15 Aralık 2013 Pazar

2012 Cannes Yarışma Filmleri

Son günlerde not düştüğüm filmler, 2012 Cannes film festivalinin yarışma bölümünden idiler. Daha önce belirttiğim üzere, geriye kalan filmleri de sene başında izlemiş ama günceye aktaracak fırsat bulamamıştım. Şimdi hepsini 10 üzerinden notlayarak ve beğenime göre sıralayarak sanal hafızama kaydedeyim. Böylece bu dosyayı burada kapatarak 2013 yarışma filmlerine yelken açabileyim.

Amour - Michael Haneke 9
Jagten - Thomas Vinterberg 9
On the Road - Walter Salles 8
Paradies: Liebe - Ulrich Seidl 8
Post Tenebras Lux - Carlos Reygadas 8
Holy Motors - Leos Carax 7
The Angels' Share - Ken Loach 7
Like Someone in Love - Abbas Kiarostami 7
Reality - Matteo Garrone 7
In Another Country - Hong Sang-soo 6
Beyond the Hills - Cristian Mungiu 6
Moonrise Kingdom - Wes Anderson 5
Cosmopolis - David Cronenberg 5
The Paperboy - Lee Daniels 5
De rouille et d'os - Jacques Audiard 4
Vous n'avez encore rien vu - Alain Resnais 4
Mud - Jeff Nichols 3
Killing Them Softly - Andrew Dominik 2
Lawless - John Hillcoat 1

14 Aralık 2013 Cumartesi

Carlos Reygadas ve Post Tenebras Lux (2012)

Reygadas sinemasıyla yıllar önce İstanbul Film Festivali'nde gösterilen "Japón" (2002) ile tanışmıştım. Yönetsel gücünden ve görselliğinden etkilenmekle birlikte kullandığı sembolik dili anlamlandırmakla zorlanmıştım. Daha sonra izlediğim Batalla en el cielo (2005) 'dan ise pek etkilenmemiştim. Son filmi Post Tenebras Lux'u ise çok etkileyici buldum. Reygadas'ın ne kadar güçlü bir yönetmen olduğunu gözler önüne sererken, içerik olarak da son derece özgün bir eser var karşımızda. Ağır temposu, Lynch'vari gizemler, çizgisel ilerlemeyen kurgu, gerçekle rüyaların iç içe geçmesi, kafa karıştırıcı metaforlar güzel bir karışım olmuş. İzlediğim her şeyi anlamlandırabildiğimi söyleyemem ama zaten tüm cevapları hap şeklinde servis eden filmler tercihim olmadığından, bana çok hitap etti.

13 Aralık 2013 Cuma

Abbas Kiarostami ve Like Someone in Love (2012)

İran sinemasının en değerli başyapıtlarına imza atmış olan Kiarostami'nin İran dışına çıkmasıyla ilgili üzüntümü şu yazıda dile getirmiştim. Şimdi bir adım daha ileri gidiyor ve bir Fransız yapımını Tokyo'da Japon oyuncularla yönetiyor. Son derece sade bir hikaye anlatması, ve öykünün örgüsü, kendimi çok zorladığımda bana Kiarostami'nin çok hafif imzasını hissettiriyor, ama dediğim gibi ancak kendimi çok zorladığımda. Tersten gidip filmden Kiarostami'ye varmaya kalksam, bu gerçekten de imkansız. Net olarak hissettiğim, bu filmin Japon bir yönetmene ait olmadığı. Filmin başı bize hiçbir karakteri ve olayı anlatmadan giriyor, dolayısıyla taşların yerine oturması biraz zaman alıyor. Filmin merkezindeki tema da akıllara hiç Japon kültürünü değil, daha ataerkil, maço bir kültürü, hatta rahatlıkla İstanbul'da geçebilecek bir hikayeyi anlatıyor. Daha fazla ispiyon vermeden, kalburüstü ama hafızalarda bir süre sonra kendi kendini imha edecek bir filmle karşı karşıya olduğumuzu iletelim.

12 Aralık 2013 Perşembe

Jeff Nichols ve Mud (2012)

Mud, 2012 Cannes Film Festivaline yakıştıramadığım filmlerden bir tanesi. Nichols'ın "Take Shelter"'ını (2011), özellikle de başrol oyuncusu Michael Shannon'un yorumunu çok beğenmiştim. Nichols, bu filminde de aynı oyuncuyla çalışmak istemiş, ama bu maalesef olmamış. Maalesef diyorum, çünkü onun yerine tercih ettiği Matthew McConaughey, kendisinden beklendiği üzere tam facia bir performans ortaya koyuyor ve zaten Hollywood tarafından sayısız kez çiğnenmiş klişe bir malzemeyi sayısız mantık hatasıyla harmanladığından dolayı belini doğrultması imkansız olan filme son darbeyi vuruyor. Hem McConaughey hem de onun karakterinin çevresindeki hikaye bir paranteze alınsa, geriye izlenebilir bir ergenlik hikayesi kalırdı, ama bu gözardı edilemeyecek kadar büyük bir parantez olduğundan, film nezdimde sınıfta kaldı.

11 Aralık 2013 Çarşamba

Matteo Garrone ve Reality (2012)

2008 yapımı "Gomorra" ile takip edilecek yönetmenler listeme en üst sıradan giren Garrone bir sonraki filmi için tam 4 sene bekletti. Türkiye'de sanırım"Biri bizi gözetliyor" ismiyle geçmişte yayınlanmış olan, Dünya'da ise "Big Brother" olarak geçen reality (gerçeklik) şovunun insanlar üzerindeki etkileri, esasında onları ne kadar gerçeklikten uzaklaştırdığına dair etkin bir sosyal kritikle birlikte anlatılıyor. Bir kasabada balıkçılıkla geçinen ailenin baba karakteri, çocuklarının, bir alışveriş merkezinde gerçekleştirilen çekimlere katılmasını istemeleri üzerine bir deneme çekimi yapıyor, sonra da binlerce kişinin çağrıldığı ikinci bir seçme için Roma'ya davet ediliyor. İşte bu noktada hem kendisinin hem de çevresinin "gerçek"lerle ilgili sorunları başlıyor. Filmin içeriğinden çok yaşamakta oldukları eski binanın mimarisine hayran kaldığımı belirtmeliyim. Şu anda her tarafa marifetmiş gibi dikilen dümdüz beton kütlelerin niye alternatifi olamıyor anlamak mümkün değil.

10 Aralık 2013 Salı

Walter Salles ve On the Road (2012)

Cannes Film Festivali, bu güncede sık sık vurguladığım üzere referans aldığım, takip ettiğim tek film festivali. Her yıl festivalin düzenlendiği zamanlarda, bir önceki yılın en iyi film adaylarını izlemeyi tatlı bir gelenek haline getirdim. 2013 festival zamanı civarında da 2012 yarışma filmlerinin büyük bir kısmını izlemiştim. Aradan çok zaman geçtiği için o filmleri artık tek tek not düşemeyeceğim, ama henüz yeni izleme olanağım olmuş olan birkaç filmden bahsettikten sonra, hepsini birlikte listeleyerek kendimce notlayacağım.
Bu filmlerden ilki olan "On the Road" 2012 altın palmiye adayları içinde en beğendiğim filmlerden biri oldu. "Central do Brasil" (1998) ve "Diarios de motocicleta" (2004) gibi filmleriyle gönlümde taht kurmuş olan Walter Salles'in filmi olması itibariyle zaten çok beğeneceğimi tahmin ediyordum. Jack Kerouac'in çok iyi bilinen başyapıtı kitabını okumamıştım, ama filmi izlediğimde keşke kitabını okumuş olsaydım, hatta keşke genç bir yaşımda okumuş olsaydım diye düşündüm. Filmini izlemek, ne kadar iyi bir kitap olduğunu hakkıyla hissettiriyor. Bu aralar gömüldüğüm tarihi, siyasi kitaplardan ve sırada bekleyen sayısız film ve belgeselden vakit bulursam mutlaka da okumak isterim, gerçi filmi izlemiş olmam tabii kitabı bir nefeste içime çekmemi engelleyecek ama bakalım belki bir ara denerim.
Film ergenlikten yetişkinliğe geçilen zorlu dönemi, kendini aramayı, arkadaşlıkları, aşkı, kendilerini yollara veren, bir yerde duramayan, huzur bulamayan gençler üzerinden, sade ve etkileyici bir dille anlatıyor. Filmlerin kitaplara kıyasla en büyük dezavantajları olan 2 saatte her şeyi anlatmak gibi bir kısıtları var, ve Salles belli ki bu noktada zorlanmış. Özellikle filmin ortasındaki bir kısım, film formatına zorla sığdırılmaya çalışıldığı için çok eğreti duruyor, keşke o kısıma kıyarak kesseymiş, benim açımdan filmin temposuna ve tonuna ciddi bir darbe vurdu. Ama bu 20 dakikalık kısımı bir yana bırakırsak filme bayıldım. Kendinizi yollara vurmak, ergenliğinizin kaybolmuş, karışık ruh halini nostaljik çağrışımlarla hissetmek istiyorsanız kaçırmayın.

9 Aralık 2013 Pazartesi

Russell Brand ve Messiah Complex

Russell Brand genç ve çok popüler bir stand-up'çı. Son gösterisinin turnesi için İstanbul'a geliyor olması itibariyle kendisinden haberdar oldum. Youtube'dan röportajlarını izlediğimde hayran kaldım. Kurulu düzene başkaldırısı ve herkesi içten ve mizah dolu ifadesiyle devrime çağırmasından etkilenmemek mümkün değil. Ukala bir gazeteciyle yaptığı şu röportajda muhtemelen kendisini alaşağı edeceğinden emin olan gazeteciyi dahi söz söyleyemeyecek hale getiriyor;



Bu röportajı izlediğimde, evet hadi çıkalım ve şu devrimi yapalım enerjisiyle doluydum. Brand gibi popüler figürler genç kuşakları düşünmeye, sistemi sorgulamaya teşvik etmede çok büyük bir rol oynayabilirler, keşke bizim ülkemizde de komedyenler politik olabilseler, bizdekiler "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" zihniyetindeler ve maalesef suya sabuna dokunmuyorlar. Ülkemizde gençlere model olabilecek hemen hiç popüler figürler bulunmuyor, tam tersine bizde otoriteye biat etme kültürü var.
Brand'in "Messiah Complex" şovunun olduğu akşam başka bir etkinliğe biletimiz vardı (o da ayrı bir macera oldu, bilahare anlatmalıyım) o yüzden kaçırdık. Ama youtube sağolsun, şovun tamamı izlenebiliyor. İçerik tabii yukarıdaki röportaj kadar devrimci değil, mizah içeriğin önüne geçse de, düşünceleri şovun tamamına nüfuz etmiş durumda. 1,5 saat boyunca nefes almadan konuşması, hiç yerinde durmaması takdire şayan, ancak içerik oldukça xxx, İstanbul'da aynı içeriği sunabildi mi çok merak ettim. Tekrar gelirse kesinlikle kaçırmamak lazım.

8 Aralık 2013 Pazar

Peter Joseph ve Zeitgeist: Moving Forward (2011)

Zamanın Ruhunun anlatan serinin son bölümü, sazı ikinci bölümün bıraktığı yerden alıyor. İkinci bölümün sonunda kaynak bazlı paraya ihtiyaç duyamayan bir sistem anlatılmış, ve bu tür alternatiflere karşı geniş kitlelerin öne sürdükleri argümanın, bu tür sistemlerin insanın doğasına aykırı olduğu iddiası olduğu belirtilmişti. Kapitalizmin ekmeğine yağ süren, insanın bencil, rekabetçi, açgözlü karakterinin, insanın doğasından, yani genetiğinden kaynaklandığı iddiasını çürüterek başlıyor üçüncü bölüm. Akademisyenler uzun uzun çevrenin ve doğanın doğum sonrası insanın genetiğine etki ederek belli özelliklerin öne çıktığını ileri sürüyorlar. Yani kıtlığın, adaletsizliğin, eşitsizliğin olmadığı bir Dünya'da insanlar durup dururken şiddete, yolsuzluğa başvurmayacaklar, birbirlerini sevgi ile kucaklayacaklardır. Bu durum detaylı bir şekilde işlendikten sonra ilk iki filmde yapılmış olan tespitler yineleniyor, ve ikinci bölümde sunulan çözüm önerisi, yani kaynak bazlı ekonominin insanlığı nasıl huzur ve mutluluğa götüreceği anlatılıyor. İlk iki belgeselin hemen akabinde izleyince fazlasıyla tekrar geldi bana, ama tabii bu fikirler daha geniş kitleleri düşünmeye, sorgulamaya sevk edene kadar yinelemekte fayda var. Sadece youtube'da bu üçüncü bölüm 22 milyon kez izlenmiş, bu tabii çok umut verici. En kısa zamanda insanlar el birliğiyle daha adaletli bir Dünya düzeni inşa etmeleri dileğiyle sizleri Türkçe altyazı destekli versiyonla baş başa bırakayım;



7 Aralık 2013 Cumartesi

Peter Joseph ve Zeitgeist: Addendum (2008)

Zamanın ruhu serisinin ikinci filmi, ilk filmin bıraktığı yerden devam ediyor. Önce kapitalizmin can damarı olan merkez bankalarının ve bankacılık sisteminin nasıl işlediğini, basılan her paranın nasıl borç olarak devletlerin borç hanesine yazıldığını, bu borcun faiziyle geri ödenmesi gerektiği ve bu faiz miktarını basan başka bir kurum olmadığına göre devletlerin dolayısıyla insanların borçlanmalarının hiçbir zaman sonunun gelmeyeceğini, ebediyen borçlu insanların da sömürüldükleri işlerde çalışmak zorunda bırakıldıklarını, en temel hakları olan barınma ve beslenme için gece gündüz çalışmak zorunda olduklarını, bu modern köleliğin geçmişteki kölelik uygulamalarından beter olduğunu anlatıyor. Başta dinle ilgili görüşler olmak üzere ilk filmdeki pek çok görüş yineleniyor. Sistemin ve tabii ABD'nin çarpık uygulamaları ve sömürülerine değinildikten sonra, benim ısrarla beklediğim, peki çözüm ne olacak sorusuna geliniyor. Cevabını çok naif bulsam da çok kısa aktarmaya çalışayım, ancak belgeseli izlemek benim kıt aktarımımdan çok daha anlamlı olacaktır. Deniyor ki çözüm teknoloji ve para değil kaynak bazlı bir ekonomi kurmaktır. Geçmişte kaynaklar verimli kullanılamadığından kıtlık vardı ve insanlar çözüm olarak parayı icat ettiler. Kaynakların herkese yettiği bir noktada paraya ihtiyaç olmayacaktır. Geldiğimiz noktada teknoloji hem tüm amele işleri üstlenebilecek, hem de tüm insanlığın temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek kaynakları çıkarıp değerlendirebilecek bir noktadadır. Ayrıca yenilenebilir enerji kaynakları da artık tüm dünyaya yetebilecekken, enerji şirketleri bunu bilerek engellemek ve geciktirmektedirler. Yani dar bir zengin zümrenin elinde olan kaynaklar demokratik bir şekilde tüm dünya insanlarına paylaştırılabilse, teknolojinin sağladığı imkanlarla birlikte, bu kaynaklar herkese yetecektir. Paraya da tüm kötülüklerin anası bankalara da gerek kalmayacaktır.
Kulağa süper geliyor, ne kadar naif bulsam da, ilk filmdeki gibi propaganda kokan üslubunu belgeselin eksi hanesine yazsam da, sadece mevcut sistemi kötülemektense yeni bir şeyler söylemek ve önermek çok değerli. Buyurunuz, Türkçe altyazılı buradan;

 

3 Aralık 2013 Salı

Peter Joseph ve Zeitgeist (2007)

Son zamanlarda takip ettiğim tüm en iyi belgeseller listelerinin gediklisi Zeitgeist serisinin ilkini youtube'dan izledim. Zamanın Ruhu'nu farklı bir bakış açısından değerlendiren yapım 3 bölümden oluşuyor. İlk bölümde Hristiyanlığın, İsa'sıyla ve tüm mitleriyle birebir pagan dinlerinden alındığını argümanlarla ortaya koyuyor. Eski Mısır'ın güneş tanrısı Horus ile İsa'nın, lakaplarından, bir bakireden doğmuş olmalarına, çarmıha gerilmelerinden ölümden sonra tekrar dirilişlerine kadar pek çok paralelliğe ve sayısız başka pagan tanrılarının aynı özelliklere sahip olduğu anlatılıyor. Bu ilk bölüm pek ilgimi çekmedi, zaten bu görüşleri başta bestseller yazar Dan Brown'ın kitapları (bkz. Da Vinci'nin şifresi) olmak üzere pek çok kaynak geniş kitlelere duyurdu. Ayrıca belgesele nesnel yaklaşma gayretinde bulunulursa, üslubun fazlasıyla propaganda kokması, alaycı dili sunduğu iddiaları sulandırıyordu. Esasında vurgulanmak istenen diğer bölümlerde çok daha ciddi bir şekilde işlendiği üzere, gücü elinde tutmak isteyen küçük zümrenin geniş kitleleri köleleştirmek için dini ve savaşları nasıl kendilerine malzeme ettiklerine dikkat çekmekti.
Bu anlamda ikinci bölüm çok daha enteresandı, çünkü New York'ta ikiz kulelere yapılan 9/11 saldırısının faillerinin pek çok farklı açıdan ne kadar çok tartışılır ve şüphe götürür yanı olduğunu, pek çok konunun nasıl örtbas edildiğini, esasında bariz şekilde nasıl devlet eliyle organize edildiğini, ve bu sayede nasıl bir terör korkusu pompalayarak insanların ellerinden en temel hak ve özgürlüklerinin alındığını, bunun ötesinde başta Afganistan ve Irak olmak üzere emperyalist işgallere nasıl zemin yaratıldığı anlatılıyor. En öne çıkan argüman olarak, akademisyenler binanın çelik konstrüksiyonunun çöküş şekli ve hızının bilimsel olarak açıklanamaz olduğunu belirtirlerken, böyle bir çöküşün ancak eş zamanlı bina içine yerleştirilen patlayıcılarla gerçekleşmiş olabileceğine dikkat çekiliyor. Bugüne kadar benim de hiç duymadığım üzere ikiz kulelerle birlikte yine aynı kompleks içerisindeki 7 no'lu bina da hiçbir çarpma olmamasına rağmen komple çöküyor, görüntülere bakıldığında gerçekten de kontrollü bir yıkım operasyonu gibi gözüküyor. Bunların haricinde hemen hiç gündeme gelmeyen, medyanın hiç değinmediği (neden acaba?? Taraflı medyanın bizim ülkemize ait bir durum olmadığı ne kadar tesellli olur acaba?) pek çok iddia söz konusu.
Üçüncü bölüm 9/11 olayının yeni bir icat olmadığını, ABD'nin 1. ve 2. Dünya savaşlarıyla Vietnam savaşına giriş şekillerinin de tamamen planlı ve karşı tarafı bilinçli tahrik, ve hatta tamamen yalan ve uydurma olaylar üzerine gerçekleştiğini (Irak'a giriş?!), esas amacın neler olduğunu son derece ilginç ve düşündürücü iddialar ve tarihsel paralelliklerle sunuyor. Özellikle Hitler - Bush konuşmalarının benzerliği çarpıcı.
Yer yer fazlaca propaganda kokabilse de, düşündürecek, sorgulatacak, göz açacak sayısız görüşlerin sıralandığı bu belgeseli sakın kaçırmayın, Türkçe altyazılı versiyonunu buradan buyurun;

2 Aralık 2013 Pazartesi

Oliver Twinch ve Finding Life Beyond Earth (2011)


Geçenlerde bahsettiğim "Home" belgeselini benimle birlikte izlemiş olan 5 yaşındaki oğlum yine bir belgesel seyredelim deyince, youtube'dan birlikte bir başka belgesel seçtik. Gezegen görseli görünce bunu izleyelim dedi, ve sonuna kadar da büyük bir ilgiyle izledi. Bütün gezegen isimlerini bilmesine mi, görüntülerinden gezegenleri tanımasına mı yoksa sorduğu akıl dolu sorulara mı şaşıracağımı bilemedim. Merkür'den başlayıp Neptün'e ve o arada özellikle Jüpiter ve Satürn'ün uydularında hayat var olup olamayacağına dair teori ve araştırmaları dinlerken sürekli Pluto'yu sordu, ancak artık gezegen statüsünden çıkmış olan Pluto belgeselin konusu değildi, niye artık gezegen sınıfında olmadığını açıklayabilmek için wikipedia'ya girip kendim araştırmam gerekti, yine de oğlumu tatmin edecek basit bir açıklama yapmayı başaramadım. Belgesel o kadar merakımı cezbetti ki sayısız başka konuyu da internetten araştırma ve okuma ihtiyacı duydum, Nasa'nın sitelerine girip görseller içinde kayboldum. Jüpiter'in uydusu İo'daki volkanik patlamalardan, Satürn'ün uydusu Titan'daki metan göllerine (Titan'daki basınç, ısı ve atmosferik koşullarda Metan gazı sıvı formda bulunduğu gibi, buharlaşıp bulutlar oluşturuyor ve sonra tekrar yağmur olarak yağarak göllerde toplanıyormuş!), Mars'da yüzey altındaki buz kitlelerinde organik yapı taşları araştırmaya giden Curiosity robotundan, 7 senede 1 milyar mil uzaklıktaki Satürn'e varan ve uydularından detaylı raporlar gönderen Cassini uzay aracına kadar çok heyecan verici bilgiler edinmek mümkün. Ne zamandır beni tatmin eden bir bilim-kurgu film izleyememişken, belgesellerin bu konuda ne kadar besleyici ve tatmin edici olabildiğini hiç unutmamak gerekiyormuş.

1 Aralık 2013 Pazar

Errol Morris ve The Fog of War: Eleven Lessons from the Life of Robert S. McNamara (2003)

20. yüzyılda ABD'nin işlediği savaş suçlarının baş aktörlerinden biri olan Robert S. McNamara, İkinci Dünya savaşı'nda önemli bir rol oynamış, sonrasında Kennedy zamanında savunma bakanlığına getirilmiş ve Johnson başkanlığında bu göreve devam ederek, Vietnam savaşını yönetmiş. Savaş esnasında görevden alındığında Dünya Bankasına başkanlığına getirilerek uzun yıllarda bu görevde icraatlarda bulunmuş. Belgeselin tamamı McNamara ile yapılan uzun röportajların özü alınarak kurgulanmasıyla oluşmuş. 2. Dünya Savaşı'nda sadece atom bombalarıyla değil, öncesinde yangın bombalarıyla, başta Tokyo olmak üzere zaten ahşap evlerden oluşan belli başlı Japon şehirlerinin tamamıyla yakılmasını anlatırken, eğer savaşı kaybetseydik, savaş suçlusu olarak yargılanırdık diye vurguluyor. Vietnam savaşının bir iç savaş olduğunu anlayamayıp bunu soğuk savaşın bir ögesi olarak görmekte hata ettik diye itiraf ediyor. Tüm bunları ve gereksiz yere katledilen milyonları gayet soğukkanlı ve kendinden emin bir tavırla anlatırken, bir yandan kendisini sadece bir emir kulu gibi gösterip, tüm sorumluluğu başkanlara yıkmaktan hiç yüksünmüyor, diğer yandan tüm bunlar savaşların yarattığı sis içinde olabiliyor, son derece normal, insan doğası da zaten böyle, savaşlar hep olacak diye de yağ gibi su üzerine çıkıyor, kendisini köşeye sıkıştırabilecek soruları da büyük bir maharetle bir kenara itiveriyor. İşte 20. Yüzyıl amerikan politika anlayışının net bir resmi.