezatlığı, şehirde kelimelerle açıklanması imkansız bir aura yaratıyor. Tüm bunlara bir de (birkaç gün içerisinde tanışabildiğimiz kadarıyla) insanlarının iç güzelliği ekleniyor. Şiddetin her an kol gezdiği ülkede, insanlarda adeta bir boşvermişlik var, yaşadıkları her ana şükreder gibi garip bir "huzur" içerisindeler. İstanbul'da yaşayanların, insanı boğan agresifliğinden ve koşuşturmacasından eser yok, kimse bir yerlere yetişmeye çalışmıyor, hem niye çalışsın ki, koşarken gittiği (veya gittiğini sandığı) hedefin yıkılmayacağı, koşarken başına bir şey gelmeyeceği ne malum. 
Uzun lafın kısası hayatımda ilk defa bir şehire aşık oldum (İstanbul aşkım doğuştan, onu saymıyorum), ve İstanbul'a döndükten sonra uzun süre oralara bir an önce tekrar gitme arzusuyla baş etmek zorunda kaldım. Benimle benzer şekilde bu seyahatten çok etkilenmiş olan dostlarımla, bu özlemimizi sürekli birbirimizle paylaştığımız Lübnan müzikleriyle bastırmaya gayret ettik. Daha Beyrut'a gitmeden önce tanıştığım ve müziklerine bayıldığım Mashrou Leila'dan, Lübnan'ın Sezen Aksu'su Fairouz'a kadar sayısız Lübnan'lı sanatçı bu dönemde tesellim oldu. Bir gün aşağıdaki parça posta kutuma düştüğünde ise gerçekten dağıldım;
Bu parçayı dinledikten sonra ortak kararımız kesindi, ne yapıp edip, İbrahim Maalouf'u Lübnan'da dinlemeliydik. Kendisi çocukluğundan beri Fransa'da yaşadığı için bu ihtimal çok güçlü değildi, ama Akbank Caz Festivalinin programı açıklanır açıklanmaz, hayalimizin yarısı kendiliğinden gerçekleşmiş oldu ve evvelki akşam Garajistanbul'daki yerimizi aldık.
İlk şaşkınlığım, konser alanının tamamını tıka basa doldurmuş olan gençlerdi. İbrahim Maalouf'un (her ne kadar kendisi benim ve diğer Türk okurların çok sevdiği Amin Maalouf'un yeğeni olsa da) ülkemizde bu kadar popüler olmasına ne kadar sevindiğimi anlatamam. Ama daha da büyük sevincim, bir dinleyici topluluğu bu kadar mı güzel olur. Bu günceye arada toslayanlar çok iyi bilir ki oldum olası "kazma" seyirci topluluklarından dert yanarım (mesela bkz. son yazı, veya SSM'deki tuhaf caz konseri). Ama evvelki akşam hepimiz aynı büyünün altındaydık. Kimse önlere gitmek için birbirini itmedi, kimse sigara içmedi, kimse telefonunun ekranında kaybolmadı, kimse bağıra çağıra yanındakiyle muhabbete dalmadı. Tam tersine herkes sahnedeki müthiş ekibe hep bir ağızdan eşlik etti. Herkes sadece İbrahim Maalouf'un ismini değil, müziğini de biliyordu. Bu durumdan sanıyorum Maalouf da büyük keyif aldı, dinleyiciyi gruplara bölerek, kah müziğe eşlik ettirdi, kah aksak ritimler tutturdu ve Beyrut'la ilgili samimi, içten anılarını uzun uzun seyirciyle paylaştı. Bir de eklemeliyim, bu eşsiz dinleyici grubu tek bir kez detone olmadan tüm melodileri seslendirdi, ve bir kez bile ritim kaçırmadı. Bu gençlere ulaşmanın bir yolunu bulmalıyım, keza hayatımın geriye kalanında izleyeceğim, dinleyeceğim etkinliklerde önümde, arkamda, sağımda solumda bu gruptan insanlar olmasını istiyorum.
Konserin içeriğini tasvir etmem ise imkansız; muhteşemdi, son albümü "Diagnostic"teki parçaları ve tabii "Beirut"u seslendirdi. Tamamı virtüöz ekibi şu şekildeydi;
Ibrahim Maalouf: Trompet
François Delporte: Gitar
Youenn Lecam: Flüt, Trompet
Xavier Rogé: Davul
Laurent David: Bas
Yvan Robilliard: Fender Rhodes

9 Ekim 2012 Salı

CKM Sezon Açılış Konseri

Akbank Oda Orkestrası'nın akıl sır erdiremediğim şekilde kapatılmasıyla, (Akbank ne müthiş bir sanat sponsoruymuş değil mi?) CKM'de bir nevi konser öksüzü kaldık. Bu ay başında Kadıköy Belediyesinin katkısıyla bir açılış konseri olması bizi heyecanlandırdı, umarım arkası gelir.
Konserin ücretsiz olmasına rağmen, salonun yarısından büyük kısmı boştu, ama işin daha da acıklı tarafı davetiyeler tükenmişti, yani insanlar (daha doğrusu insansılar) sırf bedava diye davetiye almışlar, ama gelmeye tenezzül etmemişlerdi. Kadıköy belediyesinin sanat ve kültürü bu şekilde desteklemesi çok güzel ama bu konserlerin gençlerle buluşması için de aktif çalışması gerekir, zira konserde yaş ortalaması da 70-80 civarındaydı. Liseler ve üniversitelerden gençlerin bu konserleri izleyebilmesi gerekir ki, klasik müzik daha geniş kitlelere ulaşabilsin.
Konsere gelen kesimin kalitesizliğini kelimelere sığdırmak ise mümkün değil, anons yapılmasına rağmen, tam konser başlayacakken bir cep telefonu çalmaya başladı, sanatçılar telefonun susmasını beklediler, sonra giriş yaptıklarında bir başka telefon çalmaya başladı, disko tınılı telefon uzun süre çaldı, sahibi telefonunun çaldığını fark etmesi bir hayli sürdü, seyirci tepki vermeye başlayınca sanırım jeton düştü. Zaten konserin oda müziği olması itibariyle telefonun sesi, iki enstrüman kadar yüksek çıkıyordu. Bu arada ben kendime sürekli telkinlerde bulunmaya devam ediyordum, "buraya güzel bir konser izlemeye geldim, lütfen hiçbir şeye sinirlenmeyeyim diye" Ama susan telefonun yerini bu sefer bir öksürük oratoryosu almıştı. Ağızlarını dahi kapamadan ve hiç çekinmeden toplu halde sahneye doğru böğürüyorlardı. İşin garip yani tüm bunlar havanın haftalardır 25-30 derecenin altına düşmemiş olduğu bir 3 ekim akşamında gerçekleşiyordu. Sanatçılarla aramızda mümkün olduğu kadar az insansı olsun diye en önlerden bir yere oturmuştuk, ancak tam yanımda oturan bayan, sanatçılara 1,5 metre mesafede oturmasına rağmen hiç umursamadan yüksek sesle burnunu çekiyor, ve burnundan boğazına kaçanları da yüksek sesle böğürerek temizliyordu, gerçekten de aklım yerinden fırlamaya ve sinirden elim ayağım titremeye başladı. Arada yerimizi değiştirdik. Ancak bu sefer yanımda oturan bayan esaslı bir öksürük krizine tutuldu, bir öksürüyor, bir su içiyor, sonunda su boğazına da kaçtı, ve boğulmak üzereyken salondan çıkmaya karar verdi. İnanın bunlar şaka değil ve hiçbir abartı da barındırmıyor.
Konsere gelirsek, ilk bölümde Cesar Franck'ın  "Sonata for violin and piano"'sunu seslendiren viyola sanatçısı Deniz Yücel oldukça tutuktu, çok gergindi ve vücut dili oldukça sıkıntılı sinyaller gönderiyordu (bunda seyircinin de esaslı bir payı olmuş olabilir), maalesef bir iki notaya da hafif yan bastı, piyanist Tutu Aydınoğlu ise pozitif ışığı, güler yüzü ve tutkulu çalışıyla tam bir profesyonellik sergiledi. İkinci bölüm çok sevdiğim bir besteci olan Rachmaninoff 'un çok güzel bir parçasıyla, Elegiaque Tiio, konseri benim açımdan kurtardı. Yine piyanist Tutu Aydınoğlu çok iyiydi, kemanda Nilgün Yüksel, müthiş sahne ışığı ve karizmasıyla Tutu'yu yanlız bırakmadı ve eseri çok güçlü yorumladı, bir tek bu ikiliye eşlik eden viyolonselci Bike Öner oldukça zayıf kaldı, belki çok genç olan yaşının da etkisiyle çok sessiz ve silik bir performans sergiledi, çoğu zaman viyolonseli işitmekte bir hayli zorlandık.

2 Ekim 2012 Salı

Olivier Nakache & Eric Toledano ve Intouchables (2011)

Geçen hafta beni bir hayli sarsan "Café de Flore"'dan bahsettikten sonra, hemen bir de bu tarz filmlerin panzehirine, yani "kendini iyi hisset" filmlerine değinelim. Benim için bu konuda "en" film "Groundhog Day"(1993)'dir. Aynı güne hapsolup, tekrar tekrar aynı anları yaşamak zorunda kalan bir havadurumu spikerinin (Bill Murray) hikayesi, günümüz insanına müthiş bir ayna tutmaktadır. Her anı aynı olmaya mahkum bir günde, gerçek farkı yaratmanın nasıl bir emek gerektirdiği çok etkileyici bir sadelikte sunulmaktadır.
Gelelim "kendini iyi hisset" türündeki son favorime. "Intouchables" boynundan aşağısı felçli olan kültürlü bir Paris zengininin kendisine bakıcı olarak deli dolu bir siyahi göçmeni seçmesini ve onunla geliştirdiği dostluğu anlatıyor. Filmin bütün masalsı fanstastikliğine rağmen konu, gerçek bir hikayeden ve bu hikayenin kitabından alınmış. Tabii inanamadığım için film sonrası hemen google'dan gerçek kahramanları da arayıp buldum. Felçli zengin rolünde sayısısız fransız filminden beğeniyle izlediğimiz François Cluzet var, ama filmin esas yıldızı kesinlikle bakıcı rolündeki Omar Sy. Kolaylıkla kitch olarak tabir edebileceğimiz bir yöne kayabilecek olan malzeme bu anlamda kesinlikle taviz vermiyor, ve kendini yer yer gözleri doldurarak yer yer güldürerek izletiyor.
Bu filmi gerçekten kendinizi mutsuz hissettiğiniz bir ana saklamanızı tavsiye ederim, sonuçtan çok memnun kalacaksınız. Filmin sonunda tek sıkıntınız, filmin daha uzun sürmemiş olması olacak.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Gabriel Ba & Fabio Moon ve Daytripper

Çok sevdiğim bir dostumun fb duvarında bu çizgiroman dizisini okuduğunu görünce hemen edindim ve bir nefeste içime çektim, okuyarak çarpılmanın etkisi bir başka oluyor. Doğum, yaşam, ölüm sarmalında hayat üzerine bolca soracakları ve söyleyecekleri bulunan bu 10 bölümlük dizi, her bölümünde bizi Bras de Olivias Dominguez isimli baş karakterin hayatında farklı bir kesite götürüyor. Zamanda bir ileri bir geri giderek, her yaşında hep aynı finale ererek, bizlere tutulan aynaya gözlerimiz dolarak bakıyoruz.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Jean-Marc Vallée ve Café de Flore (2011)

Bazı filmler vardır, insan izleyince dağılır, bir süre kendine gelemez. Beni de dağıtan pek çok film olmuştur, ilk aklıma gelen de "Requiem for a Dream"'dir. Uzun zamandır dağıldığımı hatırlamıyorum, ancak hiç beklemediğim bir anda "Cafe de Flore" beni darma duman etti. Çok beğendiğim yönetmenlerden Jean-Marc Vallée'nin izlediğim filmlerine daha önce şu yazıda değinmiştim.
Bu son filminin amacı "Requiem for a Dream"'deki gibi insanı göstere göstere dağıtmak da değildi, hatta içinde sansasyonel hiçbir olay da yoktu. Basit ve esasında sıradan bir aşk hikayesi, ruh ikizini bulma/bulamama durumu ve özellikle aşk acısı olarak binlerce filmin ortak paydasına yazılabilecek kavramlar, bu eserde benim için çok özel bir yere oturuyor. Yönetmenin paralel ilerleyen iki hikaye arasında kurduğu analojiye olan hayranlığımı kelimelerle ifade etmem çok zor. Kimsenin beklentisini yükseltmek istemem, pek çok insan pek çok farklı sebepten bu filmi hiç beğenmeyebilir, ama benim derimin altına sinsice nüfuz ederek, başta göz pınarlarımın bağlı olduğu sinirler olmak üzere ciddi bir tahribata yol açtı. Vanessa Paradis ve Hélène Florent'in müthiş oyunculuklarının da hakkını vermek lazım. Kısacası benim için çok çok çok özel bir film.

18 Eylül 2012 Salı

Takashi Miike ve 13 Assassins (2010)


Takashi Miike'nin yeniden çekim bir samuray hikayesi olan "Harakiri"'sinden geçen ay bahsetmiştim. O filmden bir yıl önce başka bir samuray hikayesi daha anlatmış ki bu filmin de pek özgün olduğu söylenemez. Keza sinema tarihinin en muhteşem filmlerinden biri olan Kurosawa'nın unutulmaz "Seven Samurai"'ını hatırlatıyor. Onur mücadelesi veren az sayıda savaşçının koca bir orduya karşı mücadelesi söz konusu. Bu sefer 7 yerine 13 kişiler ama mücadeleleri inandırıcılıktan çok uzak, filmin sonu başından belli. Miike'nin yönetmenliğine ve filmin görselliğine diyecek yok, ama anlaşılan Miike ciddi bir senaryo sıkıntısı yaşıyor. Uç noktalardaki özgün filmlerinden sonra anaakım yapımlarına döndü ancak anlatımındaki özgünlüğü yitirdi. 7 Samuray'ın hikayesini izlemiş olanlar, bu filmden tatmin olmayacaklardır.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Nadine Labaki ve Et maintenant on va où? (2011)

Labaki'nin güzelliğine ve yönetmenliğine hayranlığım, sıcacık filmi "Caramel" (2007) ile başlamıştı. İkinci uzun metrajlı filmi Cannes "Un Certain Regard" kapsamında şimdilik değineceğim son eser. Lübnan'da hristiyanlarla müslümanların yüzyıllardır barış içinde yaşadığı, kiliseyle caminin yan yana bulunduğu bir köy, Lübnan'daki dinler arasındaki çekişmelerden nasibini almakta, ve köyün erkekleri en ufak olaydan gerginlikler çıkarmaktadırlar. Köyün kadınları ise barışı korumak adına ellerinden geleni yaparlar, dışarıdan haber gelmemesi için köyün tek televizyonunu bozup, gelen gazeteleri yakarlar. Şu günlerde saçma ve zavallı bir film, İslam'ı aşağıladı diye yüzbinlerin sokaklara dökülmesindeki ruh hali, bu filmdeki mikro modelde çok başarılı bir şekilde masaya yatırılıyor. Labaki sayısız örnekle, yaşananların abzürtlüğünü gözler önüne seriyor. Mesela birbirlerinin boynuna sarılmak için fırsat kollayan erkeklerin kafasına dank etsin diye, bir sabah kadınlar dinlerini değiştirerek kalkıyorlar, hristiyan kadınlar başlarını örtüp namaz kılıyorlar, müslüman kadınlar başlarını açıp meryeme dua ediyorlar, ve erkeklerine hadi öldürmeye benden başla mesajını veriyorlar.
Labaki, bu konuyla ilgili verebileceği sayısız mesajı ardı adına sıralarken, bundan filmin sinemasal bütünlüğü biraz zarar görüyor, söylenenlerin ulanma şekli sorunsuz değil, karakterler arasındaki ilişkilerin gelişimi kopuk, dramla mizahın karışımı homojen değil, yani içerikten arındırırsak, oldukça sorunlu bir gövdeyle karşı karşıyayız, ama bu eseri içeriğinden bağımsız değerlendirmek büyük haksızlık olur, bu filmin şu anda Dünya'nın dört bi yanında "İslam'a hakaret edildi" diye meydanları dolduran, kafaları dogmalarla dolu (yani boş) güruha izlettirilmesinde büyük fayda var.

16 Eylül 2012 Pazar

Oliver Hermanus ve Skoonheid (2011)

Hermanus'un 2011 yapımı filmi de Cannes 2011 "Un Certain Regard" bölümünde gösterilen filmlerden. Güney Afrika'dan çıkan filmlere pek sık rastlanmıyor, hatta bu film Cannes Film Festivali'ne katılan ilk afrikaan dilinde (Güney Afrikaya'ya ağırlıkla Hollanda'dan göç etmiş beyazların konuştuğu flemenk lehçesi) filmmiş. Bu bölgeden filmlerle sayıca az karşılaşsak da, bu sefer oldukça güçlü ve sıradışı bir yapımla karşı karşıyayız. İki yetişkin kız babası olan François, filmin açılış sahnesinde çok aşikar olduğu üzere yakın arkadaşının oğlu olan yakışıklı gence saplantı şeklinde kafayı takmıştır. Gizli eşcinsellik ve bastırılmış cinselliğin, kişinin ruh halinde açtığı derin travmalara, bu travmaların sebep olabileceği tahribatlara çok sade ve gösterişsiz bir yaklaşım sergiliyor yönetmen. Yavaş tempolu film, derdini bol diyalog yerine, sessizliğin gerginliği ve tekinsizliği üzerinden anlatıyor, başrolde çok başarılı olan Deon Lotz'un bakışları her şeyi ifade etmeye yetiyor.

14 Eylül 2012 Cuma

Gerardo Naranjo ve Miss Bala (2011)

2011 Cannes Film festivalinin "Un certain Regard" bölümünden bir diğer film Gerardo Naranjo'dan geliyor. Latin Amerika'daki ülkelerden sık sık, bu ülkelerde yaşanan mafya şiddetini anlatan filmler çıkıyor. Miss Bala da bir güzellik yarışmasına katılacak olan masum ve güzel bir kızın, yanlış zamanda yanlış yerde bulunarak nasıl kendini bir suç örgütünün merkezinde bulunduğunu anlatıyor. Yönetmen, özellikle suça bulaşmanın ne kadar kolay olduğunu ve genelde de suça bulaşmama gibi bir seçeneğin sokaktaki sıradan insanlara bırakılmadığını, kendilerini koruma imkanlarının hiç olmadığını vurgulamak istiyor. Bu anlamda film amacına ulaşıyor, oyunculuklar da başarılı ama yine de filmin akışını ve ritmini fazla beğenmedim, bir "Cidade de Deus" veya "Tropa de Elite" gibi insan kendini filme kaptırmıyor.

13 Eylül 2012 Perşembe

Wael Shawky - KW Berlin

Wael Shawky'nin haçlı seferlerini 200 yıllık kuklalarla resmettiği filmini geçen sene İstanbul Bienali'nde çok beğenerek izlemiştim. Bu bir dörtlemeymiş ve ikinci bölümünü de KW'de gerçekleşen Wael Shawky etkinliğinde izleme şansına sahip oldum. Kuklaların insanı çarpan auraları, arapçanın büyüleyici tınısı, ışığın kullanımı aynen birinci bölümde olduğu gibi çok etkileyiciydi. KW'nin diğer bir katında da filmde kullanılan kuklalar sergileniyordu.


  
Wael'in gösterilen diğer bir filmi "El Araba El Madfuna"'da bir nevi çölde kumda oturarak bu sefer kuklalar yerine, çocukların ağızından bir şaman hikayesi dinliyoruz. Yetişkin rolüne bürünmüş çocuklar, yetişkinler tarafından seslendirilmişler. 
 
 

12 Eylül 2012 Çarşamba

Zeitlos schön - 100 Jahre Modefotografie von Man Ray bis Mario Testino

Bir sergi alanı olarak Berlin'deki Postfuhramt binasına ulan hayranlığıma şu yazıda değinmiştm. Yolum her Berlin'e düştüğüne bu binadaki sergileri gezmeye niyetliydim, ancak bu yazıda bahsedeceğim sergi, muhtemelen bu binada takip edebileceğim son sergi olacak çünkü Berlin'in kültür hayatı da kendini kapitalizmin vahşi pençelerinden kurtaramamış ve C/O yakın zamanda bu binadan taşınmak zorundaymış, keza bu güzelim bina, satın alan şirketin merkezi olacakmış.
Sergiye gelirsek, modayla pek yakın bir ilişkim olduğunu söyleyemem, moda fotoğrafçılığının bir sanat olup olmadığı da daha önce kafamı kurcalamış bir konu değildi. Son yüzyıldır modanın ve moda fotoğrafçılığının gelişimi, moda dergilerinin arşivlerinde yapılan sıkı bir taramayla, bu sergide gözler önüne serilmiş. Bu arada sergilenen fotoğrafların büyük kısmı da Vogue'un arşivinden. Vogue'un gelişimi, yönetimi, fotoğraf sanatçılarıyla çalışması kronolojik bölümlere ayrılmış sergide fotoğrafların yanısıra anlatılmış. Helmut Newton ve Man Ray gibi çok ünlü isimlerin eserleri görülebiliyor. Eminim modayı dikkatle takip edenler bu sergide kendilerinden geçeceklerdir. Fotoğraflardaki müthiş estetikten etkilenmekle birlikte mekanın darlığına karşılık, sergilenmek istenen fotoğraf sayısının fazlalığı beni biraz rahatsız etti. Çok fazla yaratıcılık olmadan yan yana balık istifi gibi dizilmiş, hem de formatları gözleri tam doyuramayacak kadar ufak olan fotoğraflar, üstüne bir de çok kalabalık olan sergi mekanının klostrofobik havası, etkinliğin etkisini benim gibi modaya nötür kişilerde azaltmış olabilir. Yine de sergi, başlığını hak ediyor "Zamansız güzel".

2 Eylül 2012 Pazar

Joachim Trier ve Oslo, August 31st (2011)

Cannes Yarışma filmleri dosyasını kapatalı 2 hafta oldu, elim bu arada klavyeye gitmediğinden, bari Cannes Film Festivali'nin "Un certain Regard" bölümünden bir filmle devam edelim. Joachim Trier'in ilk uzun metrajlı filmi "Reprise"'i (2006) çok beğenmiştim, İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale ödülünü de çok hak ederek kazanmıştı. 5 yıl ara verdikten sonra çektiği ikinci uzun metrajlı filmi "Oslo, August 31st" de bu yıl İstanbul Film Festivali'nde jüri özel ödülünü kazandı. Altın Lale'yi kazanan filmi henüz izleyemedim, ama bu filmden daha iyiyse, gerçek bir başyapıt olması gerekir, keza bence "Oslo, August 31st", müthiş "Reprise"'in de üzerinde bir filmdi.
Başta inanılmaz yetenekli başrol oyuncusu olmak üzere, mekan ve tarz olarak birebir örtüşen iki film, yine de bir tekrar olma tuzağına düşmüyor. Bir uyuşturucu bağımlısı, tedavi görmekte olduğu klinikten bir iş görüşmesi yapmak ve eski arkadaşlarını ziyaret etmek üzere bir günlük izinle Oslo'ya dönüyor. Filmin, hayata tutunma ve arkadaşlıklar üzerine, çok doğal ve çok sade bir şekilde anlatacakları var. Baş karakter Anders'in ruh halini anlamak için uyuşturucu bağımlısı olmaya ve hayattan izole bir klinikte zaman geçirmeye gerek yok. Özellikle büyük şehirlerde hayatın, çoğu insanın sağlıklı bir şekilde kaldırabileceğinden hızlı akan zamanında, hengame içinde savrulurken birbirine hızla yabancılaşan insanlar, kendilerini kolaylıkla benzer bir melankoli içinde bulabilirler. Deri altına güçlü şekilde nüfuz eden etkileyici bir eser.

17 Ağustos 2012 Cuma

Cannes 2011 Yarışma Filmleri Değerlendirmesi

Bu kapsamda izlediğim ve not düştüğüm filmleri, beğeni sırama göre 10 üzerinden notlarsam;

Tree of Life – Terrence Malick 10
Bir Zamanlar Anadolu'da – Nuri Bilge Ceylan 9
The Kid With The Bike – Dardenne Kardeşler 9
Footnote – Joseph Cedar 8
We Need To Talk About Kevin – Lynne Ramsay 8
Polisse – Maïwenn Le Besco 8
Le Havre – Aki Kaurismaki 8
The Skin That I Live In – Pedro Almodovar 7
Sleeping Beauty – Julia Leigh 7
L’Apollonide – Betrand Bonello 7
Melancholia – Lars Von Trier 6
Hara-Kiri: Death of a Samurai – Takashi Miike 6
We Have A Pope – Nanni Moretti 5
Drive – Nicholas Winding Refn 4
This Must Be The Place – Paolo Sorrentino 4
La Source de Femmes – Radu Mihaileanu 4

Henüz izleyemediklerim;

Pater – Alain Cavalier
Hanezu no Tsuki – Naomi Kawase

16 Ağustos 2012 Perşembe

Radu Mihaileanu ve La Source de Femmes (2011)

Cannes 2011 yarışma filmleri kapsamında bahsedeceğim son esere gelmeden önce yönetmen Radu Mihaileanu'nun daha önce izlemiş olduğum muhteşem iki filmine değinmek isterim. "Train de Vie" (1998) ikinci dünya savaşında yaşanan soykırımla ilgili yapılmış bence en iyi bir kaç filmden biridir. Bir yahudi köyünde yaşayanlar, başlarına geleceği hissederek bir plan yaparlar. Katliamların yapıldığı kamplara yahudileri taşıyan Nazi trenlerine benzer bir tren inşa ederek, kendi aralarında Naziler ve tutuklu yahudiler olarak ikiye ayrılırlar, tüm köyü bu trenle Alman hakimiyetindeki topraklardan çıkarmak için bir kaçış planı hazırlarlar. Mizahı kullanarak en güçlü mesajları vermesi açısından "Life is beautiful" ile kıyaslanabilecek film, onun kadar ses getirmese de en azından onun kadar başarılı.
Diğer filmi "Va, vis et deviens" (1998) de çok güçlü politik mesajlar içeren bir yapıt. Etiyopya'da yaşayan siyah bir kavimin yahudi oldukları resmen kabul edilince, Dünya'nın her tarafından kabul edildiği üzere bu kavimden de yahudiler İsrael'e kabul edilirler. Ancak ırkçılıktan tarihleri boyunca çok çekmiş olan yahudiler, bu siyah ırktan gelenleri aralarına ayrımcılık yapmadan kabul etmekte çok zorlanırlar.
Bu kaçırılmaması gereken iki filme üçüncü bir film mi eklendi heyecanıyla başlayınca "La Source de Femmes" ciddi bir hayal kırıklığı yaratabilir. Oldukça iyi başlayan film, hemen bizim bir Yeşilçam klasiğimizi anımsatıyor, hatta birebir uyarlaması mı diye düşündürüyor. Hatırlar mısınız "Şalvar Davası"'nı? (1983) Müjde Ar, köye gelip, çalışan kadınların gözünü açan şehirli kadını, Şener Şen de köyün uyanık muhtarını canlandırıyorlardı. Erkeklerin bütün gün kahvede oturdukları, kadınların tarlaya çalışmaya gittikleri düzeni, kadınlar gece yatakta greve giderek değiştirmeye çalışıyorlardı. Kuzey Afrika'nın benzer şekilde tutucu ve geri kalmış bir köyünde, köyün tüm suyunu kadınlar bir tepenin üzerindeki kuyudan taşımak zorundadırlar ve pek çok kadın da bu yolda çocuğunu düşürmüşlerdir. Kadınlar aynı şekilde gece yatakta greve giderek, erkekleri yola getirmeye karar verirler. Yeşilçam versiyonunda, kara mizah tutarlı bir şekilde filmin başından sonuna kadar hissedilir, hatta erkeklerin köye genelev kurmaları, kadınların onlara karşı önlem olarak gizlice şap yedirmeleri unutulmaz sahnelerdir. Radu'nun versiyonunda ise bir noktadan sonra mizah tamamen bir kenara bırakılıyor, film kendini bir hayli ciddiye almaya başlıyor, ve bir baş öğretmen edasıyla didaktikleşiyor. İşte bu noktada bizim (belki bugün seyretsem yönetsel ve pek çok başka açıdan oldukça zayıf ve naif bulacağım) iddiasız "Şalvar Dava"'mızın dahi gerisinde kalıyor.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Takashi Miike ve Hara-Kiri: Death of a Samurai (2011)

Takashi Miike gibi kendini kanıtlamış yönetmenlerin, büyük başyapıtların tekrar çekimlerine kalkışmalarına anlam veremiyorum. Henüz izleyemedim, ama Kobayashi'nin "Harakiri"'si (1962) eğer yeterli sayıda kişi oy vermiş olsa (bugün itibariyle en az 25.000 kişinin oylamış olması gerekiyor) IMDB top 250 listesine ilk 50 sıradan girecek bir değerlendirme almış durumda. IMDB'nin listesi Dünya genelinde sinemaseverlerin ortak paydasını temsil ettiğinden, benim hiç onaylamadığım popüler eserler çok üst sıralarda yer bulabiliyor. Mesela "The Shawshank Redemption" (1994) birinci ve "Godfather 2" (1974) üçüncü sırada ki, bu iki film benim en iyi ilk 1000 listemde dahi bulunamazlar. Yine de listede iyi filmler kötü filmlere ciddi şekilde ağır basar. Dolayısıyla böyle bir listeye 1962'de çekilmiş siyah beyaz bir japon klasiği üst sıralardan girme potansiyele sahipse, her namlı yönetmene bu filmin tekrarından uzak durmayı salık vermek gerekir.
Miike bence Japonya'dan çıkan en iyi yönetmen değil, ama sıradışı filmografisiyle en çok ses getiren yönetmen. Eserlerinde genelde sınırları zorlaması, beni de zorladığından, özellikle de "Audition"'ı (1999) seyrederken bayılma tehlikesi geçirdiğimden, filmlerine oldukça temkinli yaklaşıyorum, ve genelde izlememeyi tercih ediyorum. İlk izlediğim filmi 2001 yapımı "Visitor Q" esasında yönetmen hakkında uyarı sinyalleri veriyordu. Kayda değer görmediğim bir polisiye TV filmi "Kôshônin"'e denk gelmişliğim vardı. Ama Miike ile ilgili atlatmış olduğum en tehlikeli durum "Dead or Alive 2"'nin 2003 İstanbul Film Festivali için altyazı çevirisini yapmış olmam. O zaman henüz "Audition"'ı izlememiştim, ve başıma gelebileceklerden habersizdim. Neyseki "Dead or Alive" abzürt bir suç filmi çıktı da ucuz atlattım.

Çok üretken bir yönetmen olan Miike'nin diğer filmlerinden hassasiyetle uzak dururken, Cannes 2011 yarışma filmlerinden eksiğim kalmasın diye, elimde kumanda (her an görüntü & ses kısabilme adına) "Harakiri"'nin karşısına geçtim. Film başladıktan kısa bir süre sonra kumandayı bir yana bıraktım, çünkü karşımda deneysel, uç noktalarda bir film değil, klasik bir samuray hikayesi bulunuyordu. Ama tabii ki Miike'ye güvenmediğimden Harakiri sahnelerinde sesi ve gözlerimi kapatmayı ihmal etmedim. Çok güçlü bir sinematografi, iyi oyunculuklarla bezenmiş eser, Japonya'da yıkılan beyliklerle işsiz kalan samurayların, paralı lordların karşısına çıkarak, fakirlikle yok olan onurlarını harakiriyle kurtarmayı istemeleri üzerine kurulu. Bunun ne kadarı lord'lara kendilerini acındırarak para koparma amacıyla, ne kadarı bir onur mücadelesi, filme bırakalım. İlk başta oluşan intiba, hikayenin geriye dönüşlerle, farklı perspektiflerden gerçekleri göstermesi üzerine değişebiliyor. Bana biraz Kurasawa'nın muhteşem "Rashomon"'unu (1950) anımsattı. Filmin Cannes'da gösterilen ilk 3D film olduğunu da not düşelim.
Gelelim eleştireceğim kısımlara, filmin ilk yarısı çok çok iyiyken, ikinci yarıda tempo inanılmaz düşüyor, film söyleyeceğini çoktan söylemiş ve mesajını vermiş olduğundan bu ikinci kısım iyice bir anlamsızlaşıyor, mesajın vurgulandığı final sahnesi de fazla abartılı ve gereksiz, filmin inandırıcılığına esaslı bir darbe vuruyor. Filmin orijinali nasıl diye merak ettim, ama Miike birebir çektiyse, bu ağır ikinci bölümü bir kez daha izlemeyi göze alabilir miyim bilemiyorum.

14 Ağustos 2012 Salı

Joseph Cedar ve Footnote (2011)

Zaman zaman İsrael yapımı çok çok iyi filmlere denk geliyorum. Cannes 2011 de böyle bir filmle ve yönetmeniyle tanışmama vesile oldu. Oldum olası dram dozu iyi ayarlanmış baba-oğul gerilimi söz konusu olunca, filmler beni hemen içine çekiyor. Bu filmde de aynı dalda iki profesör baba-oğulun içten içe rekabetine tanıklık ediyoruz. Oğul başarılarıyla, babasını oldukça gölgede bırakmıştır, aksi ve uç noktada asosyal olan baba durumu böyle görmemekte ve haksızlığa uğradığını düşünmektedir. Baba, ulusal bir bilim ödülüne layık görülünce olaylar seyrini almaya başlar. Oyunculukların çok iyi olduğu filmde, yönetmen de portreleri çizerken harikalar yaratıyor. Yoğun dram, mizahla hafifliyor, ama hiçbir şekilde eksilmiyor, bu da sömürünün önünü tamamen kesiyor. Film boyunca sessizliğin hakim olduğu bir gerilim yoğun ve patlamak üzere bir fırtınaya hazırlıyor seyirciyi, ancak (dikkat ispiyon geliyor) yönetmen (ve tabii senarist) bu beklentiyi bilinçli bir şekilde karşılamıyorlar, film boyunca yaptıkları gibi, pek çok ögeyi seyircinin hayalgücüne bırakıyorlar. Bu kararlarına çok saygı duyuyorum, keza her şeyin "armut piş, ağzıma düş" şeklinde servis edildiği filmler, seyircinin zekasına ve hayalgücüne hakaret gibi geliyor çoğu zaman. Ama özellikle finalde, büyük ihtimalle mutlak bir deşarj ihtiyacı içimde olduğumdan, tatminsiz kaldım, ruh halimde buruk bir tat bıraktı, o biriken tüm enerjinin bir şekilde boşalması gerekiyordu, ama hiç işaretini vermeden pat diye filmi bitirdiler. Eminim sebep, bütün film boyunca finale yüklenen birikimin hakkını veremeyeceklerini düşünmelerinde değildi, ama yine de yoğun bir şekilde öyle bir his bıraktı.
Sonuç olarak kaçırılmayacak bir yapıt.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Julia Leigh ve Sleeping Beauty (2011)

Julia Leigh'in ilk uzun metrajlı filmi "Sleeping Beauty", adının çağrıştırdığı gibi bir Disney "Uyuyan Güzel" uyarlaması değil. Zaten öyle olsaydı büyük ihtimalle Cannes 2011 yarışmacıları arasında bulunmazdı. Gerçi ismin tesadüf olduğunu sanmıyorum, tabii bilemiyorum, ama bence o masal dünyasına ironik ve esaslı bir gönderme var. Bununla ilgili daha fazla yorum yaparsam filmle ilgili ciddi ispiyon vermiş olacağım. Emily Browning'in büyük başarıyla canlandırdığı genç üniversite öğrencisi Lucy, hızlı tüketen, tükettiği her şeyin içini de hızlıca boşaltan günümüz toplumunda, yönünü tamamen kaybetmiş bir karakter gibi duruyor, ama suratında afallamış bir ifade yok. Hayata karşı umarsız bir tavır takınmış olan Lucy, görünürde fazla bir duygu belli etme potansiyeli de barındırmıyor. Geçimini sağlamak için seçtiği yollarda izleyici olarak sık sık "dur, yapma" refleksini göstersek de, o kaybedecek bir şeyi varmış gibi durmuyor. Niye "Uyuyan Güzel" olduğu konusuna hiç girmeyeceğim, ama filmin insanı boğmayan bir sembolizmle dolu olduğu aşikar. Yavaş temposu, sıradışı tarzı ile festival izleyicilerinin kesinlikle izlemesi ama anaakım seyircilerinin uzak durması gereken bir eser.

12 Ağustos 2012 Pazar

Betrand Bonello ve L’Apollonide (2011)

Bonello'nun Jean-Pierre Léaud'lu "The Pornographer"'ı (2001) izlenecekler listemde, ama önce kısmet 10 sene sonra çektiği "L'Apollonide"'i izlemekmiş.
Film, ismini 1800'lerin sonlarında Paris'te bulunan bir genelevden alıyor. Bu gerçekten olmuş bir genelev değil, ancak sayısız benzerinin oldukça gerçekçi bir benzeri. Tabii gerçekçilik hissini veren, bu genelevleri tecrübe etmiş olmak değil, filmin bir belgesele yaklaşan tarzı. Filmin bir başı, ortası, sonu, dolayısıyla bir hikaye örgüsü yok, yani o dönemdeki Paris genelev hayatından bir kesite şahitlik ediyoruz. Kadınların toplumdaki sorunlu durumları, varolabilmek için vücutlarını satmak zorunda kalmaları, onları paralarıyla satın alan erkeklerin şımarık, şişik, vahşi egoları esasında kadına şiddetin yoğun şekilde gündemde olduğu şu günlerde, geçen bir yüzyılda bir arpa boyu yol alınamadığına dair vurucu bir ayna tutuyor.

Filmin çekimleri, yarattığı atmosferi, oyunculuklar çok başarılı, ancak neredeyse tek mekanda geçen klostrofobik, karanlık atmosferi ve ağır ritmi, filme "şen şakrak hoş hatunlar görelim, gözümüz, gönlümüz açılsın" beklentisiyle yaklaşan izleyici kesimini büyük bir hayal kırıklığına uğratabilir.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Paolo Sorrentino ve This Must Be the Place (2011)

Sorrentino, bol ödüllü "Il Divo"'su (2008) ile Cannes'da da jüri ödülü almıştı. İkinci Dünya savaşı sonrası sayısız kez başbakanlığı üstlenerek, İtalya yakın tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Giulio Andreotti'nin portresini çizen film, bu ülkenin yakın tarihini bilmeyenler için de rahatlıkla izlenebilen ve başarılı bir yapıttı.
Sorrentino, 2011'de Cannes film festivalinin sinema çizgisinden en çok sapan bir yapıtla karşımıza çıktı. Filmin merkezinde, aykırı rollerin aykırı oyuncusu Sean Penn tarafından canlandırılan, 1980'lerden kalma, ilerlemiş yaşına rağmen, o döneme ait çılgın makyaj-saç-kıyafet tarzını korumuş varlıklı bir rock/metal starı var. Garip konuşma ve hareket etme tarzı da yine o dönemin aşırı uyuşturucu tüketiminden kalma bir hasarı mı var diye düşündürtüyor. Bana çizilen portre hiç inandırıcı gelmedi, oldukça karikatürize buldum. Filmin hikayesi de bir hayli abzürt, keza bir alışverişe gidip gelmesi dahi izleyiciyi yoracak derecede efor gerektiren yaşlanmış bir rock starı, babasına Auschwitz'deki kampta işkenceler yapmış birinin peşine düşüp ülkeyi boydan boya bir hafiye gibi dolaşıyor. Tüm abzürtlükler, sıradışı karakterler ortaya müthiş bir film de çıkarabilirdi, ama kanaatimce bu eserin kimyası tutmamış, ben ikna olmadım.

10 Ağustos 2012 Cuma

Nanni Moretti ve Habemus Papam (2011)

Nanni Moretti'yle ilgili son dönem hayal kırıklığımdan şu yazıda bahsetmiştim. 5 sene boyunca film çekmedi ve arada bir de çok kötü bir filmde rol aldı. Neyseki Cannes 2011'de yarışan "We have a Pope" ile yönetmenliğe döndü. Eski formundan çok uzakta da olsa, umut ışıkları var. Tam da Moretti mizahına uyacak bir konu seçmiş, Vatikan'ın yeni seçilen Papa'sı, seçildiği anda sırtına aldığı sorumluluğun ağırlığıyla panikliyor, ve bu görevi yerine getiremeyeceğini söylüyor. Vatikan'ın önünde birikmiş büyük kalabalık yeni seçilmiş dini liderlerini görmek için heyecanla beklerken, Papa bu görevi reddediyor, yapamayacağını söylüyor. Vatikan'da kardinallerin Papa olabilme hırsları sayısız filme, kitaba konu olmuşken, böyle bir olasılık ne kadar inandırıcılıktan uzak olsa da, zaten filmin gerçekçi olma gibi bir amacı bulunmuyor. Papa'nın herkes gibi bir insan olduğu, gökden zembille inmediği mizahi bir dille anlatılıyor. Moretti de, Vatikan'a Papa'ya destek olması için çağırılan bir psikoloğu canlandırıyor. Esasında iyi bir malzeme ve Papa rolünde muhteşem bir Michel Piccoli var, ama Moretti bu malzemeyi iyi kullanamıyor. Özellikle ilk yarım saatte, film söyleyeceği her şeyi zaten söylemiş olduğundan, geriye kalan kısım sadece sıkıcı olmaktan öteye geçemiyor.
Sevgili Moretti, sen bundan çok daha iyisini yapabilirsin.

3 Ağustos 2012 Cuma

Aki Kaurismäki ve Le Havre (2011)

2011 Cannes yarışmasının, güçlü yönetmenler ve filmlerle donanmış olduğunun kanıtlarından biri de Aki Kaurismaki'nin son şaheseri. Bu güncede sık sık bahsediyorum, bir imzası olan yönetmenleri çok seviyorum. Kaurismaki'nin herhangi bir filminden herhangi bir kareyi, sadece tek bir kareyi size gösterseler, filmin yönetmenini rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. Filmin mekanının Finlandiya yerine bu sefer Fransa'nın kaçak göçmen kaynayan liman şehri Le Havre'da olması da hiçbir şey değiştirmiyor, çünkü Kaurismaki'nin kendine has ışık / dekor kullanımı, mekandan bağımsız kendini gösteriyor. 
Kaurismaki'nin daha önce izlemiş olduğum filmleri;
Lights in the Dusk (2006)
The Man Without a Past (2002)

Ariel (1988)
Önceki filmlerden göz aşinalığımız olan Kati Outinen, başrolde André Wilms ile birlikte sevimli bir çifti canlandırıyor. Ucu ucuna geçinebilen, yaşı da ilerlemiş bir ayakkabı boyacısı, kendi hayatındaki tüm zorluklara rağmen, yardıma muhtaç bir kaçak oğlanı himayesi altına alıyor. Kaurismaki, her zamanki gibi dramla mizahı iç içe geçirdiği, az diyaloglu, yavaş tempolu özgün anlatım tarzını koruyor. Diğer filmlerine kıyasla daha iyimser, umudun varolduğu bu filmde, bence melankolinin kıvamı tam tutmuş, ne eksik, ne de fazla. Kaurismaki sinemasına giriş için çok isabetli bir film. Bu filmi beğenenler, diğer filmlerine de yelken açabilirler.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Maïwenn ve Polisse (2011)

Yarışmanın en güçlü filmlerinden "Polisse", Paris'teki bir polis merkezinde "çocuk/genç" departmanına odaklanıyor. Görevleri, istismar edilen ve/veya sokakta kalan çocukları sağlıklı büyüyebilecekleri kurumlara yerleştirmek, onları istismar edenleri adalete teslim etmek, suç işleyenlerini yakalamak vs. Bu konuda tamamen uzmanlaşmış bir ekibi, bu filmdeki gibi canla başla ve tüm ruhlarıyla mücadele ederken görünce çok etkilendim. Bizim ülkemizle aradaki uçurum gerçekten çok can acıtıcı. Gerçi onlar da duyarsız/politik amirlerinden çok çekiyorlar, ama yine de bahsettiğim az buz bir uçurum değil. Bir de filmin, belgesele yaklaşan gerçekçiliği eklenince, bir hayli vurucu bir eser çıkmış ortaya. Bütün yürek parçalayan hikayecikler sadece izleyiciyi değil, filmde görevli ekibi de duygusal olarak sarsıyor, yani çağımızın vebası yabancılaşma/robotlaşmadan nasiplerini henüz alamamışlar. Eleştireceğim tek yan, dikkati hikayeden biraz dağıtan amirlerin bireysel dramlarında, özellikle aşk hikayeciği biraz eğreti duruyor. Yönetmen Maïwenn'i oyuncu olarak gözüm ısırıyor, ama yönetmen olarak ilk defa izledim. Filme kadın duyarlılığının işlediği zaten çok belli, hararetlen tavsiye ederim.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Nuri Bilge Ceylan ve Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)

Mayıs ayında 2011 Cannes Film Festivali Yarışma filmlerine değinmeye "The Skin I Live In" ile başlamıştım ama sonra film kopmuştu. Kaldığım yerden devam etmeye gayret edeyim.
Nuri Bilge Ceylan benim için sadece Türkiye'den çıkmış en iyi yönetmen değil, Dünya'daki en iyi yönetmenlerden bir tanesi. Zaten Cannes'da da pek çok ödül alarak bunu belgelemiş oldu. Özellikle "Uzak"'la başlayarak ardı ardına başyapıtlar veriyor. Pek çok kimsenin eleştirdiği "İklimler" de bence çok çok iyi bir film, bu filmde tek hatası başrolü kendi oynuyor olması. Eğer diğer filmlerinde yaptığı gibi, mükemmel oyuncu seçimlerinden bir tanesini de bu filmde sergilemiş olsaydı, bu film çok daha özel bir yere konumlanabilirdi. Nuri Bilge sinemasının doruk noktasına ulaştığı film bence "Üç Maymun"'dur. Muhteşem kareler, mükemmel oyuncularla buluşur, ve Nuri Bilge'ye has özgün dil en sade haliyle vücuda gelir. Durağan kamerası, asgaride tutulan diyalogları, iç sesle konuşmanın iç içe geçtiği harika montajlar, bu filmden gerçekten çok etkilenmiştim, benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden biridir.

Nuri Bilge'nin filmografisi;
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Üç Maymun (2008)
İklimler (2006)
Uzak (2002)
Mayıs Sıkıntısı (1999)
Kasaba (1997)
Koza (1995)
2011 Cannes'da yarışan ve hak ederek ödül alan son filmine geldiğimizde, yine eşine hiç rastlamamış olduğum bir görsellik şöleniyle karşılaştım. Bir cinayeti aydınlatmak üzere polisler, jandarma, savcı ve adli doktordan oluşan bir ekip zanlıyla birlikte Anadolu'nun ücra bir kasabasında geçe vakti yollara düşüyor. Zifiri karanlığın hakim olduğu doğayı sadece araç ışıkları aydınlatıyor. Bu nasıl bir kameradır, nasıl objektifdir bunlar, acaba uzaylıların yeryüzünde unuttukları bir teknoloji midir, bilemiyorum, Nuri Bilge gibi özel bir yönetmenin elinde harika sonuçlar çıkıyor ortaya. Filmin ilk yarısı ses kapatılarak sadece görüntüler dahi de izlenebilir. Filmin zenginliği tabii ki sadece görselliğinde değil, yine önceki Nuri Bilge filmlerinden bildiğimiz üzere gerçekten hayattan koparılıp film edilmiş gibi duran, en derinine kadar, müthiş oyunculuklarla verilmiş karakter tahlilleri söz konusu.Tüm film boyunca eğreti/ gereksiz duran hiçbir laf edilmiyor. Başta muhtarın evinde verilen mola olmak üzere tekrar tekrar izlenmesi gereken o kadar çok sahne var ki, eminim her seferinde karelere, satır aralarına gizlenen sayısız yeni gizemler, hikayecikler bulmak mümkün olabilir. Sistemin çarpıklığı ve herkesin kendi derdinde olması, odakta olması gereken cinayeti tamamen arka plana iterken, bu bir eleştiriden çok izleyiciye tutulmuş bir ayna gibi, kimsi yadsıyacaktır, kimi kanıksayacaktır.
Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasını sevenler, ağır tempolu filmlerle ilgili sıkıntısı bulunmayanlar bu filmi kesinlikle çok beğenecekler.

24 Temmuz 2012 Salı

Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü

İstanbul Caz festivali kapsamında gerçekleşen "Caz için tuhaf bir yer" sloganlı konserin mekanı Sakıp Sabancı Müzesi, konser öncesi güncel sergisini gezmek isteyenlere kapısını açmıştı. Ben de fırsattan istifade ederek, hızlı bir şekilde galerinin salonlarını dolaştım ve daha önce haberdar olmadığım bir sanat hareketinden eserler gözlemleme şansına erdim. Kobra'yı kendi kelimelerimle anlatmaya çalışmak yerine, Müzenin kendi sitesinden aşağıdaki bülteni buraya kopyalama tembelliğine sığınayım;

 "S.Ü. Sakıp Sabancı Müzesi, 20. yüzyılın ikinci yarısında sanat ortamını şekillendiren Kobra akımının öne çıkan eserlerinden oluşan geniş bir seçkiyi, Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü adlı sergiyle ağırlıyor. Adını sanatçıların geldikleri Kopenhag, Brüksel ve Amsterdam’ın ilk harflerinin bileşiminden alan Kobra, 29 Haziran’da ziyarete açıldı. Kobra sanatçıları tarafından hayata geçirilen ve yalnızca 1948-1951 yılları arasında uygulanan bu avangard akım 60’ın üzerinde eser ile temsil ediliyor. Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişkinin 400. yıl kutlamaları kapsamında gerçekleştirilen sergi, Hollanda’daki Kobra Modern Sanat Müzesi ve ABN AMRO Bank’in özel koleksiyonuna ait eserleri, ilk kez Türkiye’ye getiriyor. Seçki; tablo, heykel, kumaş, seramik, kağıt üzerine işler, caz müziğinden ilham alan çalışmalar ve belge niteliğindeki malzemelerden oluşuyor.
Sergide, Kobra döneminin öne çıkan isimlerinden Karel Appel’e ait “Femme, Enfants, Animaux” (Kadınlar, Çocuklar, Hayvanlar) isimli ünlü tablonun yanı sıra Eugène Brands, Constant, Corneille, Asger Jorn gibi sanatçıların imzasını taşıyan önemli eserler de yer alıyor. Ülkemizde ilk kez sanatseverlerle buluşacak sergi; ABN AMRO Bank, De Meeuw Group / ABC Prefabrik, Gözde Girişim Sermayesi Yatırım Ortaklığı, İpragaz, Merck Serono, TMF Group ve Hollanda Kraliyeti’nin desteğiyle gerçekleştiriliyor.
Sergiyi ziyaret edenler, Kobra akımının gelişiminin yanı sıra, 1930-1960 yılları arasında Avrupa ve Türkiye’deki sosyal, tarihsel gelişmelerin paralel kurguyla anlatıldığı keyifli bir yolculuğa çıkıyor. Tarihsel önem taşıyan görüntülerden oluşan siyah-beyaz belgesel ise Kobra akımı başladığında dünyada nelerin olup bittiği konusunda izleyenlere fikir veriyor. 16 Eylül’e kadar sanat severlerle buluşacak “Kobra - Özgür Sanatın 1000 Günü” sergisi kapsamında, çocuklara yönelik eğitim programları da yapılıyor."

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Keith Jarrett & Gary Peacock & Jack DeJohnette

18 Temmuz Çarşamba, 20:00, Haliç Kongre Merkezi, Sütlüce
Caz Festivalinin benim için kapanışı muhteşem oldu. Haliç Kongre Merkezi'nin akustiğinin ne kadar kötü olduğunu Dany Brillant konserindeki faciadan dolayı biliyordum ve Keith Jarrett'i bu salonda izleyeceksem kesinlikle iyi bir yerden izlemeliyim diye düşünürken yüksek bilet fiyatlarının bir hayli ürkütücü olduğunu fark ettim. Yardımıma koşan bir dostum mükemmel bir yerden ikimize davetiye ayarladı ve müthiş finalin önündeki son engel ortadan kalktı. Bana Dünya'da kimi canlı izlemek istersin deseler hiç düşünmeden Keith Jarrett derdim. Lise yıllarımdan beri (20 yılı geçmiş) albümlerini özellikle de solo albümlerini Köln, Viyana, Bremen, Lausanne, Paris sayısız kez dinlediğim Jarret'i canlı izleme hayalim gerçek oldu, ve hayallerimin de ötesinde etkilendim. Gerçi Keith Jarrett'in konser adabı konusunda taviz vermez tavrı biraz gerilim yaratmadı değil, öncelikle işten çıkıp bu trafikte nasıl saat 20:00'de Sütlüce'deki bir konsere geç kalınmayacağı konusunda bir hayli kafa yormak gerekiyordu. Kendi özelimde bu sorunu metrobüsle çözdüm. Sonra bir de konser esnasında sessizlik konusu vardı ki, Keith Jarrett, bir öksürük veya telefon sesiyle konserleri yarıda bırakmasıyla nam salmış bir sanatçı. Salonda sayısız anons yapıldı. Herkes çok usluydu, insanlar nefeslerini tutmuşlardı, her an biri bir saçmalık yapacak ve muhteşem konser yarıda kalacak gerginliği dahi konserin büyüsünü bozamadı. Gerçi ikinci yarıda tam Keith Jarrett konsantre olacak ve parçaya girecekken, elini tuşlara dokundurmasıyla bir cep telefonu çaldı ve Keith Jarrett ellerini havaya kaldırarak aman tanrım dedi. Neyseki parçaya tekrar giriş yaptı ve yarıda kesmedi. Bir sonraki parça öncesi bu sefer sayısız kez anons edilmesine rağmen fotoğraf çekmeye çalışan birine ayar verdi. Seyirciyle o ana kadar hiç konuşmadığı halde mikrofona gelerek özetle "anı küçük bir kareye sığdırmaya çalışmak yerine müzik /caz dinlemeye kulağınızı verin" dedi. İçimin nasıl yağları eridi anlatamam, tüm sanatçıların bizim seyircimize bu muameleyi yapması gerekir, müstehaktır, taa ki bizler adam olana kadar. Bu bir iki ufak olay dışında seyirci nasıl mum gibiydi anlatamam, dolayısıyla benim sinirlerime hiç iş düşmedi, ruhumun bir elekten geçerek, irili ufaklı tüm taşlarından kurtulduğunu hissettim. Salon yine eko yaptı, sanki DeJohnette'in davuluna balkonlardan davullarla, zillerle cevap verenler vardı, ama yerimiz çok iyi olduğundan idare ettik. Jarrett'in kariyerinin başından beri, hem albüm yapmak, hem de konserler vermek için sürekli bir araya geldiği 70'lik abilerimiz Gary Peacok ve Jack DeJohnette de yaşlanmayla ilgili korkularımı tamamen gidererek döktürdüler. MUHTEŞEMDİ.

22 Temmuz 2012 Pazar

Caz için Tuhaf Bir Yer

3 mini konseri barındıran bu etkinlik için doğru slogan şu olmalıydı; "Caz için tuhaf insanlar". Konser katılımcıları hakkındaki bitmek bilmez dırdırımdan sıkılmış olanlar, kendi ruh sağlıkları için bu satırları lütfen okumasınlar. Sakıp Sabancı müzesi gibi "nezih" bir mekanda olacak etkinlik için en alt kıyafet kodu herhalde ince kumaş bir pantolon ve gömlek olur diye düşünmüş ve bu şekilde arz-ı endam etmiş iken, konsere gelenlerin büyük kısmının parmak arası terlik ve şortlarla konsere teşrif etmiş olmaları üzerine, zaten bir kendimi yabancı hissetme hali hasıl olmuştu. Bu kendime esasında hiç yakıştıramadığım elitist tonu bir yana bırakmaya çalışsam da, asıl sorun insanların konsere plaj kılığında gelmiş olmaları değil, kendilerini gerçekten plaja gelmiş olduklarını sanmalarındaydı. Hatta bir plaj çok daha sakin ve huzur dolu olabilirdi. "Ayakta" izlenmesi öngörülmüş konser, "yürürken, konuşurken" olarak algılanmıştı ve herhalde müzisyenlere olan saygılarından bu güruh hiç yerinde rahat durmadı, sürekli devinim halindeydi ve sürekli ellerinde içkileri, bağıra çağıra muhabbet etti, ve tabii sürekli sigara içti. Sanatçılardan o kadar utandım ki, gerçekten yerin dibine girmek istedim. Bu insanlar bu mekanlara niye gelir, niye bu müziği dinler gibi yapar (hatta onu dahi yapmaz), gerçi bu soruların cevapları belli. İnsanlara tahammül edemediğimden artık sinemaya kesinlikle gitmiyorum ama onun çözümü kolay. Konser sanatçılarını salonumda ağırlayamayacağıma (ne muhteşem bir hayal değil mi) göre, bu insanlara katlanmaktan veya konserlere gitmemekten başka bir çarem maalesef bulunmuyor. Ben de sigara dumanlarından kaçış dansları yaparak, bağıra çağıra konuşanlardan sakınma amaçlı sürekli yer değiştirerek caz dinlemeye gayret ettim ama gerçekten bitap düştüm.
Konsere gelirsek, ilk olarak geçmişte rahmetli Estbjörn Svensson'un davulcusu olan ve Arkeoloji müzesindeki konserde Lars Danielsson'a davulda eşlik eden Magnus Öström, kendi grubuyla 1 saatlik bir mini konser verdi. Bana çok hitap etmedi, zaten zaman sinirlerimi yatıştırmakla ve kendimi doğru yere konumlamaya gayret etmekle geçti. "Ya gerçekten 1 dakika susuuuun" diye çığlık çığlığa bağırmamak için kendimi bir hayli zor tuttum, ama zaten bağırsam da, o sırada ayakları yorulmaya başlamış terliksi canlılar başka şeylerle meşguldüler, zira oturma yerleri icat etmeye çalışıyor ve müzenin bulabildikleri tüm duvar ve sütunlarına tırmanma girişimlerinde bulunuyorlardı.
Magnus Öström davul
Danıel Karlsson piyano
Andreas Hourdakıs gitar
Thobıas Gabrıelsson bas
 14 Temmuz Cumartesi, 20:00, Sakip Sabancı Müzesi
Ardından daha ilginç ve bu festivalde trompet / saksafon ikilisine olan özlemimi doyuracak bir grup çıktı; Ninety Miles. Bir de isminin marimba olduğunu öğrendiğim bir vurmalı çalgı vardı, çok etkileyiciydi. Müzikle bağı olmayan güruh, müzenin bahçesindeki muhtelif çimenlik alanlara tünediği için de seyir keyfi arttı.
Stefon Harrıs vibrafon, marimba
Nıcholas Payton trompet
Davıd Sanchez tenor saksofon
Edward Sımon piyano
Rıcky Rodrıguez bas
Terreon Gully davul
Maurıcıo Herrera vurmalı çalgılar
Bugge Wesseltoft ve arkadaşları saat 24:00 gibi sahne aldığında, IKSV'nin 24:00'da kaldırdığı (niye konser sonunda değil, bir muamma) deniz motoruna binmezsem, Emirgan'dan Caddebostan'daki evime nasıl döneceğimi bilemediğimden, bir de yukarıda değindiğim üzere yıpranmış olduğumdan,  geceye veda etme vakti gelmişti, dolayısıyla üçüncü mini konseri izleyemedim. Diğer konserlerde dimdik ayakta kalmış sinirlerim, bu sefer beni alaşağı etmişti.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Erykah Badu

13 Temmuz Cuma, 21:00, Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi
Erykah Badu da Antony gibi sahneye çıktığı anda aurasıyla beni hipnotize etti. Çok uzun yıllardır albümlerini dinlerim. Ama yine aynen Antony'de olduğu gibi müziği şahsıyla vücuda gelince özel bir tılsım ortaya çıkıyor. Konser boyunca yerimde duramadım. Arkamdakiler laf eder diye ayağa kalkmaya konserin sonlarına kadar cesaret edemeyince konserin başında merdivenlere akın ederek dans eden gençleri gıptayla izledim, keşke ben de onlara konserin en başında katılsaydım. Neyseki son bir kaç parçada artık zaptedemez hale geldiğim bacaklarımı özgür salıverebildim. Konserin güzelliğini kelimelere sığdırmaya çalışarak kendime de bu satırlara denk gelenlere de işkence etmiyeyim ama aşağıya şu notu düşmeden geçemeyeceğim;
hayır sinirlenmedim ama gerçekten acıdım, bu insanlara acımaktan başka bir şey elimden gelmiyor. Konserin sonlarına doğru iyice bir sevgi kelebeği formuna bürünen Badu seyircilerin arasına girerek onlara dokunmayı arzu ediyor. "hayran oldukları" sanatçıya dokunma mesafesinde olan primitif yaşam formları ne yapıyorlar, telefonlarına sarılıp fotoğraf çekmeye çalışıyorlar, niye? hatıra olsun diye mi? hayır, hiç olur mu, facebook'ta ve artık bir de instragram'da paylaşıp beğeni toplamayı umuyorlar. Yaşadıkları anla ilgilenmiyorlar, başkalarına "bakın neler kaçırıyorsunuz" derken, anı esasında kendileri kaçırıyorlar. Beğenilme arzusu artık hayatlarını hapse almış bir dijital programda bir kaç tıklanmaya indirgenmiş durumda. Bence matrix yavaş yavaş gerçek oluyor. Söyleyecek başka şey bulamıyorum, bu sanal buhran bir yerde çok fena çuvallayacak veya benim gibiler yeryüzünden silinecek. Bu sözleri sadece fotoğraf çekmek için bir tarafını zedeleyenler için değil, konserin büyük bölümünü telefonunun ekranına bakarak geçiren, minik tuşlarına dokunarak dünya'yla ve hayatla bir bağ kurmaya çırpınan garip ve acınası insansı türü için sarf ediyorum.

20 Temmuz 2012 Cuma

Lars Danielsson ve Liberetto

12 Temmuz Perşembe, 21:00, İstanbul Arkeoloji Müzeleri Avlusu 
Festivalin en güzel sürprizi bu konser oldu. Kontrabasçı Lars Danielsson'un müziğini tanımıyordum. Bu sayede çok sevdiğim bir konser mekanı olan Arkeoloji Müzesinin avlusunda yerimizi alırken herhangi bir beklenti içerisinde değildim. Konserin başlamasıyla mükemmel bir ekip Lars Danielsson'un 2012 tarihli son albümü "Liberetto"'dan eserler icra etti ve bizi bizden aldı. Caz gruplarında liderin kontrabasçı olması sık rastlanan bir durum değil, Danielsson hem kontrabasından hem de zaman zaman değiştirerek eline aldığı çellosundan çok farklı ve unutulmaz tınılar çıkardı. Grubun lideri olmasına rağmen performansta ağırlık çok demokratik bir şekilde tüm enstrümanlara dağılmıştı; Yaron Herman piyanoda, John Parricelli gitarda ve Magnus Öström davulda hepimizi büyülediler. Konserin sonunda herkes coşkuyla ayakta alkışlıyordu. Israr üzerine bir kez daha bis yaparak çalmaya başladıkları esere birden ezan sesleri eşlik etmeye başladı. Önce şaşıran fakat bozuntuya vermeyen dörtlü, ezan sesine mükemmel bir şekilde eşlik ederek, insanın hayatta kolay kolay şahit olamayacağı bir anı bize yaşattı.