Shawn Levy'nin daha önce 2003 yapımı "Just Married"'ini izlemiştim, ve hatırladığım kadarıyla çok kötü bir filmdi. "Date Night"'ı izlemek isterken aldığım referans da zaten yönetmen değil, başroldeki Tina Fey idi. Yaratıcısı ve başrol oyuncusu olduğu "30 rock" dizisi son dönemde en çok güldüğüm komedilerden. Yanında da "The office"'den Steve Carell olunca, kötü bir film yapmak için senarist ve yönetmenin bir hayli çaba göstermeleri gerekecekti. Nitekim beklentilerimde haklı çıktım, "Date Night" beni çok eğlendiren, yer yer güldüren, sade ve çok şirin bir komedi oldu. Hatta bir bölümde komediyle aksiyonu da yaratıcı bir şekilde birleştirmeyi başardı.
Fey ile Carell filmde, çok sevdikleri bir çift ayrılmaya karar verince kendi evliliklerinin de fazla monotonlaşmasından çekinip her zamanki rutinlerinden çıkarak Manhattan'da zor yer bulunan pahalı bir restoranda yemek yemeye karar veriyorlar. Bu bir gecelik kaçamakta sevimli ikilinin başına gelmeyen kalmıyor.
Türünün başarılı bir örneği olan bu komediyi, canı sıkkın, gülmeye (en azından gülümsemeye) ihtiyacı olan herkese öneriyorum.
19 Aralık 2010 Pazar
Christopher Nolan ve Inception (2010)
Nolan, hakkında kafamın en karışık olduğu yönetmenlerden biri. Sadece "Memento" ve "The Prestige"'i seyretmiş olsam çok beğendiğim yönetmenlerden sayabilirdim. Ama arada "İnsomnia" gibi biraz da Al Pacino alerjimden kaynaklı son derece kötü bulduğum bir filme imza attı. "Batman Begins", Hollywood'un arka arkaya ürettiği görsel efekt ve aksiyonu bol, içi bomboş onlarca süper kahraman filmleri arasından başarıyla sıyrılırken, gidip "The Dark Knight" gibi klişe karakterlere bulanmış hiper aksiyon çorbası kaynattı. Eski batman filmleri de pek kayda değer değildi ama bence esas joker Jack Nicholson'un jokeri idi. Rahmetli Ledger'in jokerinin bence jokerle bir alakası yoktu. Filmde yüzbinlerce mantık hatası, hiç bitmeyen aksiyon sahnelerinin altına süpürülmüştü.
Sonuç olarak bence Nolan sinemasını tamamen geniş kitlelerin sevdiği ana akım aksiyon filmlerinde mükemmelleşmeye feda etti. Ve aldığı tepkilere bakılırsa gerçekten de bu türün formülünü kusursuz bir şekilde oturtmuşa benziyor.
"Inception"ı izlemeye bu düşüncelerle başladım, ve maalesef (kendi açımdan "maalesef", ama büyük çoğunluk için anlaşılan "şükür ki") Nolan'ın kendisini tamamen bu türde kaybettiğine şahitlik ettim. Bir film bu kadar mı boş, ve anlamsız olur, bu kadar mı sırf aksiyon sahnelerine yüklenir. Filmin ilk yarısı en sinir olduğum şekilde "aptal seyirci"ye pek bir karmaşık ve derin olan konunun didaktik bir şekilde anlatılmasıyla geçiyor. Buna Hollywood'un klişe çekmecelerinin en üstünden çıkarılmış bir "unutulamayan, travmalara sebep olan ölmüş sevgili" dramı ekleniyor. Ondan sonra ver elini köküne kadar aksiyon sahnesi. Kahramanlarımız kendilerini bilinç altındaki bilinç altlarında koştururken buluyorlar. Bir karakter ölürse şurada kesinlikle hapsolunur, mahvoluruz diye anlatılan, bir karakter ölünce, madem öyle o zaman böyle yaparız oluverir denerek geçiştiriliyor. İnsanoğlunun bilinçaltı denen karmaşık düzenek adeta bir bulaşık makinesi kullanım kılavuzuyla çözülebilecek bir olguya indirgeniyor. Freud herhalde mezarında fıldır fıldır dönmüştür.
Bu tür filmlerde maalesef efektler ve aksiyon sahneleri anlatılanları desteklemek için kullanılmıyor, sanki belli olan ana konu çerçevesinde önce bir görsel efekt ve bir aksiyon sahneleri ekibi bu sahneleri planlıyor, ondan sonra bu parçaları birleştirmek için senaristler deveye hendek atlatmakla kalmayıp saltolar attırıyorlar. Bir de bir yerde filmin sonunun açık olduğuna dair şikayetler olduğunu okuyunca çok hayret ettim. Esas filmin sonunun açık olmaması, filmin saçmalıklarına olan kızgınlığımı katlamıştı. Seyredenler anlayacaklar; eğer o zımbırtı dönerken film bitseydi, yani devrilip devrilmediğini görmeseydik, o zaman filmin sonu açık olmayacak mıydı?
Neyse, gerçekten de çok üzüldüm, ve daha kötüsü sinirlendim. Beni aptal yerine koyan, gözümü binbir masakaralıkla boyamaya kalkışan filmlere sinirlenmeden edemiyorum. Bu filmin nesine bayıldı insanlar benim için büyük bir muamma.
Sonuç olarak bence Nolan sinemasını tamamen geniş kitlelerin sevdiği ana akım aksiyon filmlerinde mükemmelleşmeye feda etti. Ve aldığı tepkilere bakılırsa gerçekten de bu türün formülünü kusursuz bir şekilde oturtmuşa benziyor.
"Inception"ı izlemeye bu düşüncelerle başladım, ve maalesef (kendi açımdan "maalesef", ama büyük çoğunluk için anlaşılan "şükür ki") Nolan'ın kendisini tamamen bu türde kaybettiğine şahitlik ettim. Bir film bu kadar mı boş, ve anlamsız olur, bu kadar mı sırf aksiyon sahnelerine yüklenir. Filmin ilk yarısı en sinir olduğum şekilde "aptal seyirci"ye pek bir karmaşık ve derin olan konunun didaktik bir şekilde anlatılmasıyla geçiyor. Buna Hollywood'un klişe çekmecelerinin en üstünden çıkarılmış bir "unutulamayan, travmalara sebep olan ölmüş sevgili" dramı ekleniyor. Ondan sonra ver elini köküne kadar aksiyon sahnesi. Kahramanlarımız kendilerini bilinç altındaki bilinç altlarında koştururken buluyorlar. Bir karakter ölürse şurada kesinlikle hapsolunur, mahvoluruz diye anlatılan, bir karakter ölünce, madem öyle o zaman böyle yaparız oluverir denerek geçiştiriliyor. İnsanoğlunun bilinçaltı denen karmaşık düzenek adeta bir bulaşık makinesi kullanım kılavuzuyla çözülebilecek bir olguya indirgeniyor. Freud herhalde mezarında fıldır fıldır dönmüştür.
Bu tür filmlerde maalesef efektler ve aksiyon sahneleri anlatılanları desteklemek için kullanılmıyor, sanki belli olan ana konu çerçevesinde önce bir görsel efekt ve bir aksiyon sahneleri ekibi bu sahneleri planlıyor, ondan sonra bu parçaları birleştirmek için senaristler deveye hendek atlatmakla kalmayıp saltolar attırıyorlar. Bir de bir yerde filmin sonunun açık olduğuna dair şikayetler olduğunu okuyunca çok hayret ettim. Esas filmin sonunun açık olmaması, filmin saçmalıklarına olan kızgınlığımı katlamıştı. Seyredenler anlayacaklar; eğer o zımbırtı dönerken film bitseydi, yani devrilip devrilmediğini görmeseydik, o zaman filmin sonu açık olmayacak mıydı?
Neyse, gerçekten de çok üzüldüm, ve daha kötüsü sinirlendim. Beni aptal yerine koyan, gözümü binbir masakaralıkla boyamaya kalkışan filmlere sinirlenmeden edemiyorum. Bu filmin nesine bayıldı insanlar benim için büyük bir muamma.
Stieg Larsson ve "Millennium" üçlemesi
Stieg Larsson'un polisiye "Millennium" üçlemesi 40'ın üzerinde ülkede 27 milyon adet satılmış. İlginç olan gazeteci Larsson'un bu üçlemeyi yayınlamak için değil, kendisi için işten döndükten sonra yazmış olması. 2004'te 50 yaşında geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetmesinden sonra kitaplar yayınlanıyor ve uzun süre çok satanlar listesinin üst sıralarında kalıyor.
Romanların ve dolayısıyla filmlerin konusuna gelirsek; Millennium, İsveç'teki politik yozlaşmaya ve skandallara ışık tutan idealist bir politik dergi, ve çalışanları kaşıdıkları konular itibariyle sürekli tehditlerle karşı karşıyalar. Millenium'un kurucularından baş kahramanımız Blomkvist ismini, bence Dünya'daki en iyi çocuk kitabı yazarı olan Astrid Lindgren'in çocuk dedektif kahramanı Kalle Blomkvist'ten alıyor. Blomkvist'in maceralarına ben bu yaşta okuyup bayıldım, çocuğunuza kitap okurken eğer siz de eğlenmek istiyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. İki Blomkvist'in benzerlikleri tabii dedektiflik tutkusuyla sınırlı; Küçük Blomkvist bahçesinde hayal dünyasının ürünlerinin izini sürerken, Millennium'daki Blomkvist kelle koltukta aşırı sağcılarla boğuşmakta. Esasında romanın merkezinde, filmlere ismini de veren ejderha dövmeli kız var, ve bence kitapları da filmleri de sıradan bir polisiye olmaktan kurtaran karakter o. İspiyon vermemek adına detaylarına girmeyeceğim, ancak genç yaşında başına gelmeyen kalmamış olan Lisbeth'in ürkütücü hayat hikayesi 3 filmdeki olayların, cinayetlerin belkemiğini oluşturuyor, ve gerçekten de resmin tamamlanması için üçlemeyi de tamamlamak gerekiyor. İlk filmdeki gerilim dozu çok başarılı. Aynı dozaj, yönetmeni de değişen ikinci ve üçüncü filmlerde korunamasa da, her biri iki saatin üzerinde olmasına rağmen ilgiyle sıkılmadan izleniyor. Arka planda soğuk, karanlık, güzel İsveç ve Stockholm'ün olması filmin atmosferine çok olumlu katkı yapmış.
İlginç bir not; Yazar Larsson'un hayatını wikipedia'dan okuyunca fark ettim ki, esasında üçlemede bir hayli otobiyografik öge de mevcut. Larsson'un, aşırı sağcı akımların gençler arasında yaygınlaşmasına karşı mücadele amacıyla kurduğu Expo vakfı ve yayınladığı Expo dergisi kendisine bir hayli düşman kazandırmış ve uzun süre ölüm teditleri almış. Hatta genç yaşında ölümüyle ilgili de spekülasyonlar bulunuyor.
Diğer bir not; Her uluslararası ses getiren filmde olduğu gibi, Hollywood yine bir remake için yola çıkmış. "Zodiac" ile polisiye gerilim türünün iyi bir örneğine imza atmış olan David Fincher bu görevi üstlenmiş. Önyargılı olmamak lazım ama Fincher gibi kendini kanıtlamış yönetmenlerin, zaten başarılı olan filmlerin tekrar çekimlerini yapmalarını pek anlayamıyorum. Yine de umarım Scorsese'nin "Departed"'daki başarısını yakalar.
Romanların ve dolayısıyla filmlerin konusuna gelirsek; Millennium, İsveç'teki politik yozlaşmaya ve skandallara ışık tutan idealist bir politik dergi, ve çalışanları kaşıdıkları konular itibariyle sürekli tehditlerle karşı karşıyalar. Millenium'un kurucularından baş kahramanımız Blomkvist ismini, bence Dünya'daki en iyi çocuk kitabı yazarı olan Astrid Lindgren'in çocuk dedektif kahramanı Kalle Blomkvist'ten alıyor. Blomkvist'in maceralarına ben bu yaşta okuyup bayıldım, çocuğunuza kitap okurken eğer siz de eğlenmek istiyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. İki Blomkvist'in benzerlikleri tabii dedektiflik tutkusuyla sınırlı; Küçük Blomkvist bahçesinde hayal dünyasının ürünlerinin izini sürerken, Millennium'daki Blomkvist kelle koltukta aşırı sağcılarla boğuşmakta. Esasında romanın merkezinde, filmlere ismini de veren ejderha dövmeli kız var, ve bence kitapları da filmleri de sıradan bir polisiye olmaktan kurtaran karakter o. İspiyon vermemek adına detaylarına girmeyeceğim, ancak genç yaşında başına gelmeyen kalmamış olan Lisbeth'in ürkütücü hayat hikayesi 3 filmdeki olayların, cinayetlerin belkemiğini oluşturuyor, ve gerçekten de resmin tamamlanması için üçlemeyi de tamamlamak gerekiyor. İlk filmdeki gerilim dozu çok başarılı. Aynı dozaj, yönetmeni de değişen ikinci ve üçüncü filmlerde korunamasa da, her biri iki saatin üzerinde olmasına rağmen ilgiyle sıkılmadan izleniyor. Arka planda soğuk, karanlık, güzel İsveç ve Stockholm'ün olması filmin atmosferine çok olumlu katkı yapmış.
İlginç bir not; Yazar Larsson'un hayatını wikipedia'dan okuyunca fark ettim ki, esasında üçlemede bir hayli otobiyografik öge de mevcut. Larsson'un, aşırı sağcı akımların gençler arasında yaygınlaşmasına karşı mücadele amacıyla kurduğu Expo vakfı ve yayınladığı Expo dergisi kendisine bir hayli düşman kazandırmış ve uzun süre ölüm teditleri almış. Hatta genç yaşında ölümüyle ilgili de spekülasyonlar bulunuyor.
Diğer bir not; Her uluslararası ses getiren filmde olduğu gibi, Hollywood yine bir remake için yola çıkmış. "Zodiac" ile polisiye gerilim türünün iyi bir örneğine imza atmış olan David Fincher bu görevi üstlenmiş. Önyargılı olmamak lazım ama Fincher gibi kendini kanıtlamış yönetmenlerin, zaten başarılı olan filmlerin tekrar çekimlerini yapmalarını pek anlayamıyorum. Yine de umarım Scorsese'nin "Departed"'daki başarısını yakalar.
16 Aralık 2010 Perşembe
Michael Haneke ve 71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (1994)
Yoğun çalışma, yorgunluk ve hastalıklar sebebiyle hala düzenli film izleme alışkanlığımıza geri dönemedik, ama bir buçuk aydır günceye yazı yazamamamın asıl sebebi, çok büyük hayranı olduğum Haneke'yle ilgili bu yazıyı yazmaya bir türlü gerekli vakti ayıramamam oldu. Baştan sağma bir yazı yazmak istemiyordum, genelde sevdiğim yönetmenlerde yapmaya çalıştığım üzere, her biri ayrı bir şaheser olan filmlerine tek tek değinmek istiyordum. Haneke'de bu özellikle zor, çünkü (orijinali muhteşem "Funny Games"'in izlemeyi reddettiğim Hollywood remake'i dışında) tüm filmlerini izlemiş olduğum için de uzun bir yazı olmak durumunda. Bu seferlik sadece çok sevdiğim birkaç filminin ismini sayıklamakla yetineyim; "Funny Games", "Der siebente Kontinent", "Benny's Video", "Das weisse Band".
Haneke filmlerinde genelde, bireylerin "modernleşen" toplumda birbirlerine giderek daha fazla yabancılaşmaları, içlerine kapanmaları, hayattan kendilerini giderek daha fazla izole etmeleri üzerine çok etkileyici sosyal eleştiriler getiriyor. Bu tür bir toplumsal eleştiriye uygun malzemeyi en verimli ve uç şekilde sağlıyacak ülke de herhalde yönetmenin memleketi Avusturya'dır (bu yargı tabii tamamen kişisel ve benim önyargılarıma dayalı). Haneke bu tespitleri yaparken de çok özgün bir sinema diline, yönetsel dehaya ve çok vurucu bir oyuncu seçimi ve yönetimi yeteneğine sahip.
Sinemada (ve tiyatro, edebiyat gibi diğer dallarda) son yıllarda giderek artan ve benim de büyük beğeniyle takip ettiğim bir akım söz konusu. Hikayelerin ilk önce bağımsız gibi duran parçalarını izliyor, konu ilerledikçe, özellikle de final yaklaştıkça bu parçaların birleştiğini görüyoruz. Bunu mesela sinemada Iñárritu müthiş bir şekilde kullanıyor, veya aklıma sondan başlayarak geriye giden "Memento" geliyor. Edebiyatta da Perec'in "Yaşam Kullanma Kılavuzu" iyi bir örnek sayılabilir.
Şahsen sinemada bu puzzle parçalı filmleri son yılların buluşu olarak algılarken, bu türün en mükemmel örneğini Haneke'nin taa 1994 yılında (1994 için taa dediğime inanamıyorum) verdiğini yeni keşfettim. "Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası" olarak dilimize çevrilebilecek filmde, gerçekten de her biri birbirinden bağımsız gözüken tam 71 adet fragman izliyoruz. Kimisi birkaç saniye, kimisi bir iki dakika olan her bir fragman, kendi içinde mutlaka bir şeyler söyleyen birer kısa film adeta. Ve tüm parçalar filmin sonunda kusursuz şekilde birbirini buluyor, hem de yönetmen bunu seyirciyi aptal yerine koymadan, gereksiz açıklamalara girişmeden yapıyor.
Tek kelimeyle (kendimi tutamıyorum, sanırım yine üç olacak) muhteşem, muhteşem, muhteşem...
Haneke filmlerinde genelde, bireylerin "modernleşen" toplumda birbirlerine giderek daha fazla yabancılaşmaları, içlerine kapanmaları, hayattan kendilerini giderek daha fazla izole etmeleri üzerine çok etkileyici sosyal eleştiriler getiriyor. Bu tür bir toplumsal eleştiriye uygun malzemeyi en verimli ve uç şekilde sağlıyacak ülke de herhalde yönetmenin memleketi Avusturya'dır (bu yargı tabii tamamen kişisel ve benim önyargılarıma dayalı). Haneke bu tespitleri yaparken de çok özgün bir sinema diline, yönetsel dehaya ve çok vurucu bir oyuncu seçimi ve yönetimi yeteneğine sahip.
Sinemada (ve tiyatro, edebiyat gibi diğer dallarda) son yıllarda giderek artan ve benim de büyük beğeniyle takip ettiğim bir akım söz konusu. Hikayelerin ilk önce bağımsız gibi duran parçalarını izliyor, konu ilerledikçe, özellikle de final yaklaştıkça bu parçaların birleştiğini görüyoruz. Bunu mesela sinemada Iñárritu müthiş bir şekilde kullanıyor, veya aklıma sondan başlayarak geriye giden "Memento" geliyor. Edebiyatta da Perec'in "Yaşam Kullanma Kılavuzu" iyi bir örnek sayılabilir.
Şahsen sinemada bu puzzle parçalı filmleri son yılların buluşu olarak algılarken, bu türün en mükemmel örneğini Haneke'nin taa 1994 yılında (1994 için taa dediğime inanamıyorum) verdiğini yeni keşfettim. "Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası" olarak dilimize çevrilebilecek filmde, gerçekten de her biri birbirinden bağımsız gözüken tam 71 adet fragman izliyoruz. Kimisi birkaç saniye, kimisi bir iki dakika olan her bir fragman, kendi içinde mutlaka bir şeyler söyleyen birer kısa film adeta. Ve tüm parçalar filmin sonunda kusursuz şekilde birbirini buluyor, hem de yönetmen bunu seyirciyi aptal yerine koymadan, gereksiz açıklamalara girişmeden yapıyor.
Tek kelimeyle (kendimi tutamıyorum, sanırım yine üç olacak) muhteşem, muhteşem, muhteşem...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)