21 Mayıs 2012 Pazartesi

Pedro Almodovar ve The Skin I Live In (2011)

Bu seneki Cannes Film Festivali başlamışken, geçenlerde bahsettiğim gökkuşağı filmlerini geçen senenin Cannes yarışma filmlerine Almodovar'ın bu son eseri ile ulayalım. Beğendiğim yönetmenlerden olan Almodovar'ın bu filmden önce 15 filmini izlemişim, sanırım bu sayı kariyerinin en başındaki bir iki film dışında uzun metrajlı filmlerinin tamamına tekabül ediyor;

Broken Embraces (Los abrazos rotos) (2009)
Volver (2006)
Mala educación (2004)
Hable con ella (2002)
Todo sobre mi madre (1999)
Carne trémula (Live Flesh) (1997)
La Flor de mi secreto (1995)
Kika (1993)
Tacones lejanos (1991)
Tie Me Up! Tie Me Down! (¡Átame!) (1990)
Women on the Verge of a Nervous Breakdown (Mujeres al borde de un ataque de nervios) (1988)
Law of Desire (Ley del deseo, La) (1987)
Matador (1986)
What Have I Done to Deserve This? (¿Qué he hecho yo para merecer esto!!) (1984)
Pepi, Luci, Bom y otras chicas del montón (1980)

"The Skin I Live In"'e gelirsek, Almodovar'ın son filmlerinde hissedilen karanlık atmosfer bu filmde doruk noktasına ulaşıyor. Önceki Almodovar filmlerinde hüzünle neşe hep bir arada olur, en sinir bozucu durumlarda dahi gülünecek bolca malzeme bulunurdu. Ama yönetmen ilerleyen yaşıyla da birlikte daha olgun daha ciddi filmler yapmaya başladı. "The Skin I Live In" çok ilginç ve düşündürücü bir konuya değiniyor, ama ispiyon vermeden ve izlememişler için filmin tadını kaçırmadan fazla bir şey söylemek mümkün değil. Sadece şu kadarını söyleyebilirim, yanlış vücuda hapsolmuşlarla empati kurmayı kolaylaştıracak, cinsel kimliklerin içinde yaşanılan tenle mi tanımlandığını yoksa içten gelen bir olgu mu olduğunu sorgulayan bir eser. Teoride çok düşündürücü sorular sorduran film, uygulamada bence tamamen sorunsuz değil. Özellikle filmin merkezindeki dönüşümü çok ikna edici bulmadım, örneğin; mükemmel bir oyuncu olan Elena Anaya'nın "Room in Rome"'daki canlandırdığı karakter buraya taşınsaydı yani bu filmde olduğu gibi köküne kadar kadınsı olmasaydı daha iyi olurdu. Eski kimliğe dair izlerin bu kadar lekesiz silinmesi tabii yönetmenin tercihi ve muhtemelen seyirciyi şaşırtma ve söylenenleri iyice vurgulama adına kullanılmış ama dediğim gibi ben biraz daha afallamış, şaşırmış, eski kimliği sesine, hareketlerine yansımış bir portreyi daha inandırıcı bulurdum.
Filmi henüz izlememiş olanların merakını yeterince kaşıdığımı düşünerek geçen seneki Cannes yarışma filmlerinden bu güçlü adayı tavsiye ederek yazımı nihayete erdireyim.

1 Mayıs 2012 Salı

Ettore Scola ve Una Giornata Particolare (1977)

Gökkuşağı filmleri dizisinde son yıllarda çıkmış başarılı bağımsız yapımlara kısaca değindim. Şimdi biraz daha gerilere gidip klasik statüsü kazanmış iki filmden bahsetmek istiyorum. İlki Ettore Scola'nın "Özel Bir Gün"'ü; 1930'larda Hitler Mussolini'yi ziyarete gelince tüm Roma halkı meydanlara akın eder. Büyük bir apartmanda sadece iki kişi kalır; ilki ev işleri altında boğulmuş bir ev kadını (muhteşem Sophia Loren), diğeri aynı apartmanın karşı bloğunda oturan ve faşist rejimlerce en ağır şekilde ezilen kesimlerden birine mensup bir adam (Marcello Mastroanni). Loren'in ev kuşu kafesinden kaçıp karşı bloğun penceresine konunca ikili tanışırlar. Geçen hafta "Weekend"'den bahsederken sözü geçen filmlerle ortak bir paydası var bu filmin, yine iki yabancının arasında kısıtlı zamana sıkışan, imkansız bir dostluk söz konusu. Apartmandaki farklı mekanların kullanılışı, diyaloglar ve özellikle oyunculuklar müthiş. Mastroanni'nin mükemmel oyunculuğunu başta Fellini filmleri olmak üzerine sayısız filmden biliyordum, ama sinema tarihinin en büyük yıldızlarından olan Sophia Loren'in çok az sayıda filmini izlemişliğim vardı. Bu filmde neden büyük bir yıldız olduğu ve ne kadar iyi bir oyuncu olduğu çok net gözüküyor. Ettore Scola'nın da izlediğim ilk filmi, yani kendime başka Scola ve Loren filmleri izleme ödevi veriyorum.