11 Mayıs 2014 Pazar

François Ozon ve Jeune & Jolie (2013)


Ergenlik çağındaki bir genç kızın cinselliği para karşılığı ilişki ile keşfe çıkışı, daha önce pek çok kez farklı formatlarda işlenmiş bir konu. Luis Buñuel'in Chatherine Deneuve'lü meşhur "Belle De Jour" (1967)'undan yakın zamanın popüler dizisi "Secret Diary of a Call Girl"'e kadar ele alınan fahişe temasını Ozon oldukça sade işliyor, nedenine hiç girmiyor, sadece olayların akışını anlatıyor, daha önceki emsallerinin üzerine hiçbir şey ekleyemediği için de film göreceli olarak sönük kalıyor. Genç kızı oynayan Marine Vacth şaşırtıcı şekilde Julia Roberts'ı andırıyor, bu da üslup olarak çok alakalı olmasa da bir "Pretty Woman" çağrışımı yaptırıyor. Özellikle anne rolündeki oyuncunun performansını çok kötü bulduğumu ve bunun da filme çok zarar verdiğini düşündüğümü iletmeliyim. Filmin en parlak anı Ozon'un sık birlikte çalıştığı Charlotte Rampling'in ekranı aksettiği an idi. Ozon iyi filmlerinin arasına vasat filmler serpiştiren bir yönetmen, bu filmin daha iyi bir eserin habercisi olduğunu umalım.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Ethan Coen & Joel Coen ve Inside Llewyn Davis (2013)


Bu yazıya "HELE ŞÜKÜR" diye kocaman harflerle başlamak istiyorum. Sinema dillerine ve özgün tarzlarına bayıldığım Coen kardeşler sonunda özlerine döndüler ve her tarafından Coen imzası fışkıran bir filme imza attılar. 60'lı yıllarda yaptığı halk müziğiyle var olmaya çalışan bir sanatçının hayata tutunma çabasını izliyoruz. Siyah beyaz görüntüleri, güzel müzikleri, doğal oyuncuları, dönemin ruhunu yansıtışı ve Coen mizahıyla "olmuş" bir film söz konusu. Cannes 2013'ün en iyilerinden.

9 Mayıs 2014 Cuma

Roman Polanski ve La Vénus à la Fourrure (2013)


Polanski'nin tiyatro ile sinemayı harmanlama tarzı hayranlık verici. En son Carnage ile büyülemişti, Yasmina Reza'nın oyununu sahneden koparıp sinema tadında resmetmişti. Bu sefer sahneden de uzaklaşmıyor, iki oyuncuyla bir tiyatro salonunda geçiyor tüm hikaye. Bir tiyatro yönetmeni sahneleyeceği yeni oyunu için oyuncu seçimleri yapmakta, ve seçimlere çok geç kalan bir oyuncu kendisine bir şans vermesi için yönetmeni ikna ediyor. Eserden sahneleri birlikte okurlarken gerçek ile roller iç içe geçmeye başlıyor. Polanski ve oyuncuları tam anlamıyla döktürüyorlar. Amalric'in iyi oyunculuğu (bu arada Polanski'ye benzerliği de dikkat çekici) pek çok filmi ile tescilli, ama Emmanuelle Seigner'in performansı gerçekten de çok öne çıkıyor. Baştan sona tiyatro heyecanı ve büyüsünü seyirciye geçirmeyi başaran eser kaçırılmayacak bir deneyim.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Abdellatif Kechiche ve La Vie d'Adèle (2013)


Her sene olduğu gibi mayıs ayında gerçekleşen favori film festivalim Cannes vesilesiyle bir önceki yılın yarışma filmlerine notlar düşüyor olacağım. Asghar Farhadi'nin "Le Passé" ve Alexander Payne'in "Nebraska" filmlerine daha önce değinmiştim.
Seriye Altın Palmiye'yi kazanan film ile devam edelim. Bence sadece geçen senenin değil, son senelerin en iyi filmlerinden birini izledik. Heteroseksüel ilişkilerin konu edildiği filmler sanki artık anlatacakları özgün bir hikaye bulmakta zorlanır gibi giderek yüzeyselleşmeye başladılar, aynı kalıptan çıkma filmler ürüyor sürekli. Aşkın cinsiyetten bağımsız bir olgu olduğunu gösteren gökkuşağı filmleri ise adeta aşkı yeniden keşfediyorlar. "Adèle'in hayatı" ergenlik çağındaki bir genç kızın cinselliğini keşfinden yola çıkarak anlatıyor hikayesini. Filmin sadeliği, doğallığı ve bu anlamda "çıplaklığı" çok çarpıcı, bunu Kechiche ve muhteşem oyuncularının artı hanelerine kocaman harflerle kazımak gerekiyor. Özellikle de Adèle Exarchopoulos'un oyunculuğu bir Elizabeth Taylor "Who's Afraid of Virginia Woolf" ve Gena Rowlands "A Woman Under the Influence" seviyesinde, hatta yaşı itibariyle ötesinde.
Kechiche filmin devamını da çekiyor, heyecanla bekliyorum.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Luz Casal


CRR'de hayatın karmaşasında nefes aldıran kadınlar serisinde bu sefer Luz Casal'ı dinledik. Almodovar filmleri vesilesiyle uluslararası bir dinleyici kitlesine ulaşan Casal'ın güzel sesinden yanık İspanyol türküleri dinlemeyi ümit ediyordum, ama konserin ilk yarısında fazlasıyla hafif bir müzik resitali verdi. Özellikle orkestrasyonuyla düğünde piyanist şantör hissi veren kısım oldukça canımı sıktı. Casal'ın büyüleyici sahne ışığı ve asaleti ile teselli buldum. Parça aralarında hızlıca kıyafet de değiştiren Casal'ın eski ekol "seyirciye saygı" tarzı ve kurduğu iletişim çok tatlıydı. İkinci yarı parçalar daha Almodovar'vari olunca keyiflenmeye başladım. Tüm bombalarını da bis kısmına saklamış, bir anda tatlı bir rock'n roll kraliçesine dönüşüverdi ve bambaşka bir yüzünü gösterdi. İlk yarının Richard Clayderman / Andre Rieu kıvamındaki otel lobisi müziğinin bıraktığı izleri tamamen silerek güzel hislerle uğurladı bizi. Bu arada salon tamamen doluydu ve seyirci Casal'ı el üstünde tuttu, sonunda da ayakta uzun uzun alkışladı, bu kadar hayranı olacağını hiç tahmin etmemiştim.