11 Temmuz 2013 Perşembe

Gezi


Bu güncede siyasete bulaşmayı ne kadar istemesem de, bugün düşündük ve hissettiklerimi yarınki bana anlatma, hatırlatma emeliyle birkaç cümleyi buraya not düşme ihtiyacı içerisindeyim. Ayrıca bu konuda iki kelam etmeden, film, konser yazılarına devam edemeyeceğimden, bu güncenin de sonu iyice yaklaşacak.

Toplumumuzun tüm kesimlerinin o veya bu sebeple hırpalandığı, ancak tarihe (her kesime göre farklı yorumlanabilecek sonuçlarıyla) iz bırakacağı kesin olan bir zaman diliminden geçiyoruz. Ben de direnmenin fiziki yorgunluğunun yanı sıra, fiziken direnmekten fazlasının şu aşamada elimden gelmemesi ve bu dirençten bir türlü arzu ettiğim ve inandığım içeriklerin çıkmamasının verdiği manevi yorgunluktan mağdurum. 

Bu topraklardaki on yıllardır, esasında yakın tarihe dikkatli bakınca yüz yıllardır süregelen kutuplaşma giderek yumuşayacağına maalesef giderek keskinleşiyor. Her ama her konuda iki aşırı uçtan birinde saf tutmayı toplumsal bir gelenek haline getirdik. Kendimi hiçbir gruba yakın hissetmiyorum, çünkü bu grupların neredeyse tamamı her konuyu “Siz”, “Biz” ve “Onlar” kategorilerinde yorumluyor. “Hepimiz” diyen, “İnsanız” diyen yok, kimi entelektüel birikimini, kimi dinini, mezhebini, kimi kanını üstün görüyor. En üzücüsü de, eğitim seviyesi yükseldikçe azalması beklenen ön yargıların daha da kemikleşmesi. Bu da nesillerin ne kadar ezberci, ne kadar vesayetçi, ne kadar dogmatik beslendiğinin çok net bir göstergesi. 

Uzun yıllardır apolitik olmakla itham edilen son nesil (ki bence de gerçekten çok apolitiklerdi) gezi olayları ile bir silkelendi, internet sayesinde çok hızlı koordine olabildi, Dünya’daki benzer örneklerden feyzalabildi ve çok farklı kaynaklardan beslenebildi. Ancak ilk bir iki günün sonunda, bu hareketin derinlik kazanması ve argüman üretebilmesi için yeterli vakit olmadığından ve/veya sayıca ve ses tonuca baskın bir “cumhuriyet mitingi” zihniyetinin parka hızlıca hakim olması sonucunda, günlerce hatta haftalarca Taksim’de ve diğer direnişlerde duyabildiğimiz en baskın slogan “Hükümet istifa” olabildi. Bunun ne kadar sığ ve eğreti bir talep olduğu ve gezi direncinin ruhuna ne kadar aykırı olduğunu anlayabilmek için bugün Mısır’da Tahrir meydanına 5 dakika gözleri çevirmek yeterli. Öyle veya böyle işleyen demokratik bir ülkede seçimle gelmiş bir partinin gidişi ancak ve ancak seçimle olmalıdır. Toplumun bir kesimi istedi diye toplumun diğer bir kesiminin oylarıyla iktidara gelmiş bir parti devrilmez, devrilmemeli. Bu topraklarda ve tüm Dünya'da bunun aksi oluşumların o yörelerin halklarına ne kadar ağır faturalar çıkardığı aşikarken, bunun aksini hayal etmek dahi en haklı davanın meşruluğuna zarar verir.

Ülkemizin en ciddi sorunlarından biri gerçekten de siyasi muhalefetin zaafları ve eksikleri. Ancak sadece siyasette değil, tüm bireylerin zihnindeki muhalefet anlayışının değişmesi gerekiyor. Muhalefet, “iyi” “kötü” ayırmadan, kendi dünya görüşünde olmayan birilerinin her söylediğine kafadan “hayır” demek veya kendi görüşlerini karşı tarafa ültimatomlarla dayatma anlayışı olmamalıdır. Evet bugünkü iktidarın ve de onun liderinin son derece dayatmacı bir üslubu bulunmaktadır, kendi dünya görüşlerini etraflıca bir toplum mühendisliğine soyunarak hayata geçirme gayretleri ve bu çabalarını da dayandıkları oy tabanlarının sayıca çokluğuyla meşrulaştırma girişimleri bulunmaktadır. Zaten bardağı taşıran da bu anlayış olmuştur, ama maalesef bu anlayış cumhuriyet tarihi (ve öncesi) boyunca görülmüştür. Kitlelerin ilk kez karşılaşmışcasına şaşkınlık içerisinde olmaları esasında şaşırtıcıdır. En basitinden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin icraatlerini tarafsız kaynaklardan okuyanlar, tarihin ne kadar "şaşırtıcı" bir şekilde tekerrürden ibaret olduğunu göreceklerdir, darbeler arasına serpiştirilmiş demokratikleşme çabaları da hep aynı hastalıktan muzdariptir. Dolayısıyla artık kemikleşmiş bir vesayetçi tarza aynı üslup ile karşılık vermek, cumhuriyet tarihi boyunca pek çok sebeple ezilmiş ve toplum mühendisliğinin alasına maruz kalmış (başta mütedeyyin kesim olmak üzere) tüm kesimlere bir gözdağı vermeye çalışmak, bu topluma hiçbir zaman çok hak ettiği barış ve huzuru getirmeyecektir. Tam tersine, güç sadece bir odaktan diğerine geçip duracak ve bu gücün altında halkın ezilmesi, kinle beslenmesi ve kutuplaşması sürmeye devam edecektir.

Meydanlarda hükümet devirmeye değil, kısıtlanan özgürlüklere ve vatandaşlık haklarına, gezi olaylarının çıkış noktası olan, bireylerin yaşadıkları mekanların, onlara danışılmadan yukarıdan dayatmacı usullerle dönüştürülmesine karşı çıkılmasına odaklanılması gerekir. Bu taleplerin, toplanarak, protesto ederek, slogan atarak, ama hiçbir şekilde şiddete bulaşılmayarak iletilmesi son derece meşrudur. Ancak doğru içeriklerin ve haklı taleplerin dile getirildiği tepkiler toplumun tüm kesimlerini kucaklayabilir. İktidara oy vermiş kesimlerin ötekileştirilmediği, aşağılanmadığı bir ortamda, o kesimlerden de bireyler yanlış bulduklarını dile getirme arzusunu/cesaretini gösterebilirler. Başta siyasiler olmak üzere, öfkeyle hareket eden her kesim, olayları/insanları sadece siyah ve beyaz olarak görmeye adeta ant içmiş bir şekilde, toplumsal depresyonun en diplerine doğru yol almakta. Sonsuz renk yelpazesinin, tüm renkleri emen, veya tümünü reddeden, yani esasında hiçbir rengin kendini göstermesine imkan tanımayan iki uç tonunda düşünmeye meyilli bir toplumun aradığı huzuru bulması zaten mümkün değildir. 

Gezi olaylarında bana en çok ümit veren ve en sahip çıkılması gerektiğini düşündüğüm olgu, farklı kesimlerin kardeşliği idi. Her türlü dini inancın, etnik kimliğin birbirine karşılıklı sevgi ve saygı ile bir araya gelmesi, hatta 3 büyük spor takımının kanlı bıçaklı taraftarlarının buluşması, şimdilerde yeryüzü sofralarında herkesin birlikte iftar açıyor olması, kardeşlik özleminin ve potansiyelinin ne kadar büyük olduğunun birer göstergesi. Bu kaynaşma tüm ülkeye yayıldığında sorunlar kendiliğinden çözülecek ve birlikten gerçekten özgürlükçü bir güç doğacak. Bir de mizah anlayışının bu kadar gelişmiş olması, mizahın tansiyon düşürmedeki etkisi düşünüldüğünde son derece olumlu bir rol oynayacak. Bu mizah anlayışı daha geniş kitlelere ve dolayısıyla da meclise nüfuz ettiğinde sorunların çözümü çok daha kolay olacak.

Son söz olarak en büyük arzum, toplumumuzun tüm kesimlerini kucaklayan, bireylerin temel özgürlük haklarına saygılı, hoşgörülü, “Çoğunluk bizde, biz ne dersek o olur, biz halk için neyin iyi olduğunu halktan daha iyi biliriz” demeyen, vesayetçi anlayışın karşısında duran, mizah sahibi, kendisini eleştirebilen, eleştirten, sürekli gelişen, yerinde saymayan bir siyasi oluşumun bir an önce filiz vermesi. Kendimi hayatımın hiçbir döneminde siyaseten temsil edilmiş hissetmedim. 1% de oy alsa, benim gibi düşünenlere umut aşılayacak, gerektiğinde katkı sağlayabileceğim bir oluşum diliyorum.