17 Ağustos 2012 Cuma

Cannes 2011 Yarışma Filmleri Değerlendirmesi

Bu kapsamda izlediğim ve not düştüğüm filmleri, beğeni sırama göre 10 üzerinden notlarsam;

Tree of Life – Terrence Malick 10
Bir Zamanlar Anadolu'da – Nuri Bilge Ceylan 9
The Kid With The Bike – Dardenne Kardeşler 9
Footnote – Joseph Cedar 8
We Need To Talk About Kevin – Lynne Ramsay 8
Polisse – Maïwenn Le Besco 8
Le Havre – Aki Kaurismaki 8
The Skin That I Live In – Pedro Almodovar 7
Sleeping Beauty – Julia Leigh 7
L’Apollonide – Betrand Bonello 7
Melancholia – Lars Von Trier 6
Hara-Kiri: Death of a Samurai – Takashi Miike 6
We Have A Pope – Nanni Moretti 5
Drive – Nicholas Winding Refn 4
This Must Be The Place – Paolo Sorrentino 4
La Source de Femmes – Radu Mihaileanu 4

Henüz izleyemediklerim;

Pater – Alain Cavalier
Hanezu no Tsuki – Naomi Kawase

16 Ağustos 2012 Perşembe

Radu Mihaileanu ve La Source de Femmes (2011)

Cannes 2011 yarışma filmleri kapsamında bahsedeceğim son esere gelmeden önce yönetmen Radu Mihaileanu'nun daha önce izlemiş olduğum muhteşem iki filmine değinmek isterim. "Train de Vie" (1998) ikinci dünya savaşında yaşanan soykırımla ilgili yapılmış bence en iyi bir kaç filmden biridir. Bir yahudi köyünde yaşayanlar, başlarına geleceği hissederek bir plan yaparlar. Katliamların yapıldığı kamplara yahudileri taşıyan Nazi trenlerine benzer bir tren inşa ederek, kendi aralarında Naziler ve tutuklu yahudiler olarak ikiye ayrılırlar, tüm köyü bu trenle Alman hakimiyetindeki topraklardan çıkarmak için bir kaçış planı hazırlarlar. Mizahı kullanarak en güçlü mesajları vermesi açısından "Life is beautiful" ile kıyaslanabilecek film, onun kadar ses getirmese de en azından onun kadar başarılı.
Diğer filmi "Va, vis et deviens" (1998) de çok güçlü politik mesajlar içeren bir yapıt. Etiyopya'da yaşayan siyah bir kavimin yahudi oldukları resmen kabul edilince, Dünya'nın her tarafından kabul edildiği üzere bu kavimden de yahudiler İsrael'e kabul edilirler. Ancak ırkçılıktan tarihleri boyunca çok çekmiş olan yahudiler, bu siyah ırktan gelenleri aralarına ayrımcılık yapmadan kabul etmekte çok zorlanırlar.
Bu kaçırılmaması gereken iki filme üçüncü bir film mi eklendi heyecanıyla başlayınca "La Source de Femmes" ciddi bir hayal kırıklığı yaratabilir. Oldukça iyi başlayan film, hemen bizim bir Yeşilçam klasiğimizi anımsatıyor, hatta birebir uyarlaması mı diye düşündürüyor. Hatırlar mısınız "Şalvar Davası"'nı? (1983) Müjde Ar, köye gelip, çalışan kadınların gözünü açan şehirli kadını, Şener Şen de köyün uyanık muhtarını canlandırıyorlardı. Erkeklerin bütün gün kahvede oturdukları, kadınların tarlaya çalışmaya gittikleri düzeni, kadınlar gece yatakta greve giderek değiştirmeye çalışıyorlardı. Kuzey Afrika'nın benzer şekilde tutucu ve geri kalmış bir köyünde, köyün tüm suyunu kadınlar bir tepenin üzerindeki kuyudan taşımak zorundadırlar ve pek çok kadın da bu yolda çocuğunu düşürmüşlerdir. Kadınlar aynı şekilde gece yatakta greve giderek, erkekleri yola getirmeye karar verirler. Yeşilçam versiyonunda, kara mizah tutarlı bir şekilde filmin başından sonuna kadar hissedilir, hatta erkeklerin köye genelev kurmaları, kadınların onlara karşı önlem olarak gizlice şap yedirmeleri unutulmaz sahnelerdir. Radu'nun versiyonunda ise bir noktadan sonra mizah tamamen bir kenara bırakılıyor, film kendini bir hayli ciddiye almaya başlıyor, ve bir baş öğretmen edasıyla didaktikleşiyor. İşte bu noktada bizim (belki bugün seyretsem yönetsel ve pek çok başka açıdan oldukça zayıf ve naif bulacağım) iddiasız "Şalvar Dava"'mızın dahi gerisinde kalıyor.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Takashi Miike ve Hara-Kiri: Death of a Samurai (2011)

Takashi Miike gibi kendini kanıtlamış yönetmenlerin, büyük başyapıtların tekrar çekimlerine kalkışmalarına anlam veremiyorum. Henüz izleyemedim, ama Kobayashi'nin "Harakiri"'si (1962) eğer yeterli sayıda kişi oy vermiş olsa (bugün itibariyle en az 25.000 kişinin oylamış olması gerekiyor) IMDB top 250 listesine ilk 50 sıradan girecek bir değerlendirme almış durumda. IMDB'nin listesi Dünya genelinde sinemaseverlerin ortak paydasını temsil ettiğinden, benim hiç onaylamadığım popüler eserler çok üst sıralarda yer bulabiliyor. Mesela "The Shawshank Redemption" (1994) birinci ve "Godfather 2" (1974) üçüncü sırada ki, bu iki film benim en iyi ilk 1000 listemde dahi bulunamazlar. Yine de listede iyi filmler kötü filmlere ciddi şekilde ağır basar. Dolayısıyla böyle bir listeye 1962'de çekilmiş siyah beyaz bir japon klasiği üst sıralardan girme potansiyele sahipse, her namlı yönetmene bu filmin tekrarından uzak durmayı salık vermek gerekir.
Miike bence Japonya'dan çıkan en iyi yönetmen değil, ama sıradışı filmografisiyle en çok ses getiren yönetmen. Eserlerinde genelde sınırları zorlaması, beni de zorladığından, özellikle de "Audition"'ı (1999) seyrederken bayılma tehlikesi geçirdiğimden, filmlerine oldukça temkinli yaklaşıyorum, ve genelde izlememeyi tercih ediyorum. İlk izlediğim filmi 2001 yapımı "Visitor Q" esasında yönetmen hakkında uyarı sinyalleri veriyordu. Kayda değer görmediğim bir polisiye TV filmi "Kôshônin"'e denk gelmişliğim vardı. Ama Miike ile ilgili atlatmış olduğum en tehlikeli durum "Dead or Alive 2"'nin 2003 İstanbul Film Festivali için altyazı çevirisini yapmış olmam. O zaman henüz "Audition"'ı izlememiştim, ve başıma gelebileceklerden habersizdim. Neyseki "Dead or Alive" abzürt bir suç filmi çıktı da ucuz atlattım.

Çok üretken bir yönetmen olan Miike'nin diğer filmlerinden hassasiyetle uzak dururken, Cannes 2011 yarışma filmlerinden eksiğim kalmasın diye, elimde kumanda (her an görüntü & ses kısabilme adına) "Harakiri"'nin karşısına geçtim. Film başladıktan kısa bir süre sonra kumandayı bir yana bıraktım, çünkü karşımda deneysel, uç noktalarda bir film değil, klasik bir samuray hikayesi bulunuyordu. Ama tabii ki Miike'ye güvenmediğimden Harakiri sahnelerinde sesi ve gözlerimi kapatmayı ihmal etmedim. Çok güçlü bir sinematografi, iyi oyunculuklarla bezenmiş eser, Japonya'da yıkılan beyliklerle işsiz kalan samurayların, paralı lordların karşısına çıkarak, fakirlikle yok olan onurlarını harakiriyle kurtarmayı istemeleri üzerine kurulu. Bunun ne kadarı lord'lara kendilerini acındırarak para koparma amacıyla, ne kadarı bir onur mücadelesi, filme bırakalım. İlk başta oluşan intiba, hikayenin geriye dönüşlerle, farklı perspektiflerden gerçekleri göstermesi üzerine değişebiliyor. Bana biraz Kurasawa'nın muhteşem "Rashomon"'unu (1950) anımsattı. Filmin Cannes'da gösterilen ilk 3D film olduğunu da not düşelim.
Gelelim eleştireceğim kısımlara, filmin ilk yarısı çok çok iyiyken, ikinci yarıda tempo inanılmaz düşüyor, film söyleyeceğini çoktan söylemiş ve mesajını vermiş olduğundan bu ikinci kısım iyice bir anlamsızlaşıyor, mesajın vurgulandığı final sahnesi de fazla abartılı ve gereksiz, filmin inandırıcılığına esaslı bir darbe vuruyor. Filmin orijinali nasıl diye merak ettim, ama Miike birebir çektiyse, bu ağır ikinci bölümü bir kez daha izlemeyi göze alabilir miyim bilemiyorum.

14 Ağustos 2012 Salı

Joseph Cedar ve Footnote (2011)

Zaman zaman İsrael yapımı çok çok iyi filmlere denk geliyorum. Cannes 2011 de böyle bir filmle ve yönetmeniyle tanışmama vesile oldu. Oldum olası dram dozu iyi ayarlanmış baba-oğul gerilimi söz konusu olunca, filmler beni hemen içine çekiyor. Bu filmde de aynı dalda iki profesör baba-oğulun içten içe rekabetine tanıklık ediyoruz. Oğul başarılarıyla, babasını oldukça gölgede bırakmıştır, aksi ve uç noktada asosyal olan baba durumu böyle görmemekte ve haksızlığa uğradığını düşünmektedir. Baba, ulusal bir bilim ödülüne layık görülünce olaylar seyrini almaya başlar. Oyunculukların çok iyi olduğu filmde, yönetmen de portreleri çizerken harikalar yaratıyor. Yoğun dram, mizahla hafifliyor, ama hiçbir şekilde eksilmiyor, bu da sömürünün önünü tamamen kesiyor. Film boyunca sessizliğin hakim olduğu bir gerilim yoğun ve patlamak üzere bir fırtınaya hazırlıyor seyirciyi, ancak (dikkat ispiyon geliyor) yönetmen (ve tabii senarist) bu beklentiyi bilinçli bir şekilde karşılamıyorlar, film boyunca yaptıkları gibi, pek çok ögeyi seyircinin hayalgücüne bırakıyorlar. Bu kararlarına çok saygı duyuyorum, keza her şeyin "armut piş, ağzıma düş" şeklinde servis edildiği filmler, seyircinin zekasına ve hayalgücüne hakaret gibi geliyor çoğu zaman. Ama özellikle finalde, büyük ihtimalle mutlak bir deşarj ihtiyacı içimde olduğumdan, tatminsiz kaldım, ruh halimde buruk bir tat bıraktı, o biriken tüm enerjinin bir şekilde boşalması gerekiyordu, ama hiç işaretini vermeden pat diye filmi bitirdiler. Eminim sebep, bütün film boyunca finale yüklenen birikimin hakkını veremeyeceklerini düşünmelerinde değildi, ama yine de yoğun bir şekilde öyle bir his bıraktı.
Sonuç olarak kaçırılmayacak bir yapıt.

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Julia Leigh ve Sleeping Beauty (2011)

Julia Leigh'in ilk uzun metrajlı filmi "Sleeping Beauty", adının çağrıştırdığı gibi bir Disney "Uyuyan Güzel" uyarlaması değil. Zaten öyle olsaydı büyük ihtimalle Cannes 2011 yarışmacıları arasında bulunmazdı. Gerçi ismin tesadüf olduğunu sanmıyorum, tabii bilemiyorum, ama bence o masal dünyasına ironik ve esaslı bir gönderme var. Bununla ilgili daha fazla yorum yaparsam filmle ilgili ciddi ispiyon vermiş olacağım. Emily Browning'in büyük başarıyla canlandırdığı genç üniversite öğrencisi Lucy, hızlı tüketen, tükettiği her şeyin içini de hızlıca boşaltan günümüz toplumunda, yönünü tamamen kaybetmiş bir karakter gibi duruyor, ama suratında afallamış bir ifade yok. Hayata karşı umarsız bir tavır takınmış olan Lucy, görünürde fazla bir duygu belli etme potansiyeli de barındırmıyor. Geçimini sağlamak için seçtiği yollarda izleyici olarak sık sık "dur, yapma" refleksini göstersek de, o kaybedecek bir şeyi varmış gibi durmuyor. Niye "Uyuyan Güzel" olduğu konusuna hiç girmeyeceğim, ama filmin insanı boğmayan bir sembolizmle dolu olduğu aşikar. Yavaş temposu, sıradışı tarzı ile festival izleyicilerinin kesinlikle izlemesi ama anaakım seyircilerinin uzak durması gereken bir eser.

12 Ağustos 2012 Pazar

Betrand Bonello ve L’Apollonide (2011)

Bonello'nun Jean-Pierre Léaud'lu "The Pornographer"'ı (2001) izlenecekler listemde, ama önce kısmet 10 sene sonra çektiği "L'Apollonide"'i izlemekmiş.
Film, ismini 1800'lerin sonlarında Paris'te bulunan bir genelevden alıyor. Bu gerçekten olmuş bir genelev değil, ancak sayısız benzerinin oldukça gerçekçi bir benzeri. Tabii gerçekçilik hissini veren, bu genelevleri tecrübe etmiş olmak değil, filmin bir belgesele yaklaşan tarzı. Filmin bir başı, ortası, sonu, dolayısıyla bir hikaye örgüsü yok, yani o dönemdeki Paris genelev hayatından bir kesite şahitlik ediyoruz. Kadınların toplumdaki sorunlu durumları, varolabilmek için vücutlarını satmak zorunda kalmaları, onları paralarıyla satın alan erkeklerin şımarık, şişik, vahşi egoları esasında kadına şiddetin yoğun şekilde gündemde olduğu şu günlerde, geçen bir yüzyılda bir arpa boyu yol alınamadığına dair vurucu bir ayna tutuyor.

Filmin çekimleri, yarattığı atmosferi, oyunculuklar çok başarılı, ancak neredeyse tek mekanda geçen klostrofobik, karanlık atmosferi ve ağır ritmi, filme "şen şakrak hoş hatunlar görelim, gözümüz, gönlümüz açılsın" beklentisiyle yaklaşan izleyici kesimini büyük bir hayal kırıklığına uğratabilir.

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Paolo Sorrentino ve This Must Be the Place (2011)

Sorrentino, bol ödüllü "Il Divo"'su (2008) ile Cannes'da da jüri ödülü almıştı. İkinci Dünya savaşı sonrası sayısız kez başbakanlığı üstlenerek, İtalya yakın tarihinin en önemli figürlerinden biri olan Giulio Andreotti'nin portresini çizen film, bu ülkenin yakın tarihini bilmeyenler için de rahatlıkla izlenebilen ve başarılı bir yapıttı.
Sorrentino, 2011'de Cannes film festivalinin sinema çizgisinden en çok sapan bir yapıtla karşımıza çıktı. Filmin merkezinde, aykırı rollerin aykırı oyuncusu Sean Penn tarafından canlandırılan, 1980'lerden kalma, ilerlemiş yaşına rağmen, o döneme ait çılgın makyaj-saç-kıyafet tarzını korumuş varlıklı bir rock/metal starı var. Garip konuşma ve hareket etme tarzı da yine o dönemin aşırı uyuşturucu tüketiminden kalma bir hasarı mı var diye düşündürtüyor. Bana çizilen portre hiç inandırıcı gelmedi, oldukça karikatürize buldum. Filmin hikayesi de bir hayli abzürt, keza bir alışverişe gidip gelmesi dahi izleyiciyi yoracak derecede efor gerektiren yaşlanmış bir rock starı, babasına Auschwitz'deki kampta işkenceler yapmış birinin peşine düşüp ülkeyi boydan boya bir hafiye gibi dolaşıyor. Tüm abzürtlükler, sıradışı karakterler ortaya müthiş bir film de çıkarabilirdi, ama kanaatimce bu eserin kimyası tutmamış, ben ikna olmadım.

10 Ağustos 2012 Cuma

Nanni Moretti ve Habemus Papam (2011)

Nanni Moretti'yle ilgili son dönem hayal kırıklığımdan şu yazıda bahsetmiştim. 5 sene boyunca film çekmedi ve arada bir de çok kötü bir filmde rol aldı. Neyseki Cannes 2011'de yarışan "We have a Pope" ile yönetmenliğe döndü. Eski formundan çok uzakta da olsa, umut ışıkları var. Tam da Moretti mizahına uyacak bir konu seçmiş, Vatikan'ın yeni seçilen Papa'sı, seçildiği anda sırtına aldığı sorumluluğun ağırlığıyla panikliyor, ve bu görevi yerine getiremeyeceğini söylüyor. Vatikan'ın önünde birikmiş büyük kalabalık yeni seçilmiş dini liderlerini görmek için heyecanla beklerken, Papa bu görevi reddediyor, yapamayacağını söylüyor. Vatikan'da kardinallerin Papa olabilme hırsları sayısız filme, kitaba konu olmuşken, böyle bir olasılık ne kadar inandırıcılıktan uzak olsa da, zaten filmin gerçekçi olma gibi bir amacı bulunmuyor. Papa'nın herkes gibi bir insan olduğu, gökden zembille inmediği mizahi bir dille anlatılıyor. Moretti de, Vatikan'a Papa'ya destek olması için çağırılan bir psikoloğu canlandırıyor. Esasında iyi bir malzeme ve Papa rolünde muhteşem bir Michel Piccoli var, ama Moretti bu malzemeyi iyi kullanamıyor. Özellikle ilk yarım saatte, film söyleyeceği her şeyi zaten söylemiş olduğundan, geriye kalan kısım sadece sıkıcı olmaktan öteye geçemiyor.
Sevgili Moretti, sen bundan çok daha iyisini yapabilirsin.

3 Ağustos 2012 Cuma

Aki Kaurismäki ve Le Havre (2011)

2011 Cannes yarışmasının, güçlü yönetmenler ve filmlerle donanmış olduğunun kanıtlarından biri de Aki Kaurismaki'nin son şaheseri. Bu güncede sık sık bahsediyorum, bir imzası olan yönetmenleri çok seviyorum. Kaurismaki'nin herhangi bir filminden herhangi bir kareyi, sadece tek bir kareyi size gösterseler, filmin yönetmenini rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. Filmin mekanının Finlandiya yerine bu sefer Fransa'nın kaçak göçmen kaynayan liman şehri Le Havre'da olması da hiçbir şey değiştirmiyor, çünkü Kaurismaki'nin kendine has ışık / dekor kullanımı, mekandan bağımsız kendini gösteriyor. 
Kaurismaki'nin daha önce izlemiş olduğum filmleri;
Lights in the Dusk (2006)
The Man Without a Past (2002)

Ariel (1988)
Önceki filmlerden göz aşinalığımız olan Kati Outinen, başrolde André Wilms ile birlikte sevimli bir çifti canlandırıyor. Ucu ucuna geçinebilen, yaşı da ilerlemiş bir ayakkabı boyacısı, kendi hayatındaki tüm zorluklara rağmen, yardıma muhtaç bir kaçak oğlanı himayesi altına alıyor. Kaurismaki, her zamanki gibi dramla mizahı iç içe geçirdiği, az diyaloglu, yavaş tempolu özgün anlatım tarzını koruyor. Diğer filmlerine kıyasla daha iyimser, umudun varolduğu bu filmde, bence melankolinin kıvamı tam tutmuş, ne eksik, ne de fazla. Kaurismaki sinemasına giriş için çok isabetli bir film. Bu filmi beğenenler, diğer filmlerine de yelken açabilirler.

2 Ağustos 2012 Perşembe

Maïwenn ve Polisse (2011)

Yarışmanın en güçlü filmlerinden "Polisse", Paris'teki bir polis merkezinde "çocuk/genç" departmanına odaklanıyor. Görevleri, istismar edilen ve/veya sokakta kalan çocukları sağlıklı büyüyebilecekleri kurumlara yerleştirmek, onları istismar edenleri adalete teslim etmek, suç işleyenlerini yakalamak vs. Bu konuda tamamen uzmanlaşmış bir ekibi, bu filmdeki gibi canla başla ve tüm ruhlarıyla mücadele ederken görünce çok etkilendim. Bizim ülkemizle aradaki uçurum gerçekten çok can acıtıcı. Gerçi onlar da duyarsız/politik amirlerinden çok çekiyorlar, ama yine de bahsettiğim az buz bir uçurum değil. Bir de filmin, belgesele yaklaşan gerçekçiliği eklenince, bir hayli vurucu bir eser çıkmış ortaya. Bütün yürek parçalayan hikayecikler sadece izleyiciyi değil, filmde görevli ekibi de duygusal olarak sarsıyor, yani çağımızın vebası yabancılaşma/robotlaşmadan nasiplerini henüz alamamışlar. Eleştireceğim tek yan, dikkati hikayeden biraz dağıtan amirlerin bireysel dramlarında, özellikle aşk hikayeciği biraz eğreti duruyor. Yönetmen Maïwenn'i oyuncu olarak gözüm ısırıyor, ama yönetmen olarak ilk defa izledim. Filme kadın duyarlılığının işlediği zaten çok belli, hararetlen tavsiye ederim.

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Nuri Bilge Ceylan ve Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)

Mayıs ayında 2011 Cannes Film Festivali Yarışma filmlerine değinmeye "The Skin I Live In" ile başlamıştım ama sonra film kopmuştu. Kaldığım yerden devam etmeye gayret edeyim.
Nuri Bilge Ceylan benim için sadece Türkiye'den çıkmış en iyi yönetmen değil, Dünya'daki en iyi yönetmenlerden bir tanesi. Zaten Cannes'da da pek çok ödül alarak bunu belgelemiş oldu. Özellikle "Uzak"'la başlayarak ardı ardına başyapıtlar veriyor. Pek çok kimsenin eleştirdiği "İklimler" de bence çok çok iyi bir film, bu filmde tek hatası başrolü kendi oynuyor olması. Eğer diğer filmlerinde yaptığı gibi, mükemmel oyuncu seçimlerinden bir tanesini de bu filmde sergilemiş olsaydı, bu film çok daha özel bir yere konumlanabilirdi. Nuri Bilge sinemasının doruk noktasına ulaştığı film bence "Üç Maymun"'dur. Muhteşem kareler, mükemmel oyuncularla buluşur, ve Nuri Bilge'ye has özgün dil en sade haliyle vücuda gelir. Durağan kamerası, asgaride tutulan diyalogları, iç sesle konuşmanın iç içe geçtiği harika montajlar, bu filmden gerçekten çok etkilenmiştim, benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden biridir.

Nuri Bilge'nin filmografisi;
Bir Zamanlar Anadolu'da (2011)
Üç Maymun (2008)
İklimler (2006)
Uzak (2002)
Mayıs Sıkıntısı (1999)
Kasaba (1997)
Koza (1995)
2011 Cannes'da yarışan ve hak ederek ödül alan son filmine geldiğimizde, yine eşine hiç rastlamamış olduğum bir görsellik şöleniyle karşılaştım. Bir cinayeti aydınlatmak üzere polisler, jandarma, savcı ve adli doktordan oluşan bir ekip zanlıyla birlikte Anadolu'nun ücra bir kasabasında geçe vakti yollara düşüyor. Zifiri karanlığın hakim olduğu doğayı sadece araç ışıkları aydınlatıyor. Bu nasıl bir kameradır, nasıl objektifdir bunlar, acaba uzaylıların yeryüzünde unuttukları bir teknoloji midir, bilemiyorum, Nuri Bilge gibi özel bir yönetmenin elinde harika sonuçlar çıkıyor ortaya. Filmin ilk yarısı ses kapatılarak sadece görüntüler dahi de izlenebilir. Filmin zenginliği tabii ki sadece görselliğinde değil, yine önceki Nuri Bilge filmlerinden bildiğimiz üzere gerçekten hayattan koparılıp film edilmiş gibi duran, en derinine kadar, müthiş oyunculuklarla verilmiş karakter tahlilleri söz konusu.Tüm film boyunca eğreti/ gereksiz duran hiçbir laf edilmiyor. Başta muhtarın evinde verilen mola olmak üzere tekrar tekrar izlenmesi gereken o kadar çok sahne var ki, eminim her seferinde karelere, satır aralarına gizlenen sayısız yeni gizemler, hikayecikler bulmak mümkün olabilir. Sistemin çarpıklığı ve herkesin kendi derdinde olması, odakta olması gereken cinayeti tamamen arka plana iterken, bu bir eleştiriden çok izleyiciye tutulmuş bir ayna gibi, kimsi yadsıyacaktır, kimi kanıksayacaktır.
Nuri Bilge Ceylan'ın sinemasını sevenler, ağır tempolu filmlerle ilgili sıkıntısı bulunmayanlar bu filmi kesinlikle çok beğenecekler.