Her yıl çekilen Türk filmi sayısındaki olumlu artış kanaatimce henüz film kalitesine yansımadı ve hala Türk sinemasının atılımından bahsetmek mümkün değil. Son yıllarda sinefil sorumluluklarımın bilincinde, üretilen Türk filmlerini izlemeye gayret ediyorum ve genellikle hayal kırıklığına uğruyorum. Nuri Bilge Ceylan'ın filmleri gibi arada şaheserler çıkıyor ama sayıca yeterli değil.
Vavien hakkında çok olumlu şeyler duymakla beraber, açıkçası izlemeden önce yine şüpheci ve Engin Günaydın sebebiyle de önyargılıydım. Önyargılarımda haksız çıkmaktan büyük memnuniyet duydum, çünkü Vavien'i beğenerek izledim. Başta Binnur Kaya olmak üzere oyunculukları çok beğendim ve karakterleri hafif karikatürize hallerine rağmen çok doğal buldum. Senaryoda diyaloglar da karakterler gibi gösteriş ve klişelerden uzak, aynı samimiyetle yazılmış. Buna, Taylan kardeşlerin gerçekten de çok başarılı yönetimleri eklenince, ortaya çok kaliteli ve özgün bir film çıkmış.
Yalnız bu olumlu görüşleri maalesef filmin bütünü için söyliyemiyeceğim. Film çok iyi başlıyor ve devam ediyor, ancak Sevilay'ın dönüşü sonrası rotasından sapmaya başlıyor ve sonu inanılmaz kötü bir şekilde bağlanıyor. Bu kadar sıradan ve filmin ruhuna uymaz şekilde sonlandırılmamalıydı, filme çok yazık edilmiş. Seyretmemişler için ispiyon vermemek adına detaylarına girmek istemiyorum, izleyenler zaten demek istediğimi büyük ihtimalle anlayacaklardır. Filmin bizim gözümüze sokmadan anlattıklarıyla bence tamamen çelişen bir final olmuş.
Yine de Engin Günaydın'ın bir sonraki senaryosunu ve Taylan kardeşlerin bir sonraki filmlerini taze ümitlerle bekleyeceğim.
27 Nisan 2010 Salı
Akbank Oda Orkestrası ve Schumann
İzlanda'daki volkan patlamasının etkilerini, İstanbul'daki kültürel hayatta dahi hissedebiliyoruz, çünkü Akbank Oda Orkestrası'nın bu sezonki son olağan konserinin solisti Christian Blackshaw, uçuşunun iptali sebebiyle İstanbul'a gelemedi.
Bu ayki konserin teması "Bir 'Deli'nin Hatıra Defteri" idi ve Schumann'ın bestelerine yer verilecekti. Bu kapsamda Blackshaw da heyecanla beklediğim La Minör piyano konçertosunu icra edecekti. Solist gelemeyince programda değişiklik yapılarak piyano konçertosunun yerine Schumann'ın Viyolonsel konçertosu alınmış. Solist olarak da Marmara Üniversitesi'nde müzik eğitmenliği yapan New York doğumlu İtalyan çellist Andres Lopez muhtemelen gönüllü olmuş veya ikna edilmiş.
Konser keyifli "Hermann ve Dorothea" uvertürü ile açıldı, sonrasında Viyolonsel konçertosuna geçildi, ve daha önce hiçbir profesyonel klasik müzik konserinde şahit olmadığım anlara tanıklık etmek zorunda kaldım. Konçertonun hemen başında Lopez'in çellosundan kulağımı son derece tırmalayan bir nota geldi. Bu konçertoya kulak aşinalığım olmasına ve bir romantik dönem eserinde bu şekilde bir arızalı nota olamayacağını bilmeme rağmen böyle bir konser için seçilmiş soliste toz konduramadım ve yanlış duymuş olmayı ümit ettim. Ama sonrasında yanlış anlamaya yer vermeyecek şekilde notalar yan basılmaya devam etti. Buna son derece eserin ruhundan uzak bir icra eşlik edince gerçekten kulaklarıma inanamadım. Evet muhtemelen bir iki günlük provayla sahneye çıkılmıştı, ama Cem Mansur'dan son provada bu eserin icra edilmemesine karar vermesini beklerdim. Lopez'in performansı sadece yetersiz provayla açıklanamayacak kadar kötüydü, yüksek ihtimalle solistlik kariyeri çok geçmişte kalmış, ve bir sahne performansı gösteremeyecek kadar antrenmansızdı. Belki haksızlık ediyorum, ama bana sırf gelemeyen yabancı solistin yerine yine bir yabancı çıkaralım denmiş gibi geldi. Keşke onun yerine ümit vaad eden yeni mezun genç bir soliste şans verilseydi, tüm hataları çok daha mazur görülebilirdi. Beni eserin kötü icrası kadar üzen bir diğer konu da yine seyirciler oldu. Tabii ki bir nezaket alkışı olmalıydı, ama dozajı haddinden çok fazlaydı. Üstelik bir de bis yaptırdılar, solist zaten kendi performasından fazlasıyla utanmıştı ve bence bunu her haliyle belli etmişti, bir de bis yapmak zorunda kaldı. Maalesef bis için seçtiği parçada dahi hatasız çalmayı başaramadı ve notalara yan bastı. Sahnede olanlar gerçekten çok üzücüydü ama seyircinin büyük kısmının ruhu dahi duymuyordu sanki. Sırf laf olsun diye konserlere geldiklerini düşünmeye başladım.
İkinci yarıda R. Holloway'in Schumann'ın Lied'leri üzerine bestelediği "Schumann'dan Sahneler"ini dinledik. 7 parçadan oluşan eserin özellikle son parçası "Spring, Night, Rounds"unu beğendim. Konser Schumann'ın opus 52 "Uvertür, Scherzo ve Final"iyle sonlandı.
Bu ayki konserin teması "Bir 'Deli'nin Hatıra Defteri" idi ve Schumann'ın bestelerine yer verilecekti. Bu kapsamda Blackshaw da heyecanla beklediğim La Minör piyano konçertosunu icra edecekti. Solist gelemeyince programda değişiklik yapılarak piyano konçertosunun yerine Schumann'ın Viyolonsel konçertosu alınmış. Solist olarak da Marmara Üniversitesi'nde müzik eğitmenliği yapan New York doğumlu İtalyan çellist Andres Lopez muhtemelen gönüllü olmuş veya ikna edilmiş.
Konser keyifli "Hermann ve Dorothea" uvertürü ile açıldı, sonrasında Viyolonsel konçertosuna geçildi, ve daha önce hiçbir profesyonel klasik müzik konserinde şahit olmadığım anlara tanıklık etmek zorunda kaldım. Konçertonun hemen başında Lopez'in çellosundan kulağımı son derece tırmalayan bir nota geldi. Bu konçertoya kulak aşinalığım olmasına ve bir romantik dönem eserinde bu şekilde bir arızalı nota olamayacağını bilmeme rağmen böyle bir konser için seçilmiş soliste toz konduramadım ve yanlış duymuş olmayı ümit ettim. Ama sonrasında yanlış anlamaya yer vermeyecek şekilde notalar yan basılmaya devam etti. Buna son derece eserin ruhundan uzak bir icra eşlik edince gerçekten kulaklarıma inanamadım. Evet muhtemelen bir iki günlük provayla sahneye çıkılmıştı, ama Cem Mansur'dan son provada bu eserin icra edilmemesine karar vermesini beklerdim. Lopez'in performansı sadece yetersiz provayla açıklanamayacak kadar kötüydü, yüksek ihtimalle solistlik kariyeri çok geçmişte kalmış, ve bir sahne performansı gösteremeyecek kadar antrenmansızdı. Belki haksızlık ediyorum, ama bana sırf gelemeyen yabancı solistin yerine yine bir yabancı çıkaralım denmiş gibi geldi. Keşke onun yerine ümit vaad eden yeni mezun genç bir soliste şans verilseydi, tüm hataları çok daha mazur görülebilirdi. Beni eserin kötü icrası kadar üzen bir diğer konu da yine seyirciler oldu. Tabii ki bir nezaket alkışı olmalıydı, ama dozajı haddinden çok fazlaydı. Üstelik bir de bis yaptırdılar, solist zaten kendi performasından fazlasıyla utanmıştı ve bence bunu her haliyle belli etmişti, bir de bis yapmak zorunda kaldı. Maalesef bis için seçtiği parçada dahi hatasız çalmayı başaramadı ve notalara yan bastı. Sahnede olanlar gerçekten çok üzücüydü ama seyircinin büyük kısmının ruhu dahi duymuyordu sanki. Sırf laf olsun diye konserlere geldiklerini düşünmeye başladım.
İkinci yarıda R. Holloway'in Schumann'ın Lied'leri üzerine bestelediği "Schumann'dan Sahneler"ini dinledik. 7 parçadan oluşan eserin özellikle son parçası "Spring, Night, Rounds"unu beğendim. Konser Schumann'ın opus 52 "Uvertür, Scherzo ve Final"iyle sonlandı.
20 Nisan 2010 Salı
Richard Kelly ve The Box
Richard Kelly'nin 2001 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi "Donnie Darko" pek çok sinemasever gibi beni de çok etkilemişti. Sadece 26 yaşında hem yazıp hem yönettiği bu filmdeki olgunluk, kendisinden birbiri ardına başyapıtlar izleyeceğimizi düşündürtmüştü. Ancak sonrasında uzun yıllar sessizliğe gömüldü. Kötü yorumlar alan 2006 yapımı "Southland Tales"i izleme şansım henüz olmadı ama 2009 yapımı "The Box"u, yine kötü yorumlar aldığının bilinciyle, beklentisiz şekilde, ama biraz da belki kolay anlaşılamayacak bir film yaptığı için beğenilmediğini ümit ederek izledim. Ama maalesef gerçekten de çok kötü bir film yapmış. Senaryosuna temel aldığı hikayedeki fikir güzel; Bir gün kapınıza bir kutu bırakılıyor ve bu kutunun üzerindeki düğmeye basarsanız, hiç tanımadığınız birinin öleceği ve sizin 1 milyon dolar sahibi olacağınız bildiriliyor. Yönetmen, "Donnie Darko"'daki müthiş ince gizemin onda birini bu filmde kullanmayı başarabilseydi, bu öyküden güzel bir şeyler çıkarabilirdi. Ama neredeyse, filme kavrama hızı yüksek olmayanlar için altyazıyla açıklama koymaya kalkışacak kadar kötü kurgulamış senaryoyu. Buna bir de Cameron Diaz'ın, uzun yıllardır gördüğüm en kötü oyunculuk performanslarından birini sergilemesi, ve James Marsden'in silik oyunculuğu da eklenince ortaya vasatın da altında bir film çıkıyor.
"Donnie Darko"yla "The Box"u aynı yönetmenin yazmış ve çekmiş olabilmesi bence en büyük gizem.
"Donnie Darko"yla "The Box"u aynı yönetmenin yazmış ve çekmiş olabilmesi bence en büyük gizem.
Andrea Arnold ve Fish Tank
İngiliz yönetmen Andrea Arnold'la ikinci uzun metrajlı filmi "Fish Tank" vesilesiyle tanışmaktan büyük memnuniyet duydum, çok güzel bir filme imza atmış.
Britanya'da alt sınıf yaşamından bir kesit izliyoruz. Filmin merkezinde bulunan 15 yaşındaki öfkeli genç kız Mia'yı amatör bir oyuncu müthiş bir doğallıkla oynuyor ve yine 'acaba gizli kamerayla mı çekilmiş' hissine kapıldım. Oyunculuk eğitimi alan onlarca, yüzlerce oyuncu bu doğallığa ulaşamıyor, merak ediyorum acaba aldıkları eğitim mi onları doğallıktan uzaklaştırıyor, yoksa amatör oyuncular kendi ortamlarında, kendilerini oynadıkları için mi bu kadar doğallar.
Oscar adaylıkları da olan "An Education" sadece keyifli bir seyirlikken, pek çok paralellikler barındıran "Fish Tank" onun çok daha hardcore versiyonu ve köküne kadar gerçekçi sinema örneği. Film boyunca, genç kızın kolaylıkla empati kurabildiğimiz öfkesi, başını pek çok kez belaya sokmasına ramak bırakıyor, ve izleyenler olarak bir hayli geriliyoruz. Yönetmen, bu olayların hiçbirini merkezine alarak bir sömürü öğesi olarak kullanmıyor, kamerasını son derece konsantre şekilde sadece Mia'ya yöneltiyor ve hikayesini anlatmaya devam ediyor.
Andrea Arnold'un daha ikinci filmi olmasına rağmen, tecrübeli meslektaşları Ken Loach'un "Sweet Sixteen"'ini, Shane Meadows'un "This is England"'ını, Meike Leigh'in "Naked"'ini aratmıyor. Bu filmleri sevenler "Fish Tank"i kaçırmasınlar.
Britanya'da alt sınıf yaşamından bir kesit izliyoruz. Filmin merkezinde bulunan 15 yaşındaki öfkeli genç kız Mia'yı amatör bir oyuncu müthiş bir doğallıkla oynuyor ve yine 'acaba gizli kamerayla mı çekilmiş' hissine kapıldım. Oyunculuk eğitimi alan onlarca, yüzlerce oyuncu bu doğallığa ulaşamıyor, merak ediyorum acaba aldıkları eğitim mi onları doğallıktan uzaklaştırıyor, yoksa amatör oyuncular kendi ortamlarında, kendilerini oynadıkları için mi bu kadar doğallar.
Oscar adaylıkları da olan "An Education" sadece keyifli bir seyirlikken, pek çok paralellikler barındıran "Fish Tank" onun çok daha hardcore versiyonu ve köküne kadar gerçekçi sinema örneği. Film boyunca, genç kızın kolaylıkla empati kurabildiğimiz öfkesi, başını pek çok kez belaya sokmasına ramak bırakıyor, ve izleyenler olarak bir hayli geriliyoruz. Yönetmen, bu olayların hiçbirini merkezine alarak bir sömürü öğesi olarak kullanmıyor, kamerasını son derece konsantre şekilde sadece Mia'ya yöneltiyor ve hikayesini anlatmaya devam ediyor.
Andrea Arnold'un daha ikinci filmi olmasına rağmen, tecrübeli meslektaşları Ken Loach'un "Sweet Sixteen"'ini, Shane Meadows'un "This is England"'ını, Meike Leigh'in "Naked"'ini aratmıyor. Bu filmleri sevenler "Fish Tank"i kaçırmasınlar.
17 Nisan 2010 Cumartesi
New Hellenic Quartet ve Bilkent Senfoni Orkestrası
Uzun yıllar sonra (20 yılı geçti) Ankara'yı tekrar ziyarete gelebildim. Biraz son saniye olduğu için Ankara'daki etkinliklerle ilgili organize olamadım. Nitekim hep izlemeyi arzu ettiğim Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın şehre geldiğim cuma akşamı biletleri tükenmişti, hem de solist Hüseyin Sermet idi ve gerçekten de kaçırdığıma üzüldüm. Teselli olarak hemen Bilkent Senfoni Orkestra'nın biletlerine baktım (internete bir kez daha şükrettim) belki de Hüseyin Sermet'in etkisiyle Ankaralı klasik müzikseverler CSO'yu tercih etmiş, yani bilet bulabildim, hem de üçüncü sıradan. Ankara'ya son geldiğimde Bilkent üniversitesi var mıydı bilemiyorum ama bugünkü gelişmiş haliyle bir yerleşim birimi kesinlikle yoktu. Ankaralı olmayanlar için hemen belirteyim, BSO konserlerinden 1 saat önce ve konser sonrası Sıhhiye'den ücretsiz servis var ve ulaşım çok kolay.
Bilkent Senfoni Orkestrası'nı en son uzun yıllar önce yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Müzik festivali kapsamında izlemiştim. Suna Kan, Saint-Saens'ın çok sevdiğim 'Introduction of Rondo et Capriciosso"'nu seslendirmişti.
Bu sefer orkestrayı kendi evinde izleme şansına sahip olacaktım, ancak konser salonuna girdiğimde ciddi bir hayalkırıklığı yaşadım ve niye üçüncü sıradan yer bulabildiğimi anladım. Parter sıfır eğimli, yani dümdüz, sahne ise yüksek bir platform üzerinde. Oturduğum yerden sadece önümdeki kemanları işleyen kolları, solistleri ve çaprazdan viyolonselleri görebildim. Nefesli ve vurmalı çalgıların, viyolaların gözükmesi mümkün değildi, ayaktaki kontrabasların da sadece başları görünebiliyordu. Üzüntüm sadece kısıtlı görüntüyle sınırlı kalmadı, daha tiz enstrümanlar daha pes enstrümanları bastırmaya meyilli olduklarından, hemen önümdeki keman ordusu, orkestranın geriye kalanını adil bir şekilde işitmemi istemeden engellemiş oldu. Buna bir de, sadece sahneyi aydınlatan bir ışıklandırma sistemi olmadığından, salonun tamamını aydınlatan çok kuvvetli bir ışık altında oturuyor olmamız eklendi. Çevredeki tüm seyircilerin en ufak devinimleri bu kadar güçlü bir ışık altında ciddi bir şekilde dikkat dağıtabiliyor. Bu salonda konser dinlemeyi düşünecekler için mutlaka balkonu tavsiye ederim. Orkestrasının arkasındaki balkon kısmı da ilginç olabilir. Berlin filarmonide de orkestra izleyicilerin ortasında kalır, orkestra arkasından dinlemek değişik bir deneyimdir, önünüzde orkestranın yanısıra tüm salonu görürsünüz, en büyük dezavantajı solistlerin size sırtı dönük olmasıdır, ama şefle yüzyüzesinizdir. Yanlız vokal varsa dikkat etmek gerek, bir keresinde Berlin Filarmonide Barbara Hendricks'i orkestra arkasından dinleme hatasında bulunmuştuk, sadece selam verirken yüzünü bize dönmüştü, ve o muhteşem sesinden de akustik olarak tam randıman alamamıştık.
Bu kadar söylendikten sonra artık konserle ilgili de bir kaç kelimeyi yan yana getirmeye uğraşayım. Esasında programı gördüğümde ilk yarının benim için zorlu geçeceğini sezmiştim, çünkü 20. yüzyıldan modern besteler vardı. Bu atonal müziği anlamakta zorluk çektiğime bir hayli üzülüyorum ama elimden bir şey de gelmiyor. Rock sevip heavy metal sevemediğim ve cazı çok sevip aşırı modern cazda tüylerimin diken diken olması gibi klasik müzikte de özellikle barok ve romantik döneme bayılıp, modern eserlerden hiçbir keyif alamıyorum. Sanki eski akımlarda o dönemlerin dinginliği, huzuru, romantizmi müziğe yansırken, 20. yüzyılın bütün huzursuzluğu, karamsarlığı, hızlı tüketimi, temposu inanılmaz artmış hayatları müziğine yansıyor. Tam "işte galiba şimdi melodiye benzer bir tını duyabilicem" derken, hemen bıçak gibi diğer bir enstrümanın buna isyanını duyuyoruz, söze sıralı sırasız bir sürü başka enstrüman daha karışıyor, çık çıkabilirsen işin içinden. Mutlaka 20. yüzyıldan da beğendiğim müzikler var, mesela Stravinsky ve Schönberg'in bazı eserleri veya Fritz Kreisler gibi, ama çok sınırlı. Ne zaman bir senfoni konserinin programında 20. yüzyılda yazılmış bir eser görsem, içimden küçük bir eyvah diyorum, bir yandan da belki bu sefer ucundan bir şeyler anlayabilecek olgunluğa ermişimdir diye ümitleniyorum.
Konserin ilk bölümünde Gürer Aykal yönetiminde, 4 Yunanlı sanatçıdan oluşan "New Hellenic Quartet"ten Bohuslav Martinu'nun "Kuartet ve Orkestra için Konçerto"sunu ve Adnan Saygun'dan "Yaylı Çalgılar Kuarteti No.3"ü dinledik. Konserin bu birinci bölümünün benim için en güzel kısmı bis için geri gelen kuartetin icra ettiği, bestecisini bilemediğim kısa Yunan dansı oldu.
Senfoni konserlerinde, şefler programlarına modern eserler aldıklarında, neyseki mutlaka bunu dengeleyecek bir ikinci bölüm hazırlıyorlar. İkinci bölümde dinlediğimiz Brahms'ın 4 no'lu senfonisinden, oturduğum yerin talihsizliklerine rağmen büyük keyif aldım.
Konser salonunun kampüs içinde olması, ilk defa bu kadar genç bir seyirciyle dolmuş bir salon görmemi sağladı. Bu genç seyirci aynı zamanda bölüm aralarında alkışlanmayacağını bilecek kadar bilgili ve mutlaka öksürülmesi gerekiyorsa, nefeslerini tutup bölüm aralarını bekleyecek kadar da nezaket sahibi. Sanırım bu bilinçte büyük maestro Gürer Aykal'ın karizmatik yapısı çok etkili, maestro orkstrasına hakim olduğu kadar seyircisine de hakim.
Ankara'ya bir dahaki gelişimde çok daha hazırlıklı olup, mutlaka haftalar öncesinden CSO bileti edineceğim.
Bilkent Senfoni Orkestrası'nı en son uzun yıllar önce yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Müzik festivali kapsamında izlemiştim. Suna Kan, Saint-Saens'ın çok sevdiğim 'Introduction of Rondo et Capriciosso"'nu seslendirmişti.
Bu sefer orkestrayı kendi evinde izleme şansına sahip olacaktım, ancak konser salonuna girdiğimde ciddi bir hayalkırıklığı yaşadım ve niye üçüncü sıradan yer bulabildiğimi anladım. Parter sıfır eğimli, yani dümdüz, sahne ise yüksek bir platform üzerinde. Oturduğum yerden sadece önümdeki kemanları işleyen kolları, solistleri ve çaprazdan viyolonselleri görebildim. Nefesli ve vurmalı çalgıların, viyolaların gözükmesi mümkün değildi, ayaktaki kontrabasların da sadece başları görünebiliyordu. Üzüntüm sadece kısıtlı görüntüyle sınırlı kalmadı, daha tiz enstrümanlar daha pes enstrümanları bastırmaya meyilli olduklarından, hemen önümdeki keman ordusu, orkestranın geriye kalanını adil bir şekilde işitmemi istemeden engellemiş oldu. Buna bir de, sadece sahneyi aydınlatan bir ışıklandırma sistemi olmadığından, salonun tamamını aydınlatan çok kuvvetli bir ışık altında oturuyor olmamız eklendi. Çevredeki tüm seyircilerin en ufak devinimleri bu kadar güçlü bir ışık altında ciddi bir şekilde dikkat dağıtabiliyor. Bu salonda konser dinlemeyi düşünecekler için mutlaka balkonu tavsiye ederim. Orkestrasının arkasındaki balkon kısmı da ilginç olabilir. Berlin filarmonide de orkestra izleyicilerin ortasında kalır, orkestra arkasından dinlemek değişik bir deneyimdir, önünüzde orkestranın yanısıra tüm salonu görürsünüz, en büyük dezavantajı solistlerin size sırtı dönük olmasıdır, ama şefle yüzyüzesinizdir. Yanlız vokal varsa dikkat etmek gerek, bir keresinde Berlin Filarmonide Barbara Hendricks'i orkestra arkasından dinleme hatasında bulunmuştuk, sadece selam verirken yüzünü bize dönmüştü, ve o muhteşem sesinden de akustik olarak tam randıman alamamıştık.
Bu kadar söylendikten sonra artık konserle ilgili de bir kaç kelimeyi yan yana getirmeye uğraşayım. Esasında programı gördüğümde ilk yarının benim için zorlu geçeceğini sezmiştim, çünkü 20. yüzyıldan modern besteler vardı. Bu atonal müziği anlamakta zorluk çektiğime bir hayli üzülüyorum ama elimden bir şey de gelmiyor. Rock sevip heavy metal sevemediğim ve cazı çok sevip aşırı modern cazda tüylerimin diken diken olması gibi klasik müzikte de özellikle barok ve romantik döneme bayılıp, modern eserlerden hiçbir keyif alamıyorum. Sanki eski akımlarda o dönemlerin dinginliği, huzuru, romantizmi müziğe yansırken, 20. yüzyılın bütün huzursuzluğu, karamsarlığı, hızlı tüketimi, temposu inanılmaz artmış hayatları müziğine yansıyor. Tam "işte galiba şimdi melodiye benzer bir tını duyabilicem" derken, hemen bıçak gibi diğer bir enstrümanın buna isyanını duyuyoruz, söze sıralı sırasız bir sürü başka enstrüman daha karışıyor, çık çıkabilirsen işin içinden. Mutlaka 20. yüzyıldan da beğendiğim müzikler var, mesela Stravinsky ve Schönberg'in bazı eserleri veya Fritz Kreisler gibi, ama çok sınırlı. Ne zaman bir senfoni konserinin programında 20. yüzyılda yazılmış bir eser görsem, içimden küçük bir eyvah diyorum, bir yandan da belki bu sefer ucundan bir şeyler anlayabilecek olgunluğa ermişimdir diye ümitleniyorum.
Konserin ilk bölümünde Gürer Aykal yönetiminde, 4 Yunanlı sanatçıdan oluşan "New Hellenic Quartet"ten Bohuslav Martinu'nun "Kuartet ve Orkestra için Konçerto"sunu ve Adnan Saygun'dan "Yaylı Çalgılar Kuarteti No.3"ü dinledik. Konserin bu birinci bölümünün benim için en güzel kısmı bis için geri gelen kuartetin icra ettiği, bestecisini bilemediğim kısa Yunan dansı oldu.
Senfoni konserlerinde, şefler programlarına modern eserler aldıklarında, neyseki mutlaka bunu dengeleyecek bir ikinci bölüm hazırlıyorlar. İkinci bölümde dinlediğimiz Brahms'ın 4 no'lu senfonisinden, oturduğum yerin talihsizliklerine rağmen büyük keyif aldım.
Konser salonunun kampüs içinde olması, ilk defa bu kadar genç bir seyirciyle dolmuş bir salon görmemi sağladı. Bu genç seyirci aynı zamanda bölüm aralarında alkışlanmayacağını bilecek kadar bilgili ve mutlaka öksürülmesi gerekiyorsa, nefeslerini tutup bölüm aralarını bekleyecek kadar da nezaket sahibi. Sanırım bu bilinçte büyük maestro Gürer Aykal'ın karizmatik yapısı çok etkili, maestro orkstrasına hakim olduğu kadar seyircisine de hakim.
Ankara'ya bir dahaki gelişimde çok daha hazırlıklı olup, mutlaka haftalar öncesinden CSO bileti edineceğim.
15 Nisan 2010 Perşembe
Barry Jenkins ve Medicine for Melancholy
Yine genç bir yönetmen, yine bir ilk uzun metrajlı film, ve yine şahane. Bayılıyorum bu sade bağımsız filmlere, bu kalitede onlarcasını arka arkaya izleyebilirim. Medicine for Melancholy, bir parti ertesinde sabahleyin bir erkekle bir kızın parti mekanından ayrılmalarıyla başlıyor. Alkol ve yorgunluk sonrası, genç kız bir an önce eve gitmek istiyor ve çocuğa karşı son derece ilgisiz, çocuk ise çaresiz ve beceriksizce iletişim kurmaya çalışıyor, anlıyoruz ki bir gecelik bir şeyler yaşanmış aralarında ve kız o noktada kalmasını istiyor ama ısrarlı delikanlıdan kolay kolay kurtulamıyor. Filmde dahi yazarlar elinden çıkma vurucu diyaloglar birbirini takip etmiyor, tersine çok gerçekçi ve samimi, birbirini tanımayan iki insanın birbirleriyle iletişimlerini izliyoruz.
Film HD kamerayla tek renk çekilmiş, ve görüntüler San Fransisco'nun da güzelliğinin katkısıyla çok başarılı ve filmin atmosferinin vurgulanmasına çok olumlu etkide bulunuyor.
Çivi çiviyi söker misali melankoliye iyi geldiği test edilip onaylanmış, her akşam yatmadan önce bir doz alınmasında fayda görülmüştür.
Film HD kamerayla tek renk çekilmiş, ve görüntüler San Fransisco'nun da güzelliğinin katkısıyla çok başarılı ve filmin atmosferinin vurgulanmasına çok olumlu etkide bulunuyor.
Çivi çiviyi söker misali melankoliye iyi geldiği test edilip onaylanmış, her akşam yatmadan önce bir doz alınmasında fayda görülmüştür.
Peter Cincotti - IKSV Salon
IKSV'nin taşındığı çok güzel yeni binası Deniz Palas'ta etkinliklere evsahipliği yapmaya başlamış olan Salon'da ilk konserimizi izleme fırsatı bulduk. Salon gerçekten de güzel olmuş, gerçi biraz Babylon'un bir kopyası şeklinde, ufak ama samimi bir ortam. Mekanın ufak olması, aşırı kalabalık olmaması şartıyla, mekanın neresinde olunursa olunsun keyiflen müzik dinlenmesini sağlıyor, insanlar önlere gidelim diye çırpınmıyorlar. Bir de bir kez daha sigara yasağına şükrettim, yıllarca Babylon'un ufacık sigara içilmez bölümünde utanmadan sigarasını tüttürenlerle giriştiğim sinir harbi, nice konserin benim açımdan mahvolmasına sebep olmuştu, artık ciğerime kanser çekmeden konser izleyebilmenin tadını çıkarıyorum.
Peter Cincotti'yi daha önceden tanımıyordum, meğer genç yaşında bir hayli meşhur olmuş, caz listelerinin başına kurulmuş. Jamie Cullum ile Michael Buble arasında pop-caz sounduna sahip, keyifle dinlenen besteleri var. Açıkçası beni piyano çalışı, sesinden çok daha fazla etkiledi. Bir de konserdeki saksofonist çok iyiydi. Daha bir saat olmamıştı ki son parçayı çalıyoruz dedi, ve konseri bitirdi, seyirciden de hiçbir itiraz, ısrar gelmedi, inanamadım. Hayatımda hiç bu kadar kısa konser izlememiştim. Diğer bir şaşırdığım olay da parçalarından biriyle ilgili gereksiz small-talk yaparken, hiç Los Angeles'da bulundunuz mu dedi, salon hep bir ağızdan yeahh diye bağırdı, ben nereye düştüm, herhalde bir ben gitmemişim, utanmalı mıyım acaba diye düşündüm.
Konseri kendi açımdan kısaca özetlemem gerekirse, kısa da olsa güzel vakit geçirdim, ama bir gün dönüp bu satırları okumazsam, muhtemelen hafızamda kısa zamanda başka şeylere yerini bırakarak silinecek.
Peter Cincotti'yi daha önceden tanımıyordum, meğer genç yaşında bir hayli meşhur olmuş, caz listelerinin başına kurulmuş. Jamie Cullum ile Michael Buble arasında pop-caz sounduna sahip, keyifle dinlenen besteleri var. Açıkçası beni piyano çalışı, sesinden çok daha fazla etkiledi. Bir de konserdeki saksofonist çok iyiydi. Daha bir saat olmamıştı ki son parçayı çalıyoruz dedi, ve konseri bitirdi, seyirciden de hiçbir itiraz, ısrar gelmedi, inanamadım. Hayatımda hiç bu kadar kısa konser izlememiştim. Diğer bir şaşırdığım olay da parçalarından biriyle ilgili gereksiz small-talk yaparken, hiç Los Angeles'da bulundunuz mu dedi, salon hep bir ağızdan yeahh diye bağırdı, ben nereye düştüm, herhalde bir ben gitmemişim, utanmalı mıyım acaba diye düşündüm.
Konseri kendi açımdan kısaca özetlemem gerekirse, kısa da olsa güzel vakit geçirdim, ama bir gün dönüp bu satırları okumazsam, muhtemelen hafızamda kısa zamanda başka şeylere yerini bırakarak silinecek.
13 Nisan 2010 Salı
Scandar Copti & Yaron Shani ve Ajami
Bu aralar sanki gökten güzel film yağıyor, hangi birini yazacağımı şaşırıyorum. Ajami son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden birisiydi. Biri yahudi, diğeri filistinli iki İsrailli genç yönetmenin ilk uzun metrajlı filmleri. Filmin yönetmenlerinin aynı coğrafyada yaşayan iki farklı kültürden olmaları, ortaya taraf tutmayan, o bölgedeki çok zor yaşamları inanılmaz bir netlikle ortaya koyan bir eser çıkarmış. Film doğrusal ilerlemiyor, 5 bölüme ayrılmış ve izlediğimiz olayları farklı bölümlerde hikayenin başka bir kenarından veya farklı bir karakterin perspektifinden izliyoruz ve her seferinde, olayların bizim gördüğümüz ve agıladığımızdan çok farklı gelişmiş olduğuna şahit oluyoruz. Neyin doğru neyin yanlış olduğuyla ilgili fikrimiz zamanla değişiyor. Muhtemelen bugün Dünya'daki en zor coğrafyalardan biri olan İsrail-Filistin'de yaşananlar da tarafların sadece kendi dar perspektiflerinden olaylara bakmaları değil mi? Film beni gerçekten de bu bakış açısıyla çok etkiledi. Ayrıca sorunun sadece iki taraf şeklinde İsraillilerle araplar arasında olmadığını, müslüman araplarla hristiyan arapların, İsrail'de yaşayan araplarla filistin tarafında yaşayan arapların, zengin araplarla fakir arapların, modern yahudilerle ortodox dindar yahudilerin, karşı taraftan biriyle beraber olanla olmayanın da arasında nasıl uçurumlar olduğunu görüyoruz. En ufak kıvılcımdan cinayete, kan davasına giden olaylar ortaya çıkıyor. Filmin diğer etkileyici bir yanı da tamamen amatör olan oyuncularının muhteşem bir performans sergilemeleri, film sanki gizli kamerayla çekilmiş bir belgesel gibi. Genç yönetmenler filmlerine inanılmaz hakimler, böyle dallı budaklı bir hikayenin, bu kadar çok karakteri buluşturması tam bir çorbaya dönüşebilirdi, ama tam tersine hiçbir fazlası, eksiği olmayan, zorlama hiçbir ögeye yer vermeyen, seyirciyi manipule etmeye çalışmayan, en önemlisi de gözümüze bir ders sokmaya çalışmayan mükemmel bir film. Bravo!
12 Nisan 2010 Pazartesi
Tatia Rosenthal ve $9,99
Stop Motion animasyon deyince aklıma ilk Nick Park'ın "Wallace and Gromit"leri, "Chicken Run"ı ile Tim Burton'ın "The Nightmare Before Christmas"ı ve "Corpse Bride"ı geliyor. Şüphesiz bu saydıklarımın yanında pek çok bu tür animasyonlar yapıldı, ama benim aklıma hep bu saydıklarım gibi fantastik animasyonlar geliyor. Bir bağımsız film tadında, daha çok insana dair bir stop-motion animasyon hatırlayamıyorum.
İşte "$9.99" bu açığı çok başarılı şekilde kapıyor. Her ne kadar filmde bazı fantastik ögeler var ise de, merkezinde hayatın anlamı ($9.99 hayatın anlamını anlatan bir kitabın fiyatı), yalnızlık, aşk gibi insana dair konular var. Çok etkileyici bir açılış sahnesiyle başlayan ve sonuna kadar ilgiyle izlediğim oldukça melankolik hikayenin yanısıra özellikle de ışık ve alan derinliğinin ustaca kullanımıyla çok başarılı bir animasyon ortaya çıkmış.
"$9.99" İsrailli Tatia Rosenthal'in ilk ve tek uzun metrajlı filmi, umarım bu türde böyle güzel animasyonlar üretmeye devam eder. İsrael ve Animasyon deyince evvelki senenin, filmde anlatılanların altını çok yaratıcı ve etkileyici bir animasyon tekniğiyle çizmeyi başarmış olan, "Waltz with Bashir"ini de buraya not düşerek herkese tavsiye edelim.
İşte "$9.99" bu açığı çok başarılı şekilde kapıyor. Her ne kadar filmde bazı fantastik ögeler var ise de, merkezinde hayatın anlamı ($9.99 hayatın anlamını anlatan bir kitabın fiyatı), yalnızlık, aşk gibi insana dair konular var. Çok etkileyici bir açılış sahnesiyle başlayan ve sonuna kadar ilgiyle izlediğim oldukça melankolik hikayenin yanısıra özellikle de ışık ve alan derinliğinin ustaca kullanımıyla çok başarılı bir animasyon ortaya çıkmış.
"$9.99" İsrailli Tatia Rosenthal'in ilk ve tek uzun metrajlı filmi, umarım bu türde böyle güzel animasyonlar üretmeye devam eder. İsrael ve Animasyon deyince evvelki senenin, filmde anlatılanların altını çok yaratıcı ve etkileyici bir animasyon tekniğiyle çizmeyi başarmış olan, "Waltz with Bashir"ini de buraya not düşerek herkese tavsiye edelim.
11 Nisan 2010 Pazar
Fatih Akın ve Soul Kitchen
Fatih Akın'ın ilk uzun metrajlı filmi "Kurz und Schmerzlos (1998)" (Kısa ve Acımasız)'ı Almanya'da okuduğum yıllarda izlemiş ve çok beğenmiştim. Almanya'da yaşayan yabancı kökenli gençlerin hayatına biri Türk, biri Yunan, biri Sırp üç yakın arkadaşın gözünden bakan çok samimi bir filmdi.
İkinci filmi "Juli (2000)"'yi Kreuzberg'de bir açık hava sinemasında şezlonglara uzanarak büyük bir keyifle izlediğimizi hatırlıyorum. Almanya'nın en ünlü ve en iyi oyuncularından Moritz Bleibtreu'un canlandırdığı öğretmen karakterinin, aşık olduğu bir Türk genç kızın peşinden arabasına atlayıp gitmeye çalıştığı İstanbul'a kadarki maceralı yolculuğu çok esprili ve dinamik bir dille anlatılıyordu.
İlk iki filmini kendi yazıp yöneten Akın, özellikle "Juli" ile başarıyı yakalayınca anlaşılan teklifler almaya başladı, ve kendi yazmadığı bir film olan "Solino"yu 2002'de yönetti. Bu filmin İstanbul Film Festivalindeki gösterimi için altyazılarını çeviren talihsiz de bendim, halbuki Fatih Akın ismini duyar duymaz filmin üstüne atlamıştım. Talihsizlik diyorum, çünkü çok ama çok kötü bir filmin defalarca her sahnesini tekrar tekrar izlemek zorunda kaldım. Bir daha Fatih Akın filmi izlemeye tövbe etmişken filmin Emek Sineması'ndaki (LÜTFEN EMEK SİNEMASI TARİHE KARIŞMASIN!!!!) gösterimine katılan Akın gönlümü almasını bildi. Gösteri sonrası gelen yalaka yorumlara ve sorulara ramen Fatih Akın filmden memnun olmadığını, prodüktörlerin müdahalesine mahkum olan bir filmi, bir daha çekmek istemediğini nazik ve üstü kapalı şekilde beyan etti. Kendi istediği şekilde, düşük bütçeli bağımsız bir aşk hikayesini de çekmeye başladığını belirtti.
Bahsi geçen film 2004'de sinemalara gelen "Gegen die Wand (Duvara Karşı)" idi. Sibel Kekili ve Birol Ünel'in çok şey kattıkları bu film Akın'ın kendi tarzına geri dönüşünün başarılı bir ispatıydı. Her ne kadar filmi başından sonuna dengeli taşıyamamış da olsa, özellikle hikaye İstanbul'a geçtikten sonra film temposunda, tonunda tutarsızlıklar ve kırılmalar da olsa, filmin tılsımı Cannes Film Festivali'nden de çok büyük bir başarıyla dönmesini sağladı.
Bu filmleri 2005 yılında çok beğendiğim bir belgesel takip etti "Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul". İstanbul'un dört bir yanından farklı türlerde müzikler yapan sanatçıları bir araya getiren bu belgeselin çıkış noktası, "Duvara Karşı"nın müziklerini yapan Alexander Hacke'nin araştırma yapmak için İstanbul'a gelmiş olması.
2007'de Fatih Akın yine kendi yazdığı bir filmi yönetti; "Auf der Anderen Seite" (Yaşamın Kıyısında). "Duvara Karşı"da beni biraz rahatsız eden tek bir hikayenin yönetsel açıdan olmamış bütünlüğü, "Yaşamın Kıyısında"'da farklı hikayeler anlatılnaya kalkışılınca daha da büyük bir sorun haline geliyor. Film kanaatimce fazla dağınık ve Akın yönetmen olarak filme hakim değil. Senaryoda gereksiz ve bana zorlama gelen ögeler, çok da parlak olmayan oyunculuklarla birleşince, film benim için bir hayal kırıklığı olarak kaldı.
Bir yerlerde 2009 yapımı "Soul Kitchen"'ın senaryosunun daha önceden hazır olduğu, ancak fazla iddiasız bir malzeme olması itibariyle, "Duvara karşı"nın Cannes'daki başarısının hemen akabinde çekilecek bir film olmadığı kanaatinin ağır bastığını ve ertelendiğini okumuştum. Akın'ın oyuncusu ve yakın arkadaşı Adam Bousdoukos'un Hamburg'da gerçekten de sahip olmuş olduğu bir restorandan esinlenerek yazılan senaryonun daha çok o günlerin hatırına yapılıyor olması itibariyle, başarı baskısından uzak olma arzusu ağır basmış anlaşılan. Film izlenince de bu daha net anlaşılıyor, bir on sene önce çekilmiş olan "Kısa ve Acısız"a tarz olarak benzemekle birlikte o filmin bir hayli gerisinde kalıyor, ancak gerçekten de rahat, tasasız, ve iddiasız yapıldığı seziliyor, beklentisiz izlendiğinde de bu mütevaziliği ve sadeliği hanesine artı puan olarak yazılabiliyor.
Akın'ın "Yaşamın Kıyısında"'ki gibi zorlama hikayelerle göz boyamaya çalışmasındansa, sade ama samimi filmler yapmaya devam etmesi dileğiyle...
İkinci filmi "Juli (2000)"'yi Kreuzberg'de bir açık hava sinemasında şezlonglara uzanarak büyük bir keyifle izlediğimizi hatırlıyorum. Almanya'nın en ünlü ve en iyi oyuncularından Moritz Bleibtreu'un canlandırdığı öğretmen karakterinin, aşık olduğu bir Türk genç kızın peşinden arabasına atlayıp gitmeye çalıştığı İstanbul'a kadarki maceralı yolculuğu çok esprili ve dinamik bir dille anlatılıyordu.
İlk iki filmini kendi yazıp yöneten Akın, özellikle "Juli" ile başarıyı yakalayınca anlaşılan teklifler almaya başladı, ve kendi yazmadığı bir film olan "Solino"yu 2002'de yönetti. Bu filmin İstanbul Film Festivalindeki gösterimi için altyazılarını çeviren talihsiz de bendim, halbuki Fatih Akın ismini duyar duymaz filmin üstüne atlamıştım. Talihsizlik diyorum, çünkü çok ama çok kötü bir filmin defalarca her sahnesini tekrar tekrar izlemek zorunda kaldım. Bir daha Fatih Akın filmi izlemeye tövbe etmişken filmin Emek Sineması'ndaki (LÜTFEN EMEK SİNEMASI TARİHE KARIŞMASIN!!!!) gösterimine katılan Akın gönlümü almasını bildi. Gösteri sonrası gelen yalaka yorumlara ve sorulara ramen Fatih Akın filmden memnun olmadığını, prodüktörlerin müdahalesine mahkum olan bir filmi, bir daha çekmek istemediğini nazik ve üstü kapalı şekilde beyan etti. Kendi istediği şekilde, düşük bütçeli bağımsız bir aşk hikayesini de çekmeye başladığını belirtti.
Bahsi geçen film 2004'de sinemalara gelen "Gegen die Wand (Duvara Karşı)" idi. Sibel Kekili ve Birol Ünel'in çok şey kattıkları bu film Akın'ın kendi tarzına geri dönüşünün başarılı bir ispatıydı. Her ne kadar filmi başından sonuna dengeli taşıyamamış da olsa, özellikle hikaye İstanbul'a geçtikten sonra film temposunda, tonunda tutarsızlıklar ve kırılmalar da olsa, filmin tılsımı Cannes Film Festivali'nden de çok büyük bir başarıyla dönmesini sağladı.
Bu filmleri 2005 yılında çok beğendiğim bir belgesel takip etti "Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul". İstanbul'un dört bir yanından farklı türlerde müzikler yapan sanatçıları bir araya getiren bu belgeselin çıkış noktası, "Duvara Karşı"nın müziklerini yapan Alexander Hacke'nin araştırma yapmak için İstanbul'a gelmiş olması.
2007'de Fatih Akın yine kendi yazdığı bir filmi yönetti; "Auf der Anderen Seite" (Yaşamın Kıyısında). "Duvara Karşı"da beni biraz rahatsız eden tek bir hikayenin yönetsel açıdan olmamış bütünlüğü, "Yaşamın Kıyısında"'da farklı hikayeler anlatılnaya kalkışılınca daha da büyük bir sorun haline geliyor. Film kanaatimce fazla dağınık ve Akın yönetmen olarak filme hakim değil. Senaryoda gereksiz ve bana zorlama gelen ögeler, çok da parlak olmayan oyunculuklarla birleşince, film benim için bir hayal kırıklığı olarak kaldı.
Bir yerlerde 2009 yapımı "Soul Kitchen"'ın senaryosunun daha önceden hazır olduğu, ancak fazla iddiasız bir malzeme olması itibariyle, "Duvara karşı"nın Cannes'daki başarısının hemen akabinde çekilecek bir film olmadığı kanaatinin ağır bastığını ve ertelendiğini okumuştum. Akın'ın oyuncusu ve yakın arkadaşı Adam Bousdoukos'un Hamburg'da gerçekten de sahip olmuş olduğu bir restorandan esinlenerek yazılan senaryonun daha çok o günlerin hatırına yapılıyor olması itibariyle, başarı baskısından uzak olma arzusu ağır basmış anlaşılan. Film izlenince de bu daha net anlaşılıyor, bir on sene önce çekilmiş olan "Kısa ve Acısız"a tarz olarak benzemekle birlikte o filmin bir hayli gerisinde kalıyor, ancak gerçekten de rahat, tasasız, ve iddiasız yapıldığı seziliyor, beklentisiz izlendiğinde de bu mütevaziliği ve sadeliği hanesine artı puan olarak yazılabiliyor.
Akın'ın "Yaşamın Kıyısında"'ki gibi zorlama hikayelerle göz boyamaya çalışmasındansa, sade ama samimi filmler yapmaya devam etmesi dileğiyle...
Martin Scorsese ve Shutter Island
Martin Scorsese, her filmini beğendiğim yönetmenlerden değildir. Bu günceye ister istemez sık sık konu olan Hollywood alerjimi yoğunlaştıran klişeler yer yer filmlerine hakimdir. Esasında eski filmlerini daha çok severim. Al Pacino gibi, filmlerinde genelde hep aynı rolü oynadığını düşündüğümden beğenmediğim Robert De Niro'nun farklı yüzlerini göstermeyi başardığı "Taxi Driver (1976)", "Raging Bull (1980)" ve "The King of Comedy (1982)" birer şaheser olmamakla beraber başarılı filmlerdi. Belki de bu başarıların sonucunda yönetmenin üzerinde prodüktörlerin baskısı ve herkes tarafından beğenilen filmler yapma arzusu artmış olabilir ki sonraki yıllarda yaptığı filmler bence çok sıradandır, hatta "Goodfellas (1990)", "Cape Fear (1991)", ve bol para harcandığı belli "Gangs of New York (2002)" beni Scorsese'den iyice soğutan filmler olmuştur.
2004 yılında çekilen "The Aviator" derli toplu bir film olmamakla beraber, Scorsese'nin ilk filmlerinin vazgeçilmezi Robert De Niro'nun yerini son yıllardaki filmlerinde başarılı bir şekilde dolduran Di Caprio'nun canlandırdığı çılgın yönetmen Howard Hughes'un ilginç hayatı, ve sıkıştığı kalıpların dışına çıkmaya başlayan Scorsese'nin yönetmenliğiyle dikkat çekiyordu.
Scorsese'nin 2006'da çektiği "The Departed" çok çok başarılı bir polisiye filmdi. Baştan sona temposunun hiç düşmemesi, iyi oyunculuklar ve sürükleyici hikayesiyle beni ekrana bağlamıştı. Filme gölge düşürebilecek tek şey bir remake oluşuydu, ancak daha sonradan izlediğim orjinali "Mou Gan Dou (2002)" (Infernal Affairs) muhteşem Tony Leung'ün varlığına rağmen (belki de konuyu bilmem sebebiyle) beni Scorsese'nin versiyonu kadar etkilemedi. Dolayısıyla "The Departed" çok iyi bir film olmakla beraber bence Hoollywood'dan bugüne kadar çıkmış en iyi remake'dir.
"The Departed"ın olumlu etkisiyle 2010 yapımı "Shutter Island"ı önyargısız bir şekilde izleyebilecektim. Bu da filmle ilgili beklentilerimin ister istemez yükselmesine sebep oluyordu. Ancak yüksek beklenti tuzağına düşemeyeceğim kadar kaliteli bir filmle karşılaştım. Leonardo Di Caprio muhteşem biroyunculuk sergiliyor, önümüzdeki sene dağıtılacak Oscar'larda aday olursa, bu performansın geçilmesi pek kolay olmayacak. Ama Sandra Bullock parmağını dahi oynatmadan ödül alabildiği için, Oscarları çok da ciddiye almamak gerek.
Filme geri dönersek, oldum olası gerçekle hayalin iç içe geçtiği, neyin yaşanıp, neyin kurgu olduğu belli olmayan filmleri sevmişimdir. Izole bir adada bulunan bir akıl hastanesinde yaşanabilecekler de bu tür bir film için bulunmaz bir hazine. Seyredecekler için filmin detaylarına girmiycem ama filmde gerilim had safhada (hem de ucuz yollara başvurmadan) ve müthiş klostrofobik bir atmosfer yaratılmış. Filmdeki tek sorun, filmin sonunda neyin ne olduğunun, hiç hem de hiç gerek olmadığı halde, en ince ayrıntısına kadar netliğe kavuşturulması, işte bu da canımı en sıkan Hollywood geleneklerinden biri, halbuki ne olurdu, acaba öyle miydi, sence böyle miydi, yoksa şöylemiydi diye filmden sonra da günlerce kafa patlatabilseydik. Neyse buna da şükür diyelim, film hararetlen tavsiye edilir.
2004 yılında çekilen "The Aviator" derli toplu bir film olmamakla beraber, Scorsese'nin ilk filmlerinin vazgeçilmezi Robert De Niro'nun yerini son yıllardaki filmlerinde başarılı bir şekilde dolduran Di Caprio'nun canlandırdığı çılgın yönetmen Howard Hughes'un ilginç hayatı, ve sıkıştığı kalıpların dışına çıkmaya başlayan Scorsese'nin yönetmenliğiyle dikkat çekiyordu.
Scorsese'nin 2006'da çektiği "The Departed" çok çok başarılı bir polisiye filmdi. Baştan sona temposunun hiç düşmemesi, iyi oyunculuklar ve sürükleyici hikayesiyle beni ekrana bağlamıştı. Filme gölge düşürebilecek tek şey bir remake oluşuydu, ancak daha sonradan izlediğim orjinali "Mou Gan Dou (2002)" (Infernal Affairs) muhteşem Tony Leung'ün varlığına rağmen (belki de konuyu bilmem sebebiyle) beni Scorsese'nin versiyonu kadar etkilemedi. Dolayısıyla "The Departed" çok iyi bir film olmakla beraber bence Hoollywood'dan bugüne kadar çıkmış en iyi remake'dir.
"The Departed"ın olumlu etkisiyle 2010 yapımı "Shutter Island"ı önyargısız bir şekilde izleyebilecektim. Bu da filmle ilgili beklentilerimin ister istemez yükselmesine sebep oluyordu. Ancak yüksek beklenti tuzağına düşemeyeceğim kadar kaliteli bir filmle karşılaştım. Leonardo Di Caprio muhteşem biroyunculuk sergiliyor, önümüzdeki sene dağıtılacak Oscar'larda aday olursa, bu performansın geçilmesi pek kolay olmayacak. Ama Sandra Bullock parmağını dahi oynatmadan ödül alabildiği için, Oscarları çok da ciddiye almamak gerek.
Filme geri dönersek, oldum olası gerçekle hayalin iç içe geçtiği, neyin yaşanıp, neyin kurgu olduğu belli olmayan filmleri sevmişimdir. Izole bir adada bulunan bir akıl hastanesinde yaşanabilecekler de bu tür bir film için bulunmaz bir hazine. Seyredecekler için filmin detaylarına girmiycem ama filmde gerilim had safhada (hem de ucuz yollara başvurmadan) ve müthiş klostrofobik bir atmosfer yaratılmış. Filmdeki tek sorun, filmin sonunda neyin ne olduğunun, hiç hem de hiç gerek olmadığı halde, en ince ayrıntısına kadar netliğe kavuşturulması, işte bu da canımı en sıkan Hollywood geleneklerinden biri, halbuki ne olurdu, acaba öyle miydi, sence böyle miydi, yoksa şöylemiydi diye filmden sonra da günlerce kafa patlatabilseydik. Neyse buna da şükür diyelim, film hararetlen tavsiye edilir.
7 Nisan 2010 Çarşamba
İmparatorluk Kuranlar - İstanbul Devlet Tiyatrosu
Devlet Tiyatroları programda en sevdiğim yazarlardan Boris Vian'ın oyununu görünce hemen sevgili Üsküdar Tekel Binası'nın yolunu tuttuk. Bu sefer aynı binada bulunan küçük stüdyo sahnesindeyiz ve yine yönetimiyle, ışığıyla, dekoruyla çok başarılı bir oyuna şahit oluyoruz.
Boris Vian'ın bu Dünyayı terk ettiği genç yaşına bizzat yaklaşırken arkasında bıraktıklarına hayran olmamak elde değil. Başta "Günlerin Köpüğü" ve "Kırmızı Ot" olmak üzere, çok sevdiğim pek çok kitabının yanısıra caz albümleri yapmış, şiirler, oyunlar yazmış, filmler, çeviriler yapmış, yani hayatını dolu dolu ve çok üretken yaşamış.
"İmparatorluk Kuranlar" izlediğim ilk Boris Vian oyunuydu, ve o kadar etkilendim ki umarım önümüzdeki yıllarda diğer oyunları da İstanbul'da sahnelenir.
Yazının bundan sonrası İSPİYON içerir.
Konuyu çok kısaca özetlersek, bir ailenin kaynağını bilmedikleri bir gürültüyü her duyduklarında yaşadıkları apartmanda bir üst kata taşınmalarını izliyoruz. Her bir üst kata çıktıklarında yaşadıkları daire ufalıyor, ailenin genç kızı buna anlam veremeyerek isyan ediyor. Üst katlara çıktıkça da evin değişik yerlerinden Schmürz tabir edilen garip yaratıkların rahatsızlık veren sesleri, çığlıkları artarak geliyor. Anneyle baba bunları görmezden gelerek, her şey mükemmelmiş gibi davranmaya devam ediyorlar. Tabii ki bir metafor söz konusu ve bunu pek çok farklı şekilde yorumlamak mümkün. Kesin olan oyunda keskin bir (kapitalist) düzen eleştirisi bulunduğu, benim naçizhane yorumum ailenin, bulundukları düzen içerisinde yükselirken zenginleşmeyip tersine (para, mevki açısından zenginleşse de) fakirleştiği, yalnızlaştığı, korku içinde yaşadığı. Yükselme uğruna tüm bunları sineye çeken ebeveyne, henüz yaşı itibariyle çürümemiş saf kızları tepki veriyor ve oyunun finalinde yükselmek (imparatorluğunu kurmak) için ailesi dahil her şeyi feda etmiş olan babayı parçalanmış sahne platformunda zincirlenmiş şekilde buluyoruz. Oyunun detaylarında da net bir burjuva düzen eleştirisi gözlemlenebiliyor.
Yazıyı noktalamadan önce de başroldeki muhteşem oyunuyla Celal Kadri Kınoğlu'nun hakkını teslim etmek gerekiyor, gerçekten de son zamanlarda gördüğüm en etkileyici oyunculuğu sergileyerek eseri baştan sona sürüklüyor.
Boris Vian'a ve oyunda emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler...
Boris Vian'ın bu Dünyayı terk ettiği genç yaşına bizzat yaklaşırken arkasında bıraktıklarına hayran olmamak elde değil. Başta "Günlerin Köpüğü" ve "Kırmızı Ot" olmak üzere, çok sevdiğim pek çok kitabının yanısıra caz albümleri yapmış, şiirler, oyunlar yazmış, filmler, çeviriler yapmış, yani hayatını dolu dolu ve çok üretken yaşamış.
"İmparatorluk Kuranlar" izlediğim ilk Boris Vian oyunuydu, ve o kadar etkilendim ki umarım önümüzdeki yıllarda diğer oyunları da İstanbul'da sahnelenir.
Yazının bundan sonrası İSPİYON içerir.
Konuyu çok kısaca özetlersek, bir ailenin kaynağını bilmedikleri bir gürültüyü her duyduklarında yaşadıkları apartmanda bir üst kata taşınmalarını izliyoruz. Her bir üst kata çıktıklarında yaşadıkları daire ufalıyor, ailenin genç kızı buna anlam veremeyerek isyan ediyor. Üst katlara çıktıkça da evin değişik yerlerinden Schmürz tabir edilen garip yaratıkların rahatsızlık veren sesleri, çığlıkları artarak geliyor. Anneyle baba bunları görmezden gelerek, her şey mükemmelmiş gibi davranmaya devam ediyorlar. Tabii ki bir metafor söz konusu ve bunu pek çok farklı şekilde yorumlamak mümkün. Kesin olan oyunda keskin bir (kapitalist) düzen eleştirisi bulunduğu, benim naçizhane yorumum ailenin, bulundukları düzen içerisinde yükselirken zenginleşmeyip tersine (para, mevki açısından zenginleşse de) fakirleştiği, yalnızlaştığı, korku içinde yaşadığı. Yükselme uğruna tüm bunları sineye çeken ebeveyne, henüz yaşı itibariyle çürümemiş saf kızları tepki veriyor ve oyunun finalinde yükselmek (imparatorluğunu kurmak) için ailesi dahil her şeyi feda etmiş olan babayı parçalanmış sahne platformunda zincirlenmiş şekilde buluyoruz. Oyunun detaylarında da net bir burjuva düzen eleştirisi gözlemlenebiliyor.
Yazıyı noktalamadan önce de başroldeki muhteşem oyunuyla Celal Kadri Kınoğlu'nun hakkını teslim etmek gerekiyor, gerçekten de son zamanlarda gördüğüm en etkileyici oyunculuğu sergileyerek eseri baştan sona sürüklüyor.
Boris Vian'a ve oyunda emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)