28 Şubat 2010 Pazar
Çağdaş Bale Topluluğu ve "Çağdaş Buluşmalar 2010"
Uzun yıllar önce hayran olduğum, sonrasında çoğunlukla hayal kırıklıklarıyla takip etmeye devam ettiğim Çağdaş Bale Topluluğu'nun geçen ay izlediğim Medea'sını beğenmiş ve ilerisi için ümitlenmiştim. Dün kurucusu Cem Ertekin'e ait 4 koreografiden oluşan "Çağdaş Buluşmalar"ını izleme şansım oldu ama yine büyük bir sükut-u hayale uğradım. Koreografi çağdaş ve yaratıcı olmaktan çok uzakta ve tekrarlardan ibaretti, hatta üzülerek söylemek durumundayım ki özellikle Tangomania'nın ilk kısmında ritmik jimnastiğe kaçan kısmı üzülerek ve devamında da tangonun 32 diş sırıtarak sanki samba yapıyorlarmış gibi icrasını şaşkınlıkla izledim. Kostümler de çağın gerisinde ve başarısızdı. Müzikler için çok, hatta fazla güçlü parçalar seçilmişti, bu kadar zayıf bir koreografi bu kadar güçlü müziklerle daha da çok sırıtıyor. Onlarca belki yüzlerce kez dans eserlerine ev sahipliği yapmış olan Piazzolla'nın Libertango'suna koreografi yapmadan önce iki kez düşünmek gerekir. Aynı şekilde Bach'ın orguna, Villa-Lobos'un muazzam Aria'sına ve Saint-Saens'ın Samson Et Dalila'sına el atmak için vasatın üzerine çıkabilmek gerekir. Maalesef hiç ama hiç olmamış...
Akbank Oda Orkestrası ve "Perdenin Önü, arkası"
Akbank Oda Orkestrası'nın bu ayki konserinden bahsetmeden önce sanal hafızama geçen ayki konserden kısa bir not düşeyim. Solist Kostas Kotçiolis'den Rodrigo'nun çok bilinen "Concierto de Aranjuez"ini dinledik. Favori radyo kanalım Radyo 3'te belki onlarca kez dinlemiş olduğum bu eseri bir kez de canlı dinlemekten büyük bir keyif aldım, yaylıların o meşhur melodiyi her tekrarlarında ürperdim.
Bu ayki konserde çok etkileyici tınılara rastlayamadım, ama konserin teması çok ilginçti. Program, film müziği bestekarlarının eserlerinden oluşuyordu. Her zaman olduğu gibi, konserden önce şef Cem Mansur'la sohbet vardı. Dinleyeceğimiz eserlerle ve bestecileriyle ilgili ilginç bilgiler aktardı. Genelde bir filmi izlerken müziklerini beğenir ve soundtrack albümünü alırız ama bu sefer seyretmediğimiz bir filmin müziğini canlı dinleyip filmin nasıl olacağını hayal etme şansına sahip olduk. Mesela müziğini (beste J. Corigliano) dinlediğimiz "Kırmızı Keman" filmini çok merak ettim, ilk fırsatta izlemek istiyorum. Filmin başrolünde kırmızı bir keman varmış ve konu başroldaki bu kemanın yüzyıllar süren hayat hikayesini anlatıyormuş. Eseri, 2 yaşında keman çalmaya başlayıp 4 yaşında ilk konserini vermiş olan (nasıl özeniyorum böyle yeteneklere) Lara St. John icra etti.
Konserde ayrıca Imamura'nın çok beğendiğim ve bence Hiroşima üzerine yapılmış olan en iyi filmlerden bir tanesi olan "Black Rain"e ait Takemitsu'nun müziğini ve Fellini'nin hemen hemen tüm filmlerine, Visconti'nin başta taptığım "Il Gattopardo"su olmak üzere birçok filmine ve "Godfather"ın unutulmaz müziğine imza atmış olan Nino Rota'nın "Yaylı Sazlar için Senfoni"sini dinledik.
Bu ayki konserde çok etkileyici tınılara rastlayamadım, ama konserin teması çok ilginçti. Program, film müziği bestekarlarının eserlerinden oluşuyordu. Her zaman olduğu gibi, konserden önce şef Cem Mansur'la sohbet vardı. Dinleyeceğimiz eserlerle ve bestecileriyle ilgili ilginç bilgiler aktardı. Genelde bir filmi izlerken müziklerini beğenir ve soundtrack albümünü alırız ama bu sefer seyretmediğimiz bir filmin müziğini canlı dinleyip filmin nasıl olacağını hayal etme şansına sahip olduk. Mesela müziğini (beste J. Corigliano) dinlediğimiz "Kırmızı Keman" filmini çok merak ettim, ilk fırsatta izlemek istiyorum. Filmin başrolünde kırmızı bir keman varmış ve konu başroldaki bu kemanın yüzyıllar süren hayat hikayesini anlatıyormuş. Eseri, 2 yaşında keman çalmaya başlayıp 4 yaşında ilk konserini vermiş olan (nasıl özeniyorum böyle yeteneklere) Lara St. John icra etti.
Konserde ayrıca Imamura'nın çok beğendiğim ve bence Hiroşima üzerine yapılmış olan en iyi filmlerden bir tanesi olan "Black Rain"e ait Takemitsu'nun müziğini ve Fellini'nin hemen hemen tüm filmlerine, Visconti'nin başta taptığım "Il Gattopardo"su olmak üzere birçok filmine ve "Godfather"ın unutulmaz müziğine imza atmış olan Nino Rota'nın "Yaylı Sazlar için Senfoni"sini dinledik.
23 Şubat 2010 Salı
Kredi Kartı - Vak'a aaaaa! - Üsküdar Tekel Sahnesi
Devlet Tiyatrolarının geçen sene açılmış olan Üsküdar Tekel Sahnesi'nde daha önce hiç gitmemiştim. Mekanı görme arzusuyla daha önce hakkında hiçbir şey duymamış ve okumamış olduğum bir oyuna bilet aldım. İyiki de öyle yapmışım, çünkü Üsküdar Tekel Sahnesi binası görülmeye değer, İstanbul çok güzel bir tiyatro binası kazanmış, üstelik binadan çıktığınızda muhteşem de bir boğaz manzarası karşılıyor sizleri. Rahatlıkla bir otele dönüştürülebilecekken, tiyatro binası olmuş olması da İstanbul'da sanat adına çok ümit verici.
İzlerken fark ettik ki meğerse tek oyun değil, eseri yazıp yöneten Cüneyt Çalışkur'a ait iki kısa oyunmuş. Her iki oyunda da (çok başarılı) Uğur Polat oynadığı için sanki ikincisi ilkinin devamıymış gibi geliyor, ufak bir şaşkınlıktan sonra iki karakterin farklı olduğunu anlayabildim.
Ama suç izleyicide değil, Devlet Tiyatrolarının sitesinde oyunun konusu olarak sadece aşağıdaki bilgi veriliyor;
"Nietzsche “Sizi öldürmeyen şey güçlendirir!” diyor. Ben de oyunlarımda “Sizi öldürmeyen şey sakat bırakır!” diyorum. Cüneyt Çalışkur"
Nietsche deyince ağır ve karamsar bir şeyler olabilir diye düşünürken, oyunların isimleri ve grafiğin verdiği ipuçlarının daha doğru olduğu ortaya çıkıyor. İlk oyunda kredi kartlarının hayatımızın merkezine oturmuş olması hicvediliyor. Kahramanımız kredi kartlarıyla ilgili telefon görüşmeleri yaparken arka planda canlı radyosunun (Çağ Çalışkur) eğlenceli anonslarını ve mükemmel sesinden şarkılarını dinliyoruz. İkinci oyunda ise bir hastanın 5 senelik terapi sonrasında, doktorunun yazdığı kitapta örnek verdiği vakalar arasına girememiş olmasının hayal kırıklığına tanıklık ediyoruz.
Artık yakından takip edeceğim tiyatro programlarına kesinlikle Tekel sahnesinin programı da eklendi...
İzlerken fark ettik ki meğerse tek oyun değil, eseri yazıp yöneten Cüneyt Çalışkur'a ait iki kısa oyunmuş. Her iki oyunda da (çok başarılı) Uğur Polat oynadığı için sanki ikincisi ilkinin devamıymış gibi geliyor, ufak bir şaşkınlıktan sonra iki karakterin farklı olduğunu anlayabildim.
Ama suç izleyicide değil, Devlet Tiyatrolarının sitesinde oyunun konusu olarak sadece aşağıdaki bilgi veriliyor;
"Nietzsche “Sizi öldürmeyen şey güçlendirir!” diyor. Ben de oyunlarımda “Sizi öldürmeyen şey sakat bırakır!” diyorum. Cüneyt Çalışkur"
Nietsche deyince ağır ve karamsar bir şeyler olabilir diye düşünürken, oyunların isimleri ve grafiğin verdiği ipuçlarının daha doğru olduğu ortaya çıkıyor. İlk oyunda kredi kartlarının hayatımızın merkezine oturmuş olması hicvediliyor. Kahramanımız kredi kartlarıyla ilgili telefon görüşmeleri yaparken arka planda canlı radyosunun (Çağ Çalışkur) eğlenceli anonslarını ve mükemmel sesinden şarkılarını dinliyoruz. İkinci oyunda ise bir hastanın 5 senelik terapi sonrasında, doktorunun yazdığı kitapta örnek verdiği vakalar arasına girememiş olmasının hayal kırıklığına tanıklık ediyoruz.
Artık yakından takip edeceğim tiyatro programlarına kesinlikle Tekel sahnesinin programı da eklendi...
Yüksel Arslan Retrospektifi - Santralistabul
Geçen seneki İstanbul bienalini fazla politik, ve az yaratıcı bulmuştum. Sanırım bienallerin doğasında politik olmak var, sanatçıların çevrelerindeki sorunları dile getirip büyük paralar harcamadan (mesela film çekmeden) geniş kitlelere ulaşabilecekleri kısıtlı platform bulunmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Ama bence sanat ve dolayısıyla yaratıcılık çok arka plana atılıp karşımıza sayfalarca okunacak dümdüz mesajlar çıkınca işin esprisi kaçıyor. Yine de bienalde beni etkileyen birkaç eser vardı, bunların arasında en beğendiğim Yüksel Arslan'ın (d.1933, Eyüp-İstanbul) eseriydi. Bienal'e paralel Santral İstanbul'da açılan Yüksel Arslan retrospektifine gitmeye o zaman karar vermiştim. Serginin bitişine az zaman kalmasının da etkisiyle geçen haftasonu sergiyi gezmeye motive olabildim.
Santral İstanbul'a her gidişimde sergiden önce mekanın güzelliğine bir kez daha hayran kalıyorum, umarım benzer mekanlar İstanbul'umuzda hızla çoğalır. Sergiye gelirsek, 3. katta ressamın ilk eserlerinden başlanarak kronolojik sırayla zemin kata kadar sanatının geçirdiği evreler izlenebiliyor. Her döneme eşlik eden kısa yazıların bizzat ressam tarafından kaleme alınmış olması çok hoşuma gitti, çünkü bu yazılar ansiklopedi dilinde olduğunda çok sıkıcı olabiliyorlar. Arslan'ın 50 yıla yayılan tüm eserlerinde temalar az çok değişse de bir ortak payda söz konusu, yani ressamın tarzında büyük sıçramalar ve stil değişiklikleri yok, kendi icadı olan Arture tarzına sadık kalıyor. Arslan'ın kendi kaleminden Arture'ün tarifi;
"Toprak boyalar, yumurta akı, yağ, bal, sidik... Bu yüzden ürettiğim şeyler tam anlamıyla resim değiller. Çalışmalarımı adlandırmak için başka bir sözcük bulmalıydım. 1962'de ART sözcüğünden yola çıkarak ve URE ekini kullanarak çalışmalarımın genel adı olarak ARTURE sözcüğünü buluyorum. ARTURE'ün gerçek anlamıyla resim olmadığı kolayca fark edilebilir. Bu resim ile yazı, resim ile şiir arasında bir sanat."
Serginin en beğendiğim kısmı 2.katta sergilenen Marx'ın Kapital'i üzerine ürettiği resimlerdi, zaten Bienal'de de bu dönemden bir eseri sergilenmişti. Kendisi de işçi bir ailenin çocuğu olan Arslan, bu eserlerinde resimlerde para kafalı sermaye sahiplerini ve ezilen işçileri betimliyor.
Bu yazıyı da Arslan'ın gözünden sınıfların tasviriyle sonlandıralım...
Santral İstanbul'a her gidişimde sergiden önce mekanın güzelliğine bir kez daha hayran kalıyorum, umarım benzer mekanlar İstanbul'umuzda hızla çoğalır. Sergiye gelirsek, 3. katta ressamın ilk eserlerinden başlanarak kronolojik sırayla zemin kata kadar sanatının geçirdiği evreler izlenebiliyor. Her döneme eşlik eden kısa yazıların bizzat ressam tarafından kaleme alınmış olması çok hoşuma gitti, çünkü bu yazılar ansiklopedi dilinde olduğunda çok sıkıcı olabiliyorlar. Arslan'ın 50 yıla yayılan tüm eserlerinde temalar az çok değişse de bir ortak payda söz konusu, yani ressamın tarzında büyük sıçramalar ve stil değişiklikleri yok, kendi icadı olan Arture tarzına sadık kalıyor. Arslan'ın kendi kaleminden Arture'ün tarifi;
"Toprak boyalar, yumurta akı, yağ, bal, sidik... Bu yüzden ürettiğim şeyler tam anlamıyla resim değiller. Çalışmalarımı adlandırmak için başka bir sözcük bulmalıydım. 1962'de ART sözcüğünden yola çıkarak ve URE ekini kullanarak çalışmalarımın genel adı olarak ARTURE sözcüğünü buluyorum. ARTURE'ün gerçek anlamıyla resim olmadığı kolayca fark edilebilir. Bu resim ile yazı, resim ile şiir arasında bir sanat."
Serginin en beğendiğim kısmı 2.katta sergilenen Marx'ın Kapital'i üzerine ürettiği resimlerdi, zaten Bienal'de de bu dönemden bir eseri sergilenmişti. Kendisi de işçi bir ailenin çocuğu olan Arslan, bu eserlerinde resimlerde para kafalı sermaye sahiplerini ve ezilen işçileri betimliyor.
Bu yazıyı da Arslan'ın gözünden sınıfların tasviriyle sonlandıralım...
11 Şubat 2010 Perşembe
Sam Mendes ve Away We Go
Sam Mendes birbiri ardına güzel filmler üreten bir yönetmen. Pek çok iyi filmin hem seveni hem de sevmiyenleri olur ama Mendes'in 1999 yapımı ilk sinema filmi "American Beauty"e herhalde hayran kalmayan olmamıştır. Benim de bu bloga başladığımda hazırladığım en sevdiğim 100 film listemde sağlam bir yeri vardır. Filmlerini kronolojik olarak sıralarsak, 2002'de çektiği "Road to Perdition" benim göreceli olarak en az beğendiğim Mendes filmidir. Yönetmenliğinin hakkını vermekle beraber, gerek hiç beğenmediğim Tom Hanks'in bu roldeki sönüklüğü, gerekse de konunun fazlaca çiğnenmiş ve her sahnesi önden tahmin edilir bir mafya filmi olması itibariyle bu filmi bir kenara koyalım.
Sırada 2005 yapımı Jarhead var. Savaş filmlerinden genelde hiç hazzetmem, özellikle de yüzlerce çekilmiş vietnam filmleri fenalık geçirmeme sebep olur. Beğendiğim çok az savaş filmi var, aklıma ilk gelenler "Apocalypse Now", "Three Kings", "Full Metal Jacket". Jarhead ise unutulmaz bir film olmamakla beraber, çok kaliteli yönetimi, Jake Gyllenhaal'in başarılı oyunculuğu ve özellikle de diğer savaş filmlerinin ısrarla mesaj verme çırpınmalarına prim vermemesiyle beğenerek izlediğim bir film oldu.
2008 yapımı "Revolutionary Road, Mendes'in bence en iyi filmidir, hatta bir "en beğendiğim 10 film" listesi yapmaya kalkışsam kararsız kalacağım filmler yığınından birisidir. Kate Winslet Oscar'ı kesinlikle bu filmdeki muhteşem performansıyla almalıydı, Reader'daki rolü ile değil, ama Oscar'a akıl erdirmeye çalışmak zaten büyük bir hata olur. Bu film bence pek çok insanı hayatları üzerine düşünmeye itecek, onlara günlük hayatın koşturmacası arasında unuttukları ideallerini hatırlamaya yöneltecek ve bir çok ilişkinin de derinden sorgulanıp sarsılmasına sebep olabilecek bir potansiyele sahip.
Mendes'in bir özelliği de filmlerini sıralarken beliriyor; her filmin de farklı bir zaman diliminde farklı bir genre deniyor ve gerçekten başarılı oluyor. Mendes bu formülü son filmi "Away We Go"da da bozmuyor, ve tam Sundance'lik bir bağımsız filme imza atıyor. Film, birbirini çok seven bir çiftin doğacak çocuklarını büyütecekleri yeri seçmek üzere çıktıkları aday şehir yolculuklarını anlatıyor. Tam bağımsız film tadında ve giriş-gelişme-sonucu belli büyük dramlar söz konusu değil, sadece bu tatlı çiftin hayatlarının bir kesitine şahitlik ediyoruz. Filmin komedi kıvamı da tam yerinde, özellikle Maggie Gyllenhaal'un olduğu bölüm çok eğlendirici.
Eve yorgun geldiğinizde kafanızı dağıtmak, yüzünüze bir gülümseme yerleştirmek için ideal bir film.
Sırada 2005 yapımı Jarhead var. Savaş filmlerinden genelde hiç hazzetmem, özellikle de yüzlerce çekilmiş vietnam filmleri fenalık geçirmeme sebep olur. Beğendiğim çok az savaş filmi var, aklıma ilk gelenler "Apocalypse Now", "Three Kings", "Full Metal Jacket". Jarhead ise unutulmaz bir film olmamakla beraber, çok kaliteli yönetimi, Jake Gyllenhaal'in başarılı oyunculuğu ve özellikle de diğer savaş filmlerinin ısrarla mesaj verme çırpınmalarına prim vermemesiyle beğenerek izlediğim bir film oldu.
2008 yapımı "Revolutionary Road, Mendes'in bence en iyi filmidir, hatta bir "en beğendiğim 10 film" listesi yapmaya kalkışsam kararsız kalacağım filmler yığınından birisidir. Kate Winslet Oscar'ı kesinlikle bu filmdeki muhteşem performansıyla almalıydı, Reader'daki rolü ile değil, ama Oscar'a akıl erdirmeye çalışmak zaten büyük bir hata olur. Bu film bence pek çok insanı hayatları üzerine düşünmeye itecek, onlara günlük hayatın koşturmacası arasında unuttukları ideallerini hatırlamaya yöneltecek ve bir çok ilişkinin de derinden sorgulanıp sarsılmasına sebep olabilecek bir potansiyele sahip.
Mendes'in bir özelliği de filmlerini sıralarken beliriyor; her filmin de farklı bir zaman diliminde farklı bir genre deniyor ve gerçekten başarılı oluyor. Mendes bu formülü son filmi "Away We Go"da da bozmuyor, ve tam Sundance'lik bir bağımsız filme imza atıyor. Film, birbirini çok seven bir çiftin doğacak çocuklarını büyütecekleri yeri seçmek üzere çıktıkları aday şehir yolculuklarını anlatıyor. Tam bağımsız film tadında ve giriş-gelişme-sonucu belli büyük dramlar söz konusu değil, sadece bu tatlı çiftin hayatlarının bir kesitine şahitlik ediyoruz. Filmin komedi kıvamı da tam yerinde, özellikle Maggie Gyllenhaal'un olduğu bölüm çok eğlendirici.
Eve yorgun geldiğinizde kafanızı dağıtmak, yüzünüze bir gülümseme yerleştirmek için ideal bir film.
Bahman Ghobadi ve No One Knows About Persian Cats
Dünya Sinemasına meraklı olup, İran sinemasıyla yolu daha önce az kesişmişlere özellikle Abbas Kiarostami, Mohsen Makhmalbaf, Jafar Panahi ve bugünkü konuğumuz Bahman Ghobadi'nin filmlerini tavsiye ederim. İran sineması deyince akla ilk gelen bu yönetmenlerin ortak yanları çok zor şartlarda ve sert bir sansür altında filmlerini yapmak zorunda olmaları. Sanırım bu zorluklar onları sade ve gerçekçi filmler yapmaya yönlendiriyor, tekrara düşmemek için de ellerindeki kısıtlı malzemeyi oldukça yaratıcı kullanıyorlar. "Ayneh", "Ten", "A Moment of Innocence", "Taste of Cherry", "Offside", "Through the Olive Trees" iran sinemasının güzel örneklerinden aklıma ilk gelenler.
Bahman Ghobadi'ye gelince, daha önce ilk olarak İstanbul Film Festivalinde izlediğim "Marooned in Iraq"ı beğenmiş, daha sonra daha da çok beğendiğim "Turtles Can Fly"ını izlemiştim. Her iki film de İran'la Irak arasına sıkışmış, Saddam tarafından acımasız katliamlara maruz kalmış kürtlerin zorlu yaşam mücadelelerinden bir kesit sunuyor.
Bu yılki If İstanbul programında bulunan Ghobadi'nin son filmi "No One Knows About Persian Cats"de, yönetmen kamerasını Tahran'da çok zor şartlar altında müzik yapmaya çalışan gençlere çeviriyor. Internette bulunabilen önsözünde izleyicilerden bu filmi mümkün olan tüm mecralardan yaymalarını rica ediyor, çünkü yönetmenin filmini yasal yollardan İran'da izlettirme imkanı yok. Film de zaten yasal izin olmadan kaçak (gerilla stilinde) çekilmiş. Film boyunca rap'den heavy metal'e kadar dünyadaki hemen tüm müzik akımlarından örnekler veren İranlı gençlere kulak veriyoruz. Filmin merkezinde ise yasal yollardan yurt dışına çıkma izni alması çok güç olan bir Indie-rock grubunun Londra'da konser verebilmek için kaçak pasaport ve vize tedarik etme mücadelesine tanıklık ediyoruz. İşte filmin maalesef zayıf halkası da burada, hikaye ve karakterler o kadar zayıf işleniyor ve arka plana atılıyor ki, yönetmen keşke bunu bir sinema filmi olarak çekmese de güzel bir belgesel çıkartsaydı diye düşündürtüyor. Hikaye sadece birbirinden kopuk müzik akımı ve gruplarını birbirlerine ulamak için bir araç olarak kullanılmış, bunun da hakkını maalesef veremiyor.
Çok benzer bir malzemeyi Fatih Akın "Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul" isimli belgeselinde mükemmel bir şekilde kullanıyor. İstanbul'da üretilen çok farklı türde müzikleri, içinden çıktıkları kültürlerle beraber çok güzel ve sürükleyici bir şekilde harmanlayarak tekrar tekrar izlenebilecek bir belgesel ortaya çıkarıyor. Evet Ghobadi çok zor şartlarda bu filmi yapabilmiş, ama zor şartlar İranlı yönetmenleri daha önce durduramamıştı, her zorluğun üstesinden yaratıcılıklarıyla gelmeyi başarmışlardı.
İkinci bir eleştirim de, filmdeki müziklerin hemen hepsinin türlerinin kaliteli örnekleri olmakla beraber yurtdışındaki türdeşlerinin birer kopyası olmalarıydı, yani o müziklere kendi kültürlerinden fazla bir şey katılmamış gibi geldi bana. Bu tabii baskı altında yaşayan gençlerin bir nevi kendi kültürlerine tepkisi olabilir ama filme dışarıdan nesnel yaklaşmamız gerekirse, izleyici olarak daha otantik tınılar beklentimiz de karşılanmıyor. O zaman film, "vay İran'da da Avrupa'daki seviyede müzik yapılıyormuş" mesajına indirgenmiş oluyor. Mesela yine Fatih Akın'ın filmiyle kıyaslarsam, İstanbul'daki müziklerde İstanbul'dan Anadolu'dan yoğun izler hissediliyor, veya bu müziğe yakın olduğum için ben böyle hissediyorum, bir de bu filmi seyreden yabancılara fikirlerini sormak lazım.
Ghobadi'nin ve İran sinemasının daha güzel örneklerini izleyebilme dileğiyle bu yazıyı da noktalayalım.
Bu yılki If İstanbul programında bulunan Ghobadi'nin son filmi "No One Knows About Persian Cats"de, yönetmen kamerasını Tahran'da çok zor şartlar altında müzik yapmaya çalışan gençlere çeviriyor. Internette bulunabilen önsözünde izleyicilerden bu filmi mümkün olan tüm mecralardan yaymalarını rica ediyor, çünkü yönetmenin filmini yasal yollardan İran'da izlettirme imkanı yok. Film de zaten yasal izin olmadan kaçak (gerilla stilinde) çekilmiş. Film boyunca rap'den heavy metal'e kadar dünyadaki hemen tüm müzik akımlarından örnekler veren İranlı gençlere kulak veriyoruz. Filmin merkezinde ise yasal yollardan yurt dışına çıkma izni alması çok güç olan bir Indie-rock grubunun Londra'da konser verebilmek için kaçak pasaport ve vize tedarik etme mücadelesine tanıklık ediyoruz. İşte filmin maalesef zayıf halkası da burada, hikaye ve karakterler o kadar zayıf işleniyor ve arka plana atılıyor ki, yönetmen keşke bunu bir sinema filmi olarak çekmese de güzel bir belgesel çıkartsaydı diye düşündürtüyor. Hikaye sadece birbirinden kopuk müzik akımı ve gruplarını birbirlerine ulamak için bir araç olarak kullanılmış, bunun da hakkını maalesef veremiyor.
Çok benzer bir malzemeyi Fatih Akın "Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul" isimli belgeselinde mükemmel bir şekilde kullanıyor. İstanbul'da üretilen çok farklı türde müzikleri, içinden çıktıkları kültürlerle beraber çok güzel ve sürükleyici bir şekilde harmanlayarak tekrar tekrar izlenebilecek bir belgesel ortaya çıkarıyor. Evet Ghobadi çok zor şartlarda bu filmi yapabilmiş, ama zor şartlar İranlı yönetmenleri daha önce durduramamıştı, her zorluğun üstesinden yaratıcılıklarıyla gelmeyi başarmışlardı.
İkinci bir eleştirim de, filmdeki müziklerin hemen hepsinin türlerinin kaliteli örnekleri olmakla beraber yurtdışındaki türdeşlerinin birer kopyası olmalarıydı, yani o müziklere kendi kültürlerinden fazla bir şey katılmamış gibi geldi bana. Bu tabii baskı altında yaşayan gençlerin bir nevi kendi kültürlerine tepkisi olabilir ama filme dışarıdan nesnel yaklaşmamız gerekirse, izleyici olarak daha otantik tınılar beklentimiz de karşılanmıyor. O zaman film, "vay İran'da da Avrupa'daki seviyede müzik yapılıyormuş" mesajına indirgenmiş oluyor. Mesela yine Fatih Akın'ın filmiyle kıyaslarsam, İstanbul'daki müziklerde İstanbul'dan Anadolu'dan yoğun izler hissediliyor, veya bu müziğe yakın olduğum için ben böyle hissediyorum, bir de bu filmi seyreden yabancılara fikirlerini sormak lazım.
Ghobadi'nin ve İran sinemasının daha güzel örneklerini izleyebilme dileğiyle bu yazıyı da noktalayalım.
6 Şubat 2010 Cumartesi
Tony Gatlif ve Vengo
Hani hiç planda yokken bir sinemanın önünden geçerken gözünüz bir postere takılır ve hakkında daha önce hiçbir şey duymadığınız bir filme girer ve izlersiniz ya, işte benim hayatımda da böyle sürpriz filmler var, mesela Rembetiko, Out of Rosenheim (Bagdat Cafe), Love etc. , Gadjo Dilo... Bu saydıklarımdan Tony Gatlif'in Gadjo Dilo'sunu seyrettiğimde büyülenmiş ve film hiç bitmesin istemiştim. Bir fransız genç (Gatlif'in favori oyuncusu Romain Duris) babasının öldüğü araçta takılı kasette dinlediği şarkıcıyı aramak üzere yollara düşüp Romanya'ya gidiyor ve romanların dünyasına "Çılgın Yabancı" olarak giriyor. Çingenelerin büyüleyici müzikleri ve sıradışı kültürlerine şahit oluyoruz, işin içine aşk da şiddet de giriyor, çok etkileyici ve pek çok anlamda bir arayış filmi. Aynı tarz arayışı yine Gatlif'in "Exils" ve "Transylvania"da da görüyoruz. Exils'de kendini, birbirini, hayatı kaybetmiş bir çift yürüyerek son derece bohem bir şekilde Fransa'dan Cezayir'e yolculuk ediyor ve fılm beni çok etkileyen bir final sahnesiyle sonlanıyor. "Transylvania"da ise bu sefer Asia Argento kendini platonik bir aşkın peşinden koştururken kaybediyor ve esasında kendisine doğru çıktığı yolculuğuna Fatih Akın'ın "Duvara Karşı"sından tanıdığımız Birol Ünel eşlik ediyor.
Gelelim Gatlif'in 2000 yapımı "Vengo"suna. Film çok etkileyici bir müzikle açılıyor, muhtemelen Cezayirli olan müzisyenlerle Endülüslü flamenkocular beraber meşkediyorlar. Kuzey Afrikalıların müziği bizim sufi müziğimizi çağrıştırıyor, müziğe eşlik eden dansçının hareketleri de bir sema gösterisine dönüşüyor. Müziğin bitmesiyle çan sesleri duyuluyor ve sahne bir hristiyan mezarlığına geçiyor. Farklı kültürlerin kaynaştığı Endülüs'te çok ilginç bir filmin bizi beklediğini düşünürken, film bu açılışla maalesef hakkını verebileceğinden fazlasını vaat ediyor. Filme yine yer yer muhteşem müzikler eşlik ediyor, özellikle yanık sesli bir flamenko şarkıcısını bir masa etrafındakilerin el çırparak tempo tutmalarıyla dinlerken insan inanılmaz ürperiyor ancak filmin konusu bizim Güneydoğumuzdan bildiğimiz kısır bir kan davasına hapsoluyor, ve en azından benim açımdan Gatlif'in unutulmaz filmleri arasına katılamıyor. Neyseki Gatlif, bu filminden sonra da, yukarıda bahsettiğim gibi, sinemasından güzel başka örnekler verdi, ve eminim vermeye devam edecek.
Gelelim Gatlif'in 2000 yapımı "Vengo"suna. Film çok etkileyici bir müzikle açılıyor, muhtemelen Cezayirli olan müzisyenlerle Endülüslü flamenkocular beraber meşkediyorlar. Kuzey Afrikalıların müziği bizim sufi müziğimizi çağrıştırıyor, müziğe eşlik eden dansçının hareketleri de bir sema gösterisine dönüşüyor. Müziğin bitmesiyle çan sesleri duyuluyor ve sahne bir hristiyan mezarlığına geçiyor. Farklı kültürlerin kaynaştığı Endülüs'te çok ilginç bir filmin bizi beklediğini düşünürken, film bu açılışla maalesef hakkını verebileceğinden fazlasını vaat ediyor. Filme yine yer yer muhteşem müzikler eşlik ediyor, özellikle yanık sesli bir flamenko şarkıcısını bir masa etrafındakilerin el çırparak tempo tutmalarıyla dinlerken insan inanılmaz ürperiyor ancak filmin konusu bizim Güneydoğumuzdan bildiğimiz kısır bir kan davasına hapsoluyor, ve en azından benim açımdan Gatlif'in unutulmaz filmleri arasına katılamıyor. Neyseki Gatlif, bu filminden sonra da, yukarıda bahsettiğim gibi, sinemasından güzel başka örnekler verdi, ve eminim vermeye devam edecek.
3 Şubat 2010 Çarşamba
Woody Allen ve Whatever Works (2009)
Woody Allen'ın filmlerini, bir ikisi haricinde hep beğenerek izlemişimdir, veri bankama göre "Whatever Works" izlediğim 27nci Allen filmi (bu rakama yaklaşan bir tek Hitchcock var, 22 film). 70'lerden "Annie Hall", "Manhattan", "Sleeper, 80'lerden "Hannah and Her Sisters", 90'lardan "Deconstructing Harry" ve son dönemden "Match Point" ve "Vicky Cristina Barcelona" favorilerimden. Şimdi bunlara "Whatever Works" eklendi.
Allen, farklı ve keyifli Avrupa turundan sonra New York'a ve eski tarzına geri dönüyor. Ufak bir farkla; eski filmlerinden bildiğimiz Woody karakterinin kafası hep karışıktır, aklınını kurcalayan hayata dair bir sürü sorular vardır, bu şaşkınlık yüz ifadesinde vücut bulur. Boris karakteri ise kafasında her şeyi çoktan çözmüş, sorular sormuyor, direk cevapları veczediyor, bu bağlamda başrolü kendisi oynamak yerine, Larry David'e vermiş olması daha iyi uymuş.
Bizzat bir insankaçkını olarak kendimi (belki filmi izleyen pek çok başka kişi gibi) ürkütücü şekilde Boris karakterine yakın hissediyorum, yaş ilerledikçe Boris gibi tam izolasyona cesaretimi toplayabilir miyim, onu zaman gösterecek. Kesin olan insanlara tahammül sınırım her geçen gün düşüyor. Sanırım bu, hissetmeye vakti kalan, algısı açık pek çok insan için geçerli, ama günümüzün sosyalleşme çılgınlığı hisleri dahi hasıraltı edebiliyor. Tabii insankaçkınlığının yanısıra Boris'in her bir cümle ve tespitinin altına ayrı ayrı imza atmak mümkün. Allen'ın dehası, bu muazzam incilerini son derece özensiz bir hikayenin içine serpiştirebilecek kadar üretken olmasında. Muhtemelen birkaç günde yazıp yönettiği bu filmi, aylarca yıllarca uğraşıp her açıdan bir şaheser haline getirebilir, ödüllerden ödüllere koşabilirdi, ama o bunları ve çevresindeki sabun köpüğü şanı şöhreti bir yana itip, üzerinde hiçbir baskı olmadan, bu yaşında istediği filmi çekmeye yelken açabilecek kadar aşmış biri.
Her ne kadar repliklerin yanında hikaye önemsiz de kalsa, hikaye amaç değil araç da olsa, ben yine de biraz daha ilginç, inandırıcı ve sürükleyici olmasını tercih ederdim. Ama varsın böyle olsun, bu film kaçmaz...
Allen, farklı ve keyifli Avrupa turundan sonra New York'a ve eski tarzına geri dönüyor. Ufak bir farkla; eski filmlerinden bildiğimiz Woody karakterinin kafası hep karışıktır, aklınını kurcalayan hayata dair bir sürü sorular vardır, bu şaşkınlık yüz ifadesinde vücut bulur. Boris karakteri ise kafasında her şeyi çoktan çözmüş, sorular sormuyor, direk cevapları veczediyor, bu bağlamda başrolü kendisi oynamak yerine, Larry David'e vermiş olması daha iyi uymuş.
Bizzat bir insankaçkını olarak kendimi (belki filmi izleyen pek çok başka kişi gibi) ürkütücü şekilde Boris karakterine yakın hissediyorum, yaş ilerledikçe Boris gibi tam izolasyona cesaretimi toplayabilir miyim, onu zaman gösterecek. Kesin olan insanlara tahammül sınırım her geçen gün düşüyor. Sanırım bu, hissetmeye vakti kalan, algısı açık pek çok insan için geçerli, ama günümüzün sosyalleşme çılgınlığı hisleri dahi hasıraltı edebiliyor. Tabii insankaçkınlığının yanısıra Boris'in her bir cümle ve tespitinin altına ayrı ayrı imza atmak mümkün. Allen'ın dehası, bu muazzam incilerini son derece özensiz bir hikayenin içine serpiştirebilecek kadar üretken olmasında. Muhtemelen birkaç günde yazıp yönettiği bu filmi, aylarca yıllarca uğraşıp her açıdan bir şaheser haline getirebilir, ödüllerden ödüllere koşabilirdi, ama o bunları ve çevresindeki sabun köpüğü şanı şöhreti bir yana itip, üzerinde hiçbir baskı olmadan, bu yaşında istediği filmi çekmeye yelken açabilecek kadar aşmış biri.
Her ne kadar repliklerin yanında hikaye önemsiz de kalsa, hikaye amaç değil araç da olsa, ben yine de biraz daha ilginç, inandırıcı ve sürükleyici olmasını tercih ederdim. Ama varsın böyle olsun, bu film kaçmaz...
2 Şubat 2010 Salı
John Woo ve Red Cliff
John Woo favori yönetmenlerimden değildir ama hakkını vermek gerekir, Hong Kong aksiyon sinemasının yaratıcısıdır. Bu tarzın filmlerinden birine mutlaka herkes bir gün denk gelmiştir, hani havada yüzbinlerce kurşun uçuşur da biri dahi kahramanımıza isabet etmez, ama kahramanımızın sıktığı her kurşun bir seferde 20 kötü mafya elemanını birden deler geçer. Ama tabii Woo'nun filmlerini sadece bir kurşun yağmuruna indirgemek doğru olmaz, onun filmlerini özellikle renklerin vurgulandığı bir estetik ve ağır çekimler sarmalar. Bu iki ögeyi sinema dilinde inanılmaz güzellikte kullanan en favori yönetmenim Wang Kar-Wai'nin ilk çektiği filmi "As tears go by"'ı izlediğimde acaba yanlış filmi mi izledim, bu kesinlikle bir John Woo filmi olmalı diye düşünmüştüm, o kadar etkisi altında kalmış olsa gerek. Neyseki usta bu ilk filminden sonra kendi sinema dilini, hemen sonraki filminden itibaren mükemmel bir şekilde oturtarak bir Woo taklidi olma tehlikesinden kurtuldu ve birbiri ardına başyapıtlar vermeye başladı (ta ki beni tek kelimeyle yıkan son Hollywood faciası "My Blueberry Nights"a kadar, neyse bu başlıca ayrı bir yazı konusu, hiç girmeyelim)
John Woo'ya dönersek, Hollywood'a ruhunu satmadan önce çektiği tüm filmler birbirine benzer, hani Bukowski'nin bir kitabını okursanız, tümünü okumuş gibi olursunuz ya, John Woo sinemasını da anlamak için iki filmi izlemek yeterlidir: "Hard Boiled" ve "Killer", bu tarz filmleri sevenler muhteşem Tony Leung hatırına "A Bullet in the Head"i de izleyebilirler, ama bence bu üçü gerçekten yeter, dördüncü bir Woo işin tadını kaçırmaya başlayabilir.
Uzakdoğu sinemasında biraz başarılı olan yönetmenler gerekli bütçeyi toparlayınca mutlaka Çin'in tarihindeki hanedanlıklardan birinde geçen büyük bütçeli bir savaş filmi yapmak ister sanki. Mesela Kaige Chen ve yine benim çok çok sevdiğim bir yönetmen olan Zhang Yimou bu yönetmenlerdendir. Özellikle Yimou'nun çektiği "Hero" bu tarzın kitabını yazmıştır. Çin hanedanlığıyla alakalı olmamasına rağmen bir Shakespeare uyarlaması olan Kurosawa'nın "Ran"ı da bir iktidar kavgasını anlatır ve bir şaheserdir. Özellikle bu iki filmin üzerine çekilecek filmin yeni bir şeyler söylüyor olması gerekir ki, bu uzun girişten sonra bahsedeceğim film her açıdan bu konuda başarısız.
2 bölüm ve toplam 5 saate yakın süresiyle Red Cliff''den bahsediyorum. Başrolde uzakdoğuda çekilmiş hemen her iyi filmin başrolünde oynayan (evet kabul ediyorum, biraz abarttım), bence dünyanın en karizmatik erkek oyuncusu Tony Leung ve özellikle Chungking Express'teki ananas takıntısından hatırladığımız Takeshi Kaneshiro'nun oynaması itibariyle ümitlendiğim film, Woo'nun damarlarına fazlasıyla teneffüs etmiş Hollywood zehiri sebebiyle tam bir zaman kaybına dönüşüyor. Çok para harcamışlar, binlerce figüran kullanmışlar ama maalesef olmamış, filmde belki eski Woo'dan kalan tek şey bizim kahramanların uçan yüzbinlerce oktan hasar almamaları, ama üç beş kişi saldırdıkları halde koca bir orduyu devirebilmeleri.
Film ayrıca bana çok yoğun şekilde Troya'yı anımsattı, sanki Troya'nın uzakdoğu remake'i, hatta savaş aynı şekilde bir kadına olan aşk uğruna çıkıyor. Sonuç olarak siz siz olun benim düştüğüm hataya düşmeyin, hayatınızın beş saatini daha güzel başka uğraşlarla geçirin.
John Woo'ya dönersek, Hollywood'a ruhunu satmadan önce çektiği tüm filmler birbirine benzer, hani Bukowski'nin bir kitabını okursanız, tümünü okumuş gibi olursunuz ya, John Woo sinemasını da anlamak için iki filmi izlemek yeterlidir: "Hard Boiled" ve "Killer", bu tarz filmleri sevenler muhteşem Tony Leung hatırına "A Bullet in the Head"i de izleyebilirler, ama bence bu üçü gerçekten yeter, dördüncü bir Woo işin tadını kaçırmaya başlayabilir.
Uzakdoğu sinemasında biraz başarılı olan yönetmenler gerekli bütçeyi toparlayınca mutlaka Çin'in tarihindeki hanedanlıklardan birinde geçen büyük bütçeli bir savaş filmi yapmak ister sanki. Mesela Kaige Chen ve yine benim çok çok sevdiğim bir yönetmen olan Zhang Yimou bu yönetmenlerdendir. Özellikle Yimou'nun çektiği "Hero" bu tarzın kitabını yazmıştır. Çin hanedanlığıyla alakalı olmamasına rağmen bir Shakespeare uyarlaması olan Kurosawa'nın "Ran"ı da bir iktidar kavgasını anlatır ve bir şaheserdir. Özellikle bu iki filmin üzerine çekilecek filmin yeni bir şeyler söylüyor olması gerekir ki, bu uzun girişten sonra bahsedeceğim film her açıdan bu konuda başarısız.
2 bölüm ve toplam 5 saate yakın süresiyle Red Cliff''den bahsediyorum. Başrolde uzakdoğuda çekilmiş hemen her iyi filmin başrolünde oynayan (evet kabul ediyorum, biraz abarttım), bence dünyanın en karizmatik erkek oyuncusu Tony Leung ve özellikle Chungking Express'teki ananas takıntısından hatırladığımız Takeshi Kaneshiro'nun oynaması itibariyle ümitlendiğim film, Woo'nun damarlarına fazlasıyla teneffüs etmiş Hollywood zehiri sebebiyle tam bir zaman kaybına dönüşüyor. Çok para harcamışlar, binlerce figüran kullanmışlar ama maalesef olmamış, filmde belki eski Woo'dan kalan tek şey bizim kahramanların uçan yüzbinlerce oktan hasar almamaları, ama üç beş kişi saldırdıkları halde koca bir orduyu devirebilmeleri.
Film ayrıca bana çok yoğun şekilde Troya'yı anımsattı, sanki Troya'nın uzakdoğu remake'i, hatta savaş aynı şekilde bir kadına olan aşk uğruna çıkıyor. Sonuç olarak siz siz olun benim düştüğüm hataya düşmeyin, hayatınızın beş saatini daha güzel başka uğraşlarla geçirin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)