17 Nisan 2019 Çarşamba

Rüya - Birazdan Tiyatro


Esaslı bir (manevi) tiyatro kazası yaşamış bulunuyorum. Son dönemde iyi oyunların yanı sıra kötü oyunlara da denk gelince, bilet almadan önce ekşi sözlükle yetinmeyip, tiyatrolar.com.tr sitesine de bakmaya başladım. Kadıköy'de olsun, yeni oyun olsun, yeni mekan olsun, yeni grup olsun diye bakarken "Rüya"ya denk geldim. 3 adet yorum yere göğe koyamıyordu, 17 kişi yüksek notlamıştı, ben de çok düşünmeyip (maalesef) bilet aldım.

Ara ara kötü oyunlara denk gelsem de, emeğe saygı diye düşünüp fazla olumsuz cümleler kurmamaya gayret ediyorum. Ama hayatımda bu kadar kötü bir oyun izlememiştim. İzlediğim çoğu okul müsameresi daha iyiydi diyebilirim. Oyuncuların herhangi bir tiyatro eğitimi olduğunu da düşünmüyorum. Belki okulda veya bir atölyede beraberce amatör tiyatro yaparak bir araya gelmiş olabilirler, ama izlediğim oyun bir okul müsameresi için dahi her anlamda oldukça kötüydü. Üzüldüğüm konu tiyatrolar.com.tr 'ye de muhtemelen yakın arkadaşları yazmış, notlamış, kendimi gerçekten kandırılmış hissettim, az sayıdaki seyirci de zaten tahminimce kendi arkadaşlarıydı, alkış sırasında ayağa fırlayan dahi oldu.

Mekanın ismi Theatron idi. Theatron kendi oyunlarının yanı sıra, sitesindeki bilgiye göre atölye çalışmalarına ev sahipliği yapıyor. Bu oyun bir atölye çıktısı mıydı bilemiyorum ama bu şekilde ortaya çıkan performanslar, bir ücret talep etmenin uygun olmayacağı kadar aşırı amatör kalıyorsa, ücretsiz sahnelenmeli ve bir tiyatro yapımı olarak sunulmamalı, tanıtılmamalı, hele sosyal mecralarda sahte yorum, notlarla pompalanmamalı. Özel tiyatrolar mekanlarını teslim ettikleri oyunların asgari bir tiyatro kalitesini tutmasını sağlamazlarsa kendi itibarları da sarsılır. Bir daha o mekanda kolay kolay oyuna gitmeyi düşünmem. Bu da böyle bir anı oldu, acı da bir tecrübe oldu, yoğurdu artık üfleyerek değil, önce dondurucuya sokarak yemek gerekiyor.

12 Nisan 2019 Cuma

Cannes 2016


Cannes Film Festivali 2016'ya dair notlar;

Juste la fin du monde
Juste la fin du monde - Xavier Dolan - 9
Basit ve özetlendiğinde çok sıradan gelebilecek bir aile için dramayı, bu kadar sıra dışı hale getirebilmek, sıra dışı bir yönetmenin, sıra dışı oyuncularla bir araya gelmesiyle olabilirdi. Dolan'ın filmlerine daha önce 3 not düşmüşüm: Les Amours Imaginaires (2010)Laurence Anyways (2012),
J'ai tué ma mère (2009)

Toni Erdmann
Toni Erdmann - Maren Ade - 8
Maren Ade'nin bir önceki filmi "Alle Anderen"'i de çok beğenmiştim. Toni Erdmann için "Anlatılmaz, izlenir"'den başka bir yorum yapmak zor. 

I, Daniel Blake
I, Daniel Blake - Ken Loach - 8
Ken Loach arada beni üzen filmler yapabilse de, iyi film yaptı mı da, Altın Palmiye'yi kapıveriyor. Yaşadığımız düzene ve bu film özelinde de sosyal devlete eleştirisini, kalp krizi geçirdiği için çalışamaz duruma gelen bir kişinin, hakkı olan destekten faydalanabilmek için neler çekmesi gerektiğini göstererek anlatıyor.

Forushande
The Salesman - Asghar Farhadi - 8
Farhadi'nin "About Elly" ve "A Seperation" gibi iki başyapıt verdikten sonra Fransa'ya geçerek "Le Passé"'yi çekmesini, İran sinemasından uzaklaşmasına yormuş ve üzülmüştüm, zira memleketinde anlatacağı daha çok hikayeleri olduğuna emindim. Neyseki Farhadi "The Salesman" ile İran'a ve özüne döndü.

American Honey
American Honey - Andrea Arnold - 8
"Fish Tank" (2009) ile gönlümü fetheden Arnold, "American Honey"'de kaldığı yerden devam ediyor. Çarpıcı bir gerçeklikle, pembelere boyamadan anlattığı bir genç kızın yolculuğunu izliyoruz.

Elle
Elle - Paul Verhoeven - 8
"Robocop" (1987) ve "Total Recall" (1990) gibi çok ses getiren bilim kurgu filmlerinin yanı sıra "Basic Instinct" (1992)  ile geniş kitlelere ulaşan Verhoeven, benim radarıma 2006 yapımı "Zwartboek" ile girmişti, yerini "Elle" ile iyice sağlamlaştırdı. Isabelle Huppert'e cuk diye oturan bir rolle iyicene geriliyoruz.

Bacalaureat
Bacalaureat - Cristian Mungiu - 8
Romanya, birden fazla "Nuri Bilge Ceylan" çıkarabildiğinden bizim sinemamızı da geçti. Geçenlerde not düştüğüm Cãlin Peter Netzer'in yanı sıra Cristian Mungiu da yeni dalga rumen gerçekçiliğinin önemli bir temsilcisi. Bacaulaureat, kızını yurt dışında okutmak isteyen bir babanın, yozlaşmış düzenin çarkında dönmeye çalışmasını anlatıyor.

Sieranevada
Sieranevada - Cristi Puiu - 7
Romanya Yeni Dalga demişken, tam lafının üstüne geldi. Bükreş'de daracık ve loş bir apartman dairesinde, ölmüş babalarını anmak için bir araya gelen ailenin bütün fertleri, eski defterleri açmak suretiyle hesaplaşmalara girişiyorlar. O mutfağın kapısı her açılıp kapandığında beni hafakanlar bastı. Kapalı alanlardan hoşlanmayanlar bu filmde daralabilirler.

Ma' Rosa
Ma' Rosa - Brillante Mendoza - 7
Bir "yeni dalga gerçekçilik" filmi de Filipinler'den geliyor. Şehrin fakir kesimlerinden birinde büfecilik yapan bir aile, ufak tefek çerezlerin yanı sıra uyuşturucu da satmaktadır. Yakalanmaları üzerine yaşananları izliyoruz.

La fille inconnue
La Fille inconnue - Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne - 7
Cannes'ın gediklileri Dardenne kardeşler ne çekseler izlenir. Önceki filmlerinin biraz gölgesinde kalsa da, yine aynı toplumsal yaralara parmak basan bu filmden çıkarılacak dersler var. Bir cinayete kurban giden bir genç kız, eğer bir göçmen ise, toplumun en alt tabakasına sıkışmışsa, kim olduğunun bir önemi var mıdır, yoksa "bilinmeyen" olarak kalması, kimsenin umurunda olmamalı mıdır?

The Neon Demon
The Neon Demon - Nicolas Winding Refn- 7
Genç bir modelin hikayesi üzerinden "Güzellik" kavramı/sektörü üzerine esaslı bir eleştiri/saldırı. Bence genelde daha çok beğenilen "Drive" (2011) filminden daha başarılı.

Paterson
Paterson - Jim Jarmusch - 7
Her çektiği filme kendi baharat kavanozlarından bir şeyler bırakan Jarmusch, "Only Lovers Left Alive" (2013) ile müthiş özgün bir vampir hikayesine imza attıktan sonra, sade filmin de en sadesini ben yaparım diye genç bir çiftin minik şiirsel Dünya'larına götürüyor bizi.


Aquarius
Aquarius - Kleber Mendonça Filho - 7
Hikayesi Brezilya'dan geçmesine rağmen, kentsel dönüşümün sadece yerel bir kabus olmadığını bizlere anlatan bu filmde, evine sahip çıkmak için sermayeye karşı mücadele eden bir Brezilyalı yoldaşımızı izliyoruz. 

Julieta
Julieta - Pedro Almodóvar - 7
En esaslı "kadın" hikayeleriyle hepimizi büyüleyen Almodovar, arada bir süre "saçmaladıktan" sonra çok şükür yine kadın hikayelerine dönüyor. Eski filmlerinin gücünden mahrum olmasını kondisyon eksikliğine bağlayıp, gelecek filmleri için umutlanalım.

Mal de pierres
Mal de pierres - Nicole Garcia - 6
Yönetmenin izlediğim ilk filmi, ancak pek iz bırakmamış olacak ki, konusunu dahi pek hatırlayamıyorum. Veri bankam 6 verdiğimi söyleyince ben de o şekilde kabullendim.

Ah-ga-ssi
The Handmaiden - Park Chan-wook - 6
Söz konusu Park Chan-Wook olunca, ister istemez "Oldboy" (2003) kıvamında çarpılmayı arzu ediyor insan. Daha önce aynı romandan uyarlanan "Fingersmith" (2005) mini dizisini izlediğimden, dolayısıyla filmin çok kritik sürpriz-bozanına hakim olduğumdan etkilenmeyi başaramadım.

Loving
Loving - Jeff Nichols - 6
Nichols'un daha önce izlediğim iki filminden "Take Shelter"'ı (2011) beğenmiş ama "Mud"'ı (2012) ise hiç beğenmemiştim. 1960'lı yıllarda Amerika'da bir siyahla bir beyazın evlenme cesaretini gösterdikleri gerçek hikayenin işlenişini sıradan buldum.

Personal Shopper
Personal Shopper - Olivier Assayas - 6
Assayas herhalde Kristin Stewart'ı özel yardımcı yaptığı filmlerle ilgili bir üçleme çekiyor olsa gerek. "Clouds over Sils Maria"'dan (2014) sonra Stewart'ı benzer rolde izliyoruz, ama bu sefer kanımca biraz daha zayıf bir filmde. 

Ma Loute
Ma Loute - Bruno Dumont - 6
Bruno Dumont her filminde olduğu üzere yine seyircisinin sabrını sınıyor. Anlattığı abzürt hikayenin özgün olduğuna şüphe yok ama izlemesi kolay değil.

Rester vertical
Rester Vertical - Alain Guiraudie - 6
Bu filmle de kimyamız pek tutmadı, yönetmeni tanımadığımdan bir beklentim de yoktu ama biraz sıkılarak izlediğimi itiraf etmeliyim. Elle tutulur bir konusu yok gibi geldi, sanki doğaçlama o anki ruh haline göre yazılmış, çekilmiş gibi.

İzlemediklerim;
The Last Face - Sean Penn


Altın Palmiye harici filmleri de notlarımla birlikte sıralayayım;

Divines Poster
Divines - Houda Benyamina - 8

La tortue rouge
La Tortue Rouge - Michael Dudok De Wit - 8

Café Society
Cafe Society - Woody Allen - 7

La danseuse Poster
La Danseuse - Stéphanie Di Giusto - 7

Ma vie de Courgette Poster
Ma Vie De Courgette - Claude Barras - 7

Money Monster
Money Monster - Jodie Foster - 7

Eshtebak
Eshtebak - Mohamed Diab - 7

Hymyilevä mies
The Happiest Day in the Life of Olli Maki - Juho Kuosmanen - 6

Hell or High Water
Hell or High Water - David Mackenzie - 6

Captain Fantastic
Captain Fantastic - Matt Ross - 3

11 Nisan 2019 Perşembe

2000'lerde en iyi Türk Filmleri



Bal PosterÇogunluk PosterÜç Maymun Poster

Yapım yılı 2000'li yıllara denk gelen filmlerden en beğendiklerime dair bir liste derledim. İlk üç filmin posterlerini paylaştım, kalanları iki onluk liste olarak alfabetik olarak sıralıyorum. Nuri Bilge Ceylan'ın her filmi kanımca birer başyapıt olup, ilk on sıranın altısını işgal etti. Alman yapımı olsalar da Fatih Akın'ın beğendiğim iki filmini de eklemeden edemedim.

İLK ON   

Ahlat Ağacı (2018) - Nuri Bilge Ceylan

Bal (2010) - Semih Kaplanoğlu

Bir Zamanlar Anadolu'da (2011) - Nuri Bilge Ceylan

Çoğunluk (2010) - Seren Yüce

Duvara Karşı (2004) - Fatih Akın

İklimler (2006) - Nuri Bilge Ceylan

İstanbul Hatırası : Köprüyü Geçmek (2005) - Fatih Akın

Kış Uykusu (2014) - Nuri Bilge Ceylan

Uzak (2002) - Nuri Bilge Ceylan

Üç Maymun (2008) - Nuri Bilge Ceylan

İKİNCİ ON

11'e 10 kala (2009) - Pelin Esmer

Anlat İstanbul (2005) - Çeşitli

Av Mevsimi (2010) - Yavuz Turgul

Dedemin İnsanları (2011) - Çağan Irmak

Filler ve Çimen (2000) - Derviş Zaim

İncir Reçeli (2011) - Aytaç Ağırlar

Kader (2006) - Zeki Demirkubuz

Sarmaşık (2015) - Tolga Karaçelik

Sonbahar (2008) - Özcan Alper

Vavien (2009) - Durul, Yağmur Taylan



Cervantes Çeşitlemeleri - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Napoliten konserinden aldığımız keyfin verdiği motivasyonla, çocukları da alıp tekrar Kadıköy Süreyya Operası'nın yolunu tuttuk. Cervantes'in zamanının çok ilerisinde olan romanı Don Kişot, pek çok farklı türde sanat eserine de ilham kaynağı olmuş. Bu eserlerden bir seçkiyi bir araya getirip güzel bir düzenleme hazırlanmış.

İlk olarak İdobale Orkestrası'ndan Telemann'ın 8 bölümlü "Burlesque de Quichotte" overtür süitini dinledik. Sonrasında bariton Kevork Tavityan, Ravel'in "Don Quichotte a Dulcene" ve Ibert'in "Chansons de Quichotte" eserlerini seslendirdi. Dulcinée'nin dansı eşliğinde, çellist Gözde Öcal Güvemli, Massenet'den Don Quichotte Deuxieme Interlude'ü yorumladı. Akabinde çok sevdiğim bale eserlerinden, Minkus'un müzikleri ve Petipa'nın koreografisiyle Don Quichotte'tan "Grand Pas de Deux"'yü izledik. Süreyya Operası'nın boyut itibariyle klasik bale izlemeye müsait olmamasından kaynaklı, bu sahnede bale izlerken çektiğim sıkıntılardan (tabii esas sıkıntıyı çekenler dansçılar) daha eski yazılarda bahsetmiştim. Uzun süredir bu sebeple klasik bale izleyemiyorum, ama geçen zaman zarfında belli ki çok iyi yeni kuşak dansçılar yetişmiş. AKM'nin tekrar açılmasını beklemeden, çocukları da alıp bir bale eserini izlemek üzere bilet peşine düşmeye karar verdim.

İdobale'nin çok uzun yıllardır sanat yönetmeni olan Suat Arıkan'ın canlandırdığı Cervantes karakteri ile, sergilen farklı eserleri birbirine bağlayan bir mizansen oluşturulmuş. Bu kısmın biraz zayıf kaldığını düşündüm, daha ilgi çekici ve daha bilgilendirici olabilirdi. Ama sonuç olarak çocuklar yine çok keyif aldılar, Süreyya Operası ziyaretlerini bir rutin haline getirmek farz oldu.

5 Nisan 2019 Cuma

Dan Reed ve Leaving Neverland

Leaving Neverland Poster

80'lerde ilk gençlik yıllarını yaşayanların çoğu gibi, Michael Jackson (ve tabii Madonna) hayranıydım. Başta Bad ve Thriller olmak üzere tüm kliplerinden ve tabii danslarından büyülenmiştim. Kadıköy'de bir sinemada Smooth Criminal'ı ağzım açık izleyişim dün gibi hafızamda. Ayna karşısında az dans etmemişimdir onun müzikleriyle. Hakkında ilk taciz iddiaları çıktığında ve davalar açıldığında pek de masum olmayabileceğini tahmin etmiştim, ateş olmayan yerden duman çıkmazdı. Çocuğa tacizin azı çoğu olmaz, ama belki kendine hakim olamadığı bir kaç kısa andan kaynaklanıyordur, yoksa ne kadar parası olursa olsun, mahkum olurdu diye düşünmüştüm.

Yeryüzündeki yüz milyonlarca hayranı gibi ne kadar yanıldığımı Leaving Neverland'i izlediğimde, çok ama çok üzülerek ve evet şoke olarak fark ettim. Pepsi'nin o müthiş reklamından hatırlayabileceğimiz 7 yaşındaki oğlan Wade ve Avustralya'da bir Michael Jackson turnesi esnasında gerçekleştirilen dans yarışmasında birinci olan aynı yaşlardaki oğlan Jimmy'nin yetişkin hallerindeki şahitliğinden dinliyoruz yaşananları. Nasıl sistematik, kazayla değil, bilinçli ve planlı bir şekilde yıllarca süren cinsel birliktelikler yaşandığını, bir iki değil, onlarca oğlan çocuğuyla yaşandığını, bu çocuklardan sadece ikisinin cesaretlerini toplayarak, yaşadıklarını anlatabildikleri, ama ailelerinin açtıkları davaları, özellikle de diğer çocukların yalancı şahitlikleri sayesinde (bu yalancı şahitlerden biri de bu belgeseldeki Wade, diğeri Jimmy Jackson lehine şahitlik yapmayı reddetmiş) kaybetmeleri, kaybetmelerinin ötesinde paragöz diye yaftalanıp linç edilmeleri.

Belgeselin odak noktası esasında Michael Jackson'un ürkütücü bir pedofil olmasından daha çok, bir pedofilin çocukları hangi yöntemlerle, ne şekilde ağına düşürebildiği üzerine, süreci tüm detaylarıyla anlatıyor. Çocuklar yaşananları bir taciz, bir tecavüz olarak algılamıyorlar, son derece doğal şekilde Michael'ın onları sevme şekli olarak görüyor ve onun gibi taptıkları bir idolün kendilerine duyduğu "sevgi"'nin boyutu karşısında adeta paralize oluyorlar. Jackson, yaşananların başkaları tarafından öğrenilmesi halinde hapse girecekleri ve bir daha birbirlerini asla göremeyecekleri konusunda öyle bir beyinlerini yıkamış ki, çocuklar yakalanma korkusunu yetişkin yaşlarında dahi üzerlerinden atamamışlar. Bir çocuk cenneti, ikinci bir disneyland olarak lanse edilen Neverland çiftliği, yaşarlarken tam fark edemeseler de tam bir cehenneme dönüşüyor. Çocukların bu ilişkiyi yaşarken hissettikleri en büyük acı/şok, başka bir oğlan çocuğu sebebiyle arka plana atıldıklarında gerçekleşiyor. Belgeselin iki şahidi, yetişkin olup, evlendiklerinde, yaşadıklarını eşlerine dahi anlatamamışlar, neden içinde olduklarını tam anlayamadıkları ağır depresyondan da hiç kurtulamamışlar. Her ikisi de ancak birer oğlan çocuğu sahibi olduklarında başlarına geleni tam anlamıyla kavramaya başlamışlar. Kendi yaşadıklarını, ufak oğullarının da yaşaması fikri, onları uyandıran tokadı çarpmış. Wade, önce yakınlarına açılmaya, sonra da tedavi görmeye başlamış. Çok ünlü Pop yıldızlarının başarılı koreografı olarak kendine bir kariyer yapmış, ve birkaç yıl önce bir televizyon programında yaşadıklarını ilk defa kamuoyuna taşımış. Sonrasında bir dava da o açmış ve inandırıcılığını yalancı şahitlikle daha önce yitirmiş olmasının da etkisiyle kaybetmiş. Olanların ne kadar ses getirdiği malum, Dünya'nın bu yaşananlardan fazla bir haberi olmadı. Wade'in cesareti, Jimmy için de yüreklendirici olmuş, o da aynı iyileşme sürecine benzer bir şekilde başlamışken, belgeselci Dan Reed konuyu ele alarak, hakkını da fazlasıyla vererek konuyu işlemiş.

Belgesel Wade ve Jimmy'nin yanı sıra, onların ailelerine de sıkça yer veriyor, özellikle de 2 annenin (belgesel 2 bölüm ve toplamda 4 saat sürüyor) ihmalleri, Michael'ın ve onun Dünya'sının büyüsüne kapılış şekilleri çok ibret verici. Her anne babanın bu belgeseli izlemesi gerekir, çok eğitici.

Belgeselden çok etkinlendim, sonrasında bir kaç gün midemde rahatsız edici bir sıkıntıyla dolaştım, gerçekten de hem yaşananlara, hem o ailelerin parçalanış şekillerine, ama özellikle de çocukluk hatıralarımın tartışmasız ve geri dönülmez şekilde içimden kaybolmasının ve onun müziklerinden artık bir zevk alamayacak olmanın yasını tuttum. ABD'nin meşhur sohbet programı sunucusu Oprah Winfrey, belgeselin yönetmeniyle, Jimmy ve Wade'i konuk ettiği bir program yapmış. Stüdyoya da çocukluklarında taciz edilmiş kişileri seyirci olarak davet etmiş (anlattığına göre çocuk istismarı konusuna dikkat çekmek ve bilinçlendirmek için sayısız program yapmış) Belgesele bir şekilde kurmaca denilse bile (ki oscarlık oyunculuklar ve müthiş bir hayal gücü gerektirir) en geç bu yayında pes denilmesi gerekir. Ama Dünya'nın dört bir yanında Michael taraftarları ortalığı velveleye veriyor, yönetmen ve aileler ölüm tehditleri alıyorlar, belgeseli yayınlayan HBO şiddetli protestolara uğruyor. İnsanlığın çarpık doğasına naif bir bakış açım bulunmuyor, tersine Dünya'nın haline şöyle bir bakınca (hele bu konu özelinde kiliselerde olanlara) hiçbir şeye şok olmamak lazım, ama insan yine de böylesi bir fanatikliğe şaşırmadan edemiyor. Herhalde belgeseli izlemeyi de reddediyorlar, zira izleyip hala reddeden birinin ruh sağlığından şüphe edilebilir.

Hollwood'da yapımcı Weinstein vesilesiyle başlayan #metoo hareketi, her türlü tacize, ve erkeklerin ürkütücü şiddetlerine karşı önemli bir oluşum. Hem bu hareket vesilesiyle (mesela Kevin Spacey), hem de geçmiş yıllarda skandallara karışan isimler (misal Woody Allen), şunu düşündürüyor; bir sanatçının eseri, kendisinden ve eylemlerinden bağımsız düşünülebilir mi? Michael Jackson'ın müziğini bütün Dünya gönül rahatlığıyla dinlemeye devam edebilmeli mi (ve muhtemelen hayatı boyunca yanında olmayan, ama şimdi para için aslan kesilen ailesine servet yağdırmaya da), yoksa her türlü müziği, filmleri, klipleri mümkün olduğunca erişimden kaldırılmalı mı? 

3 Nisan 2019 Çarşamba

Napoliten - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Çocuklarla birlikte gittiğimiz Napoliten konserinden bahsetmeden önce günceye oğlum ve kızım ile ilgili notlar düşmek istiyorum. İkisi müzik konusunda pek (hatta hiç) anlaşamıyorlar. Cem oldum olası klasik müzik ve özellikle de opera hastası. Dalya'yla küçük yaşından itibaren birlikte dinlediğimiz müzikler ise Bruno Mars, Katy Perry, Taylor Swift gibi popüler müzikler iken, 2017 yazında, deniz kenarında şemsiye altında oturuyorduk birlikte, Dalya 6 yaşındaydı. Benden müzik dinlemek için telefonumu istedi. Normalde yarım saat kadar dinleyip tekrar kuma, denize dönerdi, ancak bu sefer oldukça uzun süre dinledi, merak edip ne dinlediğini sorduğumda, favori gruplarımdan Muse'un Resistance albümünü tekrar tekrar dinlediğini fark ettim, meğer bayılmış. Bunu da sever misin diye AC/DC'den başlayarak en sevdiğim rock gruplarını dinletmeye başladığımda, Dalya mest oldu, sonrasında hep rock dinlemeye başladı. Dinlemekle kalmayıp, rock video kliplerini de biraz fazla kaçırmış olacak ki, sürekli dövme yaptırmaktan, saçını maviye, yeşile boyamaktan bahseder oldu. Ben de kendisine 18 yaşına geldiğinde istediğini yaptırabileceğini söyledim. Sanırım henüz 18 yaşın ne kadar uzak olduğunu tam kavrayamadığından, izin verdiğim için pek mutlu oldu. O zamana kadar geçici çözüm olarak, kendi dövmelerini kollarına bacaklarına kendisi boyamaya başladı. Buraya kadar her şey güzeldi, ancak sonrasında yeni başladığı ilkokulda, kendine özenen arkadaşlarını da boyamaya başlayınca velilerden şikayet gelmeye başladı, sorunlar çıktı. Bu "veliler" konusu çok su kaldırır, güncenin içeriğini de iyice yerinden saptırır. Norm nedir, normal nedir, çocukları tüm yaratıcılıklarını, hayallerini yok etmek pahasına normlara sokmak doğru mudur, "norm"lara aykırı çocuk yetiştirmek, dışlanmak riskini de beraberinde getirdiğinden çocuğa haksızlık mıdır, çocukları belli kalıplara sokmak velilerin toplumsal görevleri midir gibi soruların bu dönemde yoğun bir şekilde kafamı kurcaladığını, maalesef net bir cevap da bulamadığımı gelecekteki bana bu satırlarla hatırlatmam yeterli olacaktır.  

O sıralarda Cem, Kadıköy Belediye'sinin Çocuk Sanat Merkezi'nde piyano eğitimi,  Dalya da bale eğitimi alıyorlardı, ilk yıllarını tamamlamışlardı. Yazlıktan döndüğümüzde, aynı sanat merkezinde kısa yaz atölyeleri vardı. Dalya yeni keşfettiği müzik türünün etkisiyle kafayı bateri çalmaya takmıştı. Bateri atölyesinin öğretmeni, Dalya'nın çok hevesli olduğunu görünce bir derslik katılmasına izin vermiş, ikinci derse ise yaşı tutmadığını söyleyerek almamış. Bunun üzerine Dalya eve geldiğinde tencere tavalardan bir bateri kurgulamış, annesine (aklındaki plandan hiç bahsetmeden) video çekmesini söylemiş. Bir sonraki gün yine aynı öğretmeni bulup, videoyu izlettirmiş, kendisini derse kabul ettirmiş (Dalyam, bu yaptığını ve medeni cesaretini 50 yaşına da gelsen ömrüm yeterse anlatmaya devam edeceğim, hayatın boyunca hep hayallerinin peşinden koş). Yeni dönem başladığında ikinci senesinde olmasına rağmen, Dalya'nın baleye ilgisi kayboldu, sanırım sıkı bir rocker olmak varken, hanım hanımcık bale yapmayı kendisine pek yakıştıramıyordu. (renkli giysileri, etek, elbise gibi kıyafetleri tamamen reddetmeye başlamıştı) Yeni dönem başladığında bateriye geçmek istedi, ama yaşı tutmadığından izin vermediler. 2 senelik bale eğitimini, başladığımız işleri bitirmek söylevleriyle, tamamlamaya zar zor ikna edebildik. Bir sonraki sene, Cem piyano eğitimini tamamladığından çelloya geçiş yaptı, Dalya ise bu sefer gitar çalmak istedi, ama yine yaşı tutmadı, modern dansa başladı. Nina, yazın ailesini ziyarete Almanya'ya gittiğinde, çocukken çaldığı gitarı bulup getirdi, şimdi Dalya'yla youtube'dan gitar derslerini izleyerek birlikte öğrenmeye çalışıyoruz, gitar büyük olduğundan akorlara parmakları gerçekten de yetişemiyor, bu da onu çok kızdırıyor, bakalım pes edecek mi, zaman gösterecek.

Cem ve Dalya arasındaki 3 yaş farka rağmen her konuda yoğun şekilde var olan şiddetli rekabetleri (Nina'yla beni aşırı yoruyor bu rekabet konusu, gerçek hayata hazırlandıkları tesellisiyle avunuyoruz), kimin sevdiği müziğin dinleneceği konusunda da yoğun bir şekilde devam ediyor. Evde birbirlerinin müziklerine tahammülsüzlük gösterdiklerinde kulaklığa yönlendiriyoruz. Sabahları okula arabayla birlikte giderken çalınacak müzik ise şiddetli tartışmalara sebep olunca, kurnaz bir fikirle, sabah kim bizi üzmeden kalkar, üstünü giyinir, kahvaltı eder, dişini fırçalar ise onun müziğinin çalınacağı, eşitlik halinde ise sıraya bağlayacağımı ilettim. Müthiş işe yaradı, aylardır, huzurla evden çıkıyoruz, gerçi arada sırada sıranın kimde olduğuyla ilgili anlaşmazlık olabiliyor, son sözü ben söylüyorum. Sıra Cem'deyse ya evden getirdiği opera CD'leri, ya da Radyo 3 açılıyor. Sıra Dalya'daysa Radyo Eksen Gülşah Güray'ın programı eşliğinde yol alıyoruz. İlk başlarda müziği açılmayan sinir oluyor, tepkiler veriyor, kulaklarını tıkıyordu, geçen aylarla birlikte her ikisi de karşı cephenin müziğine bir hayli alıştı, keyifle dinlediklerini (tabii ki hala kabul etmiyorlar) dikiz aynasından görebilir oldum.

Cem'le küçük yaşından itibaren birlikte klasik müzik konserlerine gidiyoruz, hatta şimdi güncede aratıp 5 yıl önceki şu yazımı buldum, ama Dalya'yla henüz birlikte (yine yaşı tutmadığı için) rock konserlerine gidemiyoruz. Napoliten konserine bilet alırken Dalya'yı götürüp götürmeme konusunda kararsız kaldım, Nina da sıkılacağını, sıkılmasa bile sıkılmış gibi yapacağını düşündü ama en kötü ihtimalle bir parça arasında salondan çıkarırız diye ona da bilet aldım, birlikte Kadıköy Süreyya operasının yolunu tuttuk.

Konser başladığında arka fonda İtalya görüntüleri, 5 tenor sahnedeki şarap, kadehler ve mezelerle donatılmış masada neşeyle yerlerini aldılar. Sonrasında sırayla kalkarak piyano eşliğinde aşk dolu aryalarını seslendirdiler. Hayatımda izlediğim en keyifli konserlerden biri oldu. Tabii keyfime keyif katan, güzel aryaların yanı sıra dönüp baktığımda çocuklarımın yüzlerinde gördüğüm mutluluk ifadesiydi. "O Sole Mio"'yu 5 tenor birlikte seslendirirken tüm seyirciler gibi Dalya ve Cem de büyük coşkuyla tempo tutuyorlardı.

Sahne kurgu ve piyanoda Hüseyin Kaya, solistler Besnik Ademoğlu, Serkan Bodur, Can Reha Gün, Yoel Keşap, Muzaffer Soydan enfes bir konser yaşattılar bize. Özellikle Besnik Ademoğlu ve Yoel Keşap'ın seslerinden çok etkilendiğimi, onlar aryalarını söylerken tüylerimin daima diken pozisyonda kaldığını, yaşların gözlerime hücum ettiklerini belirtmeliyim. Konserin sonunda seyirci bis yaptırmak istediğinde de çok esprili bir final yaptılar. Tempolu alkış esnasında boğazlarını göstererek seslerinin yorulduğunu ima ettiler, ısrar devam edince, Hüseyin Kaya piyanonun başına geçti, 5 tenor tekrar "O Sole Mio"'yu icra etmeye başladılar, ama sesleri kısılmıştı, çok kısık duyulabiliyordu, salon kahkahaya boğulunca, tam güç tekrar yükseldiler, salonu inleterek veda ettiler.

2 Nisan 2019 Salı

Jacques ile Efendisi - Rest Tiyatro


Künyesinde çok sevdiğim yazarlardan Milan Kundera'nın ismini görünce hemen oyunun Kadıköy Emek Tiyatro'sundaki seansına bilet edindim. Günceye yazamadığım yıllarda Emek tiyatrosunun sahnesinde Kabileler (sahneleyen B Planı) oyununu izlemiş ve beğenmiştim. Çocuklarından biri işitme engelli olan bir aile üzerinden, sağırların Dünyasına dair çok samimi paylaşımları vardı.

Bu sefer de oyun Emek Tiyatro tarafından değil, Rest Tiyatro tarafından sahneleniyor. Kundera oyunu Diderot'nun aynı isimli romanından 3 perde olarak uyarlamış, ancak Rest Tiyatro da oyunu tek perdeye kısaltmış. Belki de bunun etkisiyle oyunun başında oldukça zorlandım, 9 oyuncu tüm ekip sahnedeydi, konuyu ve karakterleri hemen çözemedim, dikkatim de dağıldı, kafam başka yerlere gitti. Bir 10 dakikalık bocalamadan sonra, oyunculukların hepsinin istisnasız çok iyi olmaları sayesinde eserin içine girebildim. Sokaklarda yaşayan evsiz karakterlerin, buldukları bir kitaptaki hikayecikleri canlandırmaları üzerine kurgulanmış. Kundera, özellikle "Şaka" romanında çok net şekilde verdiği sistem/toplum eleştirisini, bu sefer bu minik hikayeciklere serpiştirmiş.

Metnin ve güçlü oyuncukların etkisiyle oyunu çok beğendim, ama öyle bir oyuncu vardı ki, performansını izlerken ağzım açık kaldı; Zeynep Erkekli. Hancı ve Markiz rollerinde öyle bir döktürdü ki, tekrar tekrar izlenebilir. Bundan sonra herhangi bir oyunun kadrosunda kendisini görürsem, gözüm kapalı oyuna bilet alacağım.

Yazan: Milan Kundera
Çeviren: Ayberk Erkay
Yöneten: Ragıp Ertuğrul
Oynayanlar: Cem Baza, Serhan Süsler, Zeynep Erkekli, Umut Demirdelen, Ayşegül Yalçıner, Ali Yalçıner, Halit Barış Öncü, Erce Ahmet Kardaş, Fulden Obiz