30 Ocak 2011 Pazar
Hirokazu Koreeda ve Still Walking (2008)
Koreeda'nın daha önce izlediğim 2004 yapımı "Nobody Knows"'unu çok beğenmiştim. 2008 yapımı "Still Walking" de başarılı bir film. Farklı şehirlerde yaşayan yetişkin çocukların anne-babalarını ziyaret ettikleri bir aile draması. Nadiren bir araya gelen ailede geçmişte yaşanmışlıkların travmaları, kırgınlıkları büyük patlamalara yol açmadan genelde satır aralarında hissediliyor. Film başladığı anda hemen büyük usta Ozu'yu hatırlatıyor, konusu itibariyle de özellikle Ozu'nun en sevdiğim filmi "Tokyo Story"'yi. Ozu'nun tüm filmleri ilk bakışta klasik bir japon ailesindeki dramları anlatır gibi gözükür, ama esasında her şey o kadar zamandan bağımsız ve evrenseldir ki, herkes kendinden, kendi ailesinden parçalar bulur. Ozu benzerliği Koreeda'nın filminin hem şansı hem de şanssızlığı, çünkü benim gibi Ozu-severler filmi sempatiyle ve nostaljik duygularla kucaklayacaklar ama diğer yandan da ister istemez kıyaslama yapacaklar. Gerçi Koreeda "Nobody Knows" ile kendini özgün bir yönetmen olarak çoktan ispatladığı için bu tür bir kıyaslamadan rahatsız olmayacaktır. Hatta araştırmadım ama büyük ihtimalle koyu bir Ozu hayranıdır, ve bu filmi belki de Ozu'ya bir ithaf olarak yapmıştır. Ozu-severler, kaçırmayın.
29 Ocak 2011 Cumartesi
Lance Daly ve Kisses (2008)
Daly "Kisses"'de, evde gördükleri kötü muamele yüzünden evden kaçarak Dublin'de bir gece geçiren iki çocuğun hikayesini anlatıyor. "Fish Tank" gibi insanı çarpan bir gerçekçilikle başlayan film, çocukların Dublin'e yolculukları ve Dublin'deki geçirdikleri zaman esnasında masallaşıyor. Gerçi gece vakti büyük bir şehrin tüm tehlikeleri de onları bekliyor. Çok hareketli kamera biraz gözleri yorsa da başarılı kullanılmış, görüntüler güzel, çocuk oyuncular başarılı. Derin izler bırakan bir film değil, ama baştan sona ilgiyle izleniyor.
28 Ocak 2011 Cuma
Uli Edel ve Der Baader Meinhof Komplex (2008)
Uli Edel daha önce Madonna'lı "Body of Evidence" ile sansasyonel bir filme ve "Last Exit to Brooklyn" ile şahsen benim çok sevdiğim bir filme imza atmış bir yönetmen. Almanya'da 70'li yıllarda terör estiren Baader Meinhof örgütü ise daha önce pek çok filme konu olmuştu. Mesela Christopher Roth'un çektiği "Baader" örgütün çıkış noktasını ve felsefesini anlatmaktan çok uzak bir filmdi.
Edel'in filmi ise bence mükemmel ve adeta bir belgesele çok yaklaşıyor. Bu örgütün nereden, neden yola çıktığı, nasıl destek aldığı, şiddete neden başvurduğu, liderlerinin kim olduğu konusunda benim değerlendirebildiğim kadarıyla film formatının içinde verebileceği hiç bir detayı atlamamış. Ne eksiği var, ne de fazlası. Alman starları Martina Gedeck, Moritz Bleubtreu ve filmde rol alan diğer herkes kelimenin tam anlamıyla döktürüyorlar. İster istemez insanı derinden etkileyen bu örgütle ilgili bilgi sahibi olmak isteyen herkese filmi "şiddetle" öneririm.
Edel'in filmi ise bence mükemmel ve adeta bir belgesele çok yaklaşıyor. Bu örgütün nereden, neden yola çıktığı, nasıl destek aldığı, şiddete neden başvurduğu, liderlerinin kim olduğu konusunda benim değerlendirebildiğim kadarıyla film formatının içinde verebileceği hiç bir detayı atlamamış. Ne eksiği var, ne de fazlası. Alman starları Martina Gedeck, Moritz Bleubtreu ve filmde rol alan diğer herkes kelimenin tam anlamıyla döktürüyorlar. İster istemez insanı derinden etkileyen bu örgütle ilgili bilgi sahibi olmak isteyen herkese filmi "şiddetle" öneririm.
Francis Ford Coppola ve Tetro (2009)
Coppola'yı anlatmaya gerek yok, "Apocalypse Now" ve "Godfather" serisi ile (gerçi ben serinin 2. ve 3. filmlerini hiç beğenmeyerek yine genel kanıya ters düşüyorum) zaten sinema tarihine geçti. Ama sanırım sonra uzun yıllar bu filmlerin gölgesinde kaldı ve uzun süre de film çekmedi, kendini yapımcılığa verdi. 2007 yapımı "Youth without Youth"'u henüz izleyemedim ama bence "Tetro" ile güzel bir dönüş yaptı. Başrolde "Route 66" ile çok sevdiğim Vincent Gallo başarılı. Siyah beyaz güzel çekimler, belirsiz zaman ve mekanda yaratılmış ilginç bir atmosfer (sonradan öğrendim Buenos Aires imiş). Büyük yönetmen egosu hissedilmiyor, film kimseyi fethetmeye uğraşmıyor, üzerindeki baskılardan arınmış özgür bir Coppola'nın kendisi için çekmiş olduğu bir film hissi veriyor. Dolayısıyla tavsiye ederim.
Mark Romanek ve Never Let Me Go (2010)
Daha önce kendi yazıp yönettiği "One Hour Photo" ile pek beğenmediğim bir filme imza atmış olan Romanek bu sefer şansını sevdiğim bir yazar olan Kazuo Ishiguro'nun bir romanı ile deniyor. Başrollerinde "An Education" ile dikkatleri çeken Carey Mulligan, "The Social Network" kurbanı Andrew Garfield ve Keira Knightley'in bulunduğu film, 3 gencin içinde bulundukları bir aşk üçgenini merkezine alıyor. Ishiguro'nun romanında nasıldı bilemiyorum ama keşke film tamamen bu üçgen üzerine kurgulanmasaydı. İspiyon olmaması adına detay vermiyeyim ama film esasında bir bilim kurgu filmi. Aklınıza uzaylılar ve gelişmiş teknoloji gelmesin, günümüz (veya benzer) Dünya'sında geçiyor. Ama bilim kurgu ögesi bence hakkı verilerek işlenmiyor, iyi bir esrar perdesi ve daha çekici bir atmosfer oluşturulabilirdi. Mesela benim aklıma bunu çok iyi başarmış 1984 yapımı (vhs gençliğinin çok iyi hatırlayacağı) "The Tripods" dizisi geliyor. Onun yerine kim kimi önce sevmiş, kim neyi kıskanmış, çok bilindik hikayelerle konu harcanmış. Ortaya sadece izlenebilir vasat bir film çıkmış.
27 Ocak 2011 Perşembe
Jean-Pierre Jeunet ve Micmacs à tire-larigot (2009)
Jeunet'nin Marc Caro ile 90'ların başında çektiği "Delicatessen" ve "La Cité des enfants perdus" çok fantastik ve çok sıradışı başyapıtlardı. Sonra ikili yollarını ayırdı. Jeunet önce "Alien 4" ile seriye başarılı bir bölüm ekledi ama esas Dünya çapında ünü "Amelie" ile (çok da hak ederek) kazandı. "Amelie"'den 3 yıl sonra yine Audrey Tautou ile "Un long dimanche de fiançailles"'i çekti ama film büyük bir ses getirmedi. Bence güzel bir filmdi, ama üzerine "Amelie" yapışmış olan Tautou yerine başka bir aktris seçseydi daha iyi olurdu.
Aradan 5 yıl geçti ve Jeunet bu sefer "Micmacs" ile karşımızda. Caro ile çektiği filmlerdeki fantastik dünyayı Amelie'vari ögelerle birleştirerek çok başarılı bir film çıkarmış ortaya. Daha önce yazmıştım, bana çok yoğun şekilde Capra'nın "You Can't Take It with You"'sunu anımsattı. Hikaye kısaca, babasını bir mayına kaybeden Bazil'in silah tüccarlarından aldığı masalsı intikamı anlatıyor. Jeunet'nin yarattığı rengarenk fantastik dünyaları sevenler bu filmden büyük haz alacaklar.
Aradan 5 yıl geçti ve Jeunet bu sefer "Micmacs" ile karşımızda. Caro ile çektiği filmlerdeki fantastik dünyayı Amelie'vari ögelerle birleştirerek çok başarılı bir film çıkarmış ortaya. Daha önce yazmıştım, bana çok yoğun şekilde Capra'nın "You Can't Take It with You"'sunu anımsattı. Hikaye kısaca, babasını bir mayına kaybeden Bazil'in silah tüccarlarından aldığı masalsı intikamı anlatıyor. Jeunet'nin yarattığı rengarenk fantastik dünyaları sevenler bu filmden büyük haz alacaklar.
Giorgos Lanthimos ve Kynodontas (Dogtooth) (2009)
Lanthimos çok sıradışı bir filme imza atmış. Biraz Shyamalan'ın "The Village"ını hatırlatıyor ama ondan kat kat daha başarılı. Hikaye, çocuklarını dünya'dan izole şekilde yetiştirmiş bir aileyi anlatıyor. Çocuklar bu şekilde ergenliğe gelmişler, hatta geçmişler. Bence haddinden fazla korumacı Türk ebeveynlerin mutlaka izlemesi gereken bir film. Bu tabii benim çıkarımım, filmin ebeveynlere mesaj vermek için yapılmadığı kesin, zaten film pek çok farklı şekilde de yorumlanabilir. Bu birey-devlet veya birey-din ilişkisi de olabilir. Net mesajlar vermeye çalışmaması, yorumu izleyiciye bırakması ve bunu çok doğal bir şekilde yapması filmi özel kılıyor. Hazmı kolay olmayan, keyif için izlenmemesi gereken kaçırılmayacak bir film.
Ben Affleck ve The Town (2010)
Buna bile bile lades denir, o yüzden şikayet etmemem lazım. Sağda solda okuduğum olumlu yorumlara rağmen Ben Affleck'ten iyi bir film beklememem gerektiğini biliyordum. Banka soygunları sinemanın popüler malzemelerinden biridir. Üzerine hiçbir şey eklemeden aynı filmi aynı klişe karakterlerle niye tekrar tekrar çekerler, ve hem emek hem para harcarlar anlamak kolay değil. Gerçi bu filmin gişede para kazandıracağı belli, dolayısıyla sebep de ortada. Gerçekten de sıradan bir banka soygun çetesi hikayesi. Bu türün hayranları izlemek isteyebilirler ama özel merakı olmayanlara, izlenecek binlerce filmin olduğu ortamda zamanlarını bu filme harcamamalarını öneririm.
Sex and the City 2 (2010)
Pek çok erkeğin itiraf etmekten hoşlanacağı bir şey değildir, belki de çoğunluk gerçekten de beğenmiyordur ama ben dizisini çok beğenerek izledim. Dizi, söyleyecek fazla bir şeyi kalmayıp kendini tekrar etme döngüsüne girmek üzereydi ki zamanında bitirdiler. Ama sonra herhalde Hollywood'da birileri dizinin sinema filmiyle bol para kazanabileceklerini gördüler ki, karakterlerin derinliğinin oldukça azaldığı, şaşalı ve Carry ile Big arasındaki bilindik sorunun tekrarından ibaret bir film ortaya çıkardılar. Çok kötü değildi, dizideki karakterler iyi kötü tanınacak haldelerdi, ve dizinin sevenleri nostaljik duygularla filmden keyif alabilirlerdi. Gel gör ki muhtemelen paraya para dememiş prodüktörler, biraz daha suyunu sıkarsak, daha da fazla kazanabiliriz dediler. Ortaya gerçekten de üzücü bir film çıkmış. Paranın ve zenginliğin en iyi teşhir edilebileceği mekan olarak da Abu Dhabi seçilmiş. Zenginliğin görgüsüzlüğü öyle bir noktada ki kaldıkları otelde hepsinin ayrı ayrı özel uşakları bile var. Miranda gibi bir prensip yumağı bile bu görgüsüzlük karşısında 15 yaşında bir genç kız şımarıklığına bürünüyor. Sanki tüm karakterler dizideki kendilerinin birer parodisi gibi. İzlerken sıkıldım mı hayır, ama dizinin anısı ciddi zarar gördü. Umarım üçüncüyü çekmeye kalkışmazlar.
Luca Guadagnino ve Io Sono Amore (2009)
Son dönemde italyan sinemasında ciddi bir sıkıntı var. Bir genelleme yaparak hepsi için ortak bir payda oluşturmak mümkün. Bu ortak paydanın (belki de tek) olumlu tarafı gerçekten görselliğin, sinematografinin en üst seviyede olması. Ama içeriğe gelince yüzeysellikten geçilmiyor. Özellikle de filmlerin sonlarını çok klişe ve öngörülür tasarlıyorlar. "I am Love" da bu tanıma bence iyi oturuyor. Zengin bir İtalyan ailesinin ve çok güzel İtalya dekorunun içinde inandırıcı olmaktan uzak bir aşk hikayesi ve sırf klişe öyküye derinlik verebilmek için serpiştirilmiş sembolizm, ağızlarda kötü bir tat bırakıyor. "In the Mood for Love" misali Tilda Swinton'a her sahnede giydirilen rengarenk elbiseler de filmi kurtaramıyor. Esasında filmin son çeyreğine kadar çok negatif değildim, ama son çeyrek gerçekten de bu kadar da olmaz dedirtti. İyi bir malzemeye çok yazık olmuş.
Noah Baumbach ve Greenberg (2010)
Baumbach'ın daha önce izlediğim "The Squid and the Whale (2005)"'ini çok beğenmiştim. 2007 yapımı Nicole Kidman'lı "Margot at the Wedding" ise vasattı. Yeni filminin hikayesini eşi Jennifer Jason Leigh yazmış, ufak bir de rol üstlenmiş. Filmin başrolünde Ben Stiller'ı görünce yine önyargılarım depreşti, çünkü vıcık vıcık bir komedi izlemek istemiyordum. Ama film beni bu anlamda çok şaşırttı. Stiller güldürmeye uğraşmıyor, tam tersine hayatla ve kendisiyle ilgili ciddi sıkıntıları olan birini canlandırıyor. Karakteri (Roger) izlerken, özellikle de içinden geçeni aniden söyleyerek herkesi kırması onda bir arıza varmış hissi uyandırıyor ama sadece çoğu insanda olan fren mekanizması onda arıza yapmış. Bazen (hatta sık sık) içimizden (her zaman da açıklayamadığımız hislerle) birilerine bir şeyler söylemek geçer ama genelde frenleriz, (çünkü kırıcı olur, ayıp olur), bazen patinaj olur, bazen de frenlerimiz boşalır. Stiller'in antitezi olarak da filmde Greta Gerwig'in canlandırdığı Florence var. Gerwig'in yer yer kötü mü oynadığı yoksa doğaçlama mı yaptığı belli olmayan karakter sevgi dolu ve herkesin yardımına koşan, kimseyi kıramayan biri. Bu kontrast ışığında iyice bir antipatik gözüken Roger'ın karakterinde, esasında kendisine ayna tutulmasına açık herkesin kendinden bulacağı karanlık yönler ve zaaflar var. Hayat çoğu filmin dayattığı gibi toz pembe değil, insanlar da melek değil. Gereğinden uzun, yavaş ve sıkıcı gibi gelebilecek filme bu gözle bakıldığı zaman keşfedecek çok şey var.
26 Ocak 2011 Çarşamba
Oscar Ödülleri 2011 - En iyi Film
Hemen her yazıda Hollywood'a sataşıp, bütün sene istediğim hiç bir "en" listesini hazırlayamamışken oturup Oscar adaylarıyla ilgili bir yazı yazmak çok tutarlı bir davranış olmayacak ama çoğunu son zamanlarda arka arkaya izlediğim ve oturup her birini ayrı ayrı yazmaya üşendiğim için bu tutarsızlığa razı olucam. Geçen sene mart ayında ödüller açıklanmadan hemen önce hazırladığım listeyi, bu sene adaylar açıklanır açıklanmaz hazırlamamı sağlayan mecraya teşekkürü borç bilirim. Beğeni sırama göre adaylar;
Black Swan : bu ödülü Golden Globe'da olduğu gibi "The Social Network"e kaptırmamalı, bence iki film arasında dağlar var.
The King's Speech : Kraliçe 2. Elisabeth'in babası 6. George'un tahta geçişini anlatan film George'un çekingen karakteri ve kekemeliğini yenmek üzere gördüğü tedaviye odaklanıyor. Colin Firth'ün her filminde olduğu gibi kusursuz oyununa Geoffrey Rush aynı mükemmellikle cevap veriyor.
The Social Network : "Black Swan"'la arasında dağlar kadar fark var ama bu "The Social Network" kötü bir film olduğu için değil, "Black Swan" çok müthiş bir film olduğu için.
The Kids Are All Right : Lezbiyen bir çiftin sperm bağışıyla sahip oldukları artık ergenlikteki çocukları biyolojik babalarıyla irtibata geçmeye karar veriyorlar. Lezbiyen çifti çok iyi bir oyun çıkaran Annette Bening ve Julian Moore, baba rolünü de Mark Ruffalo canlandırıyorlar. Çocuklardan kız olanı ise "In Treatment" ilk sezondan "Sophie" yani Mia Wasikowska. Film eşcinselleri kızdırabilecek birkaç unsur barındırmakla birlikte çok keyifli bir komedi- dram karışımı.
Toy Story 3 : Pek çok kişi gibi ben de eskilerimden ayrılmakta çok zorlanıyorum, özellikle de oyuncaklarımdan. İlk ikisini çok beğendiğim Toy Story serisinin bence en güzel bölümü de 3 olmuş, gözlerim dolarak seyrettim.
Winter's Bone : Bu film herhalde yolunu şaşırmış da Oscar'lara düşmüş, çünkü tam bir Sundance bağımsız filmi. Galiba akedemi her sene bir animasyon bir de bağımsız filmi (hatta listeyi genişleterek bir Coen kardeşler ve bir dövüş sporu filmini) listeye eklemeyi bir kural haline getirmiş. Bence iyi de olmuş, kendisinin belki yüzbin katı bütçesindeki Inception'ın yanında parlayan bir film. Filmin içeriği ise pek parıltılı değil, sorunlu ve kayıp bir babanın tüm yükü üç çocuklu ailede büyük kızın sırtına yıkılıyor. Çok fakir aile yiyecek dahi bulamazken, babaya ulaşamazlarsa evlerini de kaybetmekle karşı karşıya kalıyor. Bağımsız film sevenler için kaçırılmayacak bir film.
127 Hours : Bir tırmanıcının Amerika'daki bir kanyonda kaza geçirerek 127 saat mahsur kalmasını ancak Danny Boyle gibi bir yönetmen ve James Franco gibi bir oyuncu ilginç hale getirebilirdi. Her ne kadar kan görmeye ve insan anatomisiyle ilgili detaylara tahammül edemediğim için ciddi bir kısmını gözlerim kapalı geçirmiş olsam da izlenesi bir film.
The King's Speech : Kraliçe 2. Elisabeth'in babası 6. George'un tahta geçişini anlatan film George'un çekingen karakteri ve kekemeliğini yenmek üzere gördüğü tedaviye odaklanıyor. Colin Firth'ün her filminde olduğu gibi kusursuz oyununa Geoffrey Rush aynı mükemmellikle cevap veriyor.
The Social Network : "Black Swan"'la arasında dağlar kadar fark var ama bu "The Social Network" kötü bir film olduğu için değil, "Black Swan" çok müthiş bir film olduğu için.
The Kids Are All Right : Lezbiyen bir çiftin sperm bağışıyla sahip oldukları artık ergenlikteki çocukları biyolojik babalarıyla irtibata geçmeye karar veriyorlar. Lezbiyen çifti çok iyi bir oyun çıkaran Annette Bening ve Julian Moore, baba rolünü de Mark Ruffalo canlandırıyorlar. Çocuklardan kız olanı ise "In Treatment" ilk sezondan "Sophie" yani Mia Wasikowska. Film eşcinselleri kızdırabilecek birkaç unsur barındırmakla birlikte çok keyifli bir komedi- dram karışımı.
Toy Story 3 : Pek çok kişi gibi ben de eskilerimden ayrılmakta çok zorlanıyorum, özellikle de oyuncaklarımdan. İlk ikisini çok beğendiğim Toy Story serisinin bence en güzel bölümü de 3 olmuş, gözlerim dolarak seyrettim.
Winter's Bone : Bu film herhalde yolunu şaşırmış da Oscar'lara düşmüş, çünkü tam bir Sundance bağımsız filmi. Galiba akedemi her sene bir animasyon bir de bağımsız filmi (hatta listeyi genişleterek bir Coen kardeşler ve bir dövüş sporu filmini) listeye eklemeyi bir kural haline getirmiş. Bence iyi de olmuş, kendisinin belki yüzbin katı bütçesindeki Inception'ın yanında parlayan bir film. Filmin içeriği ise pek parıltılı değil, sorunlu ve kayıp bir babanın tüm yükü üç çocuklu ailede büyük kızın sırtına yıkılıyor. Çok fakir aile yiyecek dahi bulamazken, babaya ulaşamazlarsa evlerini de kaybetmekle karşı karşıya kalıyor. Bağımsız film sevenler için kaçırılmayacak bir film.
127 Hours : Bir tırmanıcının Amerika'daki bir kanyonda kaza geçirerek 127 saat mahsur kalmasını ancak Danny Boyle gibi bir yönetmen ve James Franco gibi bir oyuncu ilginç hale getirebilirdi. Her ne kadar kan görmeye ve insan anatomisiyle ilgili detaylara tahammül edemediğim için ciddi bir kısmını gözlerim kapalı geçirmiş olsam da izlenesi bir film.
The Fighter : Şu dövüş sporu ne ilginç bir spormuş, yüzyıldır üzerine yapılmadık film kalmadı. Bu sefer yine eski bir şampiyonun gerçek hikayesi filme çekilmiş. Mark Wahlberg bence sadece prodüktörlüğe konsantre olsun, bkz Entourage, bkz In Treatment, çünkü oyunculuğu çok zayıf kalıyor. Christian Bale'in performansını ise filmi izlerken abartılı bulmuştum, ama filmin sonunda gerçek karakteri gösterdiler, gerçekten de birebir kopyalamış. Film de sıkılmadan izleniyor ama mümkünse "The Wrestler" gibi bir film olmadıkça artık vurdu kırdı kahramanlarının hikayelerini izlemek istemiyorum.
True Grit : Coen kardeşler her sene çektikleri filmi oscar'a aday ediyorlar ama son yıllardaki hiçbir filmleri bana bir "Fargo" veya "The Big Lebowski" tadını vermiyor. "True Grit" de kötü bir film değil ama benim hatırımda kalacak bir film de değil.
True Grit : Coen kardeşler her sene çektikleri filmi oscar'a aday ediyorlar ama son yıllardaki hiçbir filmleri bana bir "Fargo" veya "The Big Lebowski" tadını vermiyor. "True Grit" de kötü bir film değil ama benim hatırımda kalacak bir film de değil.
Inception : Daha önce yazdım, bana hiç hitap etmeyen, kendi türünde iyi kotarılmış bir göz boyama anaakım Hollywood klişesi
Darren Aronofsky ve Black Swan (2010)
Aronofsky zamane yönetmenleri arasında kesinlikle en hayran olduğum yönetmen. 1998 yapımı "Pi" ve 2000 yapımı müthiş bir film olan "Requiem for a Dream"'izledikten sonra "Donnie Darko (2001)"'nun yönetmeni Richard Kelly ve "Memento (2000)" yönetmeni Christopher Nolan ile birlikte takip edilesi genç üçlü ilan etmiştim kendilerini. Önce Kelly "The Box" ile fena çuvalladı, sonra Nolan kendini anaakım sinemasında kaybetti. Aronofsky ise hiç sinemasından ödün vermedi. Altı sene aradan sonra gelen "The Fountain (2006)" karmaşık, fantastik ve sıradışı bir filmdi. "The Wrestler (2008)" ise daha önce defalarca çekilmiş bir kaybeden hikayesinin baştan yaratılması idi.
"The Wrestler" da olduğu gibi "The Black Swan" da iyi bilinen bir hikayeyi anlatıyor ve çok kolaylıkla çok sıradan bir film olabilirdi. Kuğu gölü balesinin prima balerini emekliye ayrılınca (daha doğrusu yaşlanmayı asla affetmeyen (sanatçıya nankör) balede ilerleyen yaşına kurban olunca) onun yerine kimin geçeceği ateşli bir rekabete yol açıyor. Sıkı bir bale takipçisi olarak "Kuğu Gölü Balesi"nin çok sevdiğim bir bale olmadığını itiraf etmeliyim, ama film eseri öyle değişik ve öyle olması gereken bir açıdan anlattı ki, bu eseri hakkını vererek hiç izlememiş olduğumu fark ettim. Filmin etkileyiciliğini kelimelere dökmek çok zor, izlemek gerek. Başrolde Natalie Portman kusursuz, aynen filmde canlandırdığı karakter gibi. Filmi izlerken dans sahnelerinde ne kadar müthiş bir fotomontaj yapmışlar, sanki Portman dans ediyor diye düşünürken, meğer gerçekten de Portman kendisi dans ediyormuş. Küçükken aldığı bale derslerinin üzerine aylarca bu film için özel ders almış. Sadece bir kaç kısa sahnede dublör söz konusu, onlarda da zaten dansçının yüzü gözükmüyor. Portman'ın bu rolle bu sene ne kadar ödül dağıtılırsa hepsini toplaması lazım. Çok sevdiğim Star Wars serisinde karizmayı çok fena çizdirmesi dışında hiçbir rolünde beni üzmeyen "Leon"'un ufak kızından da başka türlüsü beklenmezdi zaten.
Kısacası 2010'un benim açından büyük farkla en iyi filmi!
"The Wrestler" da olduğu gibi "The Black Swan" da iyi bilinen bir hikayeyi anlatıyor ve çok kolaylıkla çok sıradan bir film olabilirdi. Kuğu gölü balesinin prima balerini emekliye ayrılınca (daha doğrusu yaşlanmayı asla affetmeyen (sanatçıya nankör) balede ilerleyen yaşına kurban olunca) onun yerine kimin geçeceği ateşli bir rekabete yol açıyor. Sıkı bir bale takipçisi olarak "Kuğu Gölü Balesi"nin çok sevdiğim bir bale olmadığını itiraf etmeliyim, ama film eseri öyle değişik ve öyle olması gereken bir açıdan anlattı ki, bu eseri hakkını vererek hiç izlememiş olduğumu fark ettim. Filmin etkileyiciliğini kelimelere dökmek çok zor, izlemek gerek. Başrolde Natalie Portman kusursuz, aynen filmde canlandırdığı karakter gibi. Filmi izlerken dans sahnelerinde ne kadar müthiş bir fotomontaj yapmışlar, sanki Portman dans ediyor diye düşünürken, meğer gerçekten de Portman kendisi dans ediyormuş. Küçükken aldığı bale derslerinin üzerine aylarca bu film için özel ders almış. Sadece bir kaç kısa sahnede dublör söz konusu, onlarda da zaten dansçının yüzü gözükmüyor. Portman'ın bu rolle bu sene ne kadar ödül dağıtılırsa hepsini toplaması lazım. Çok sevdiğim Star Wars serisinde karizmayı çok fena çizdirmesi dışında hiçbir rolünde beni üzmeyen "Leon"'un ufak kızından da başka türlüsü beklenmezdi zaten.
Kısacası 2010'un benim açından büyük farkla en iyi filmi!
Canım Klasikler...
2011'e sinemasal anlamda hızlı bir giriş yaptık. Ne zamandır izlemek isteyip bir kenara koyduğum klasikleri birbiri ardına mideye indirdik, çok da keyif aldık, o siyah beyaz klasik jenerikler kulağımıza çalındıkça günün stresini unutup, kendimizi büyülü dünyalara bıraktık. Neler mi izledik;
Otto Preminger ve Advise and Consent (1962) : Önce Amerikan parlamenter sistemi üzerine bir belgesel gibi başlayan film ilgimi pek çekmezken, sonradan sardı ve güzel de bir sistem eleştirisine dönüştü. Başrolde Henry Fonda her zamanki gibi döktürüyor.
Frank Capra ve Mr Deeds Goes to Town (1936) : Capra'nın tüm filmlerine zaten bayılıyorum, aklıma ilk gelenler "It's a Wonderful Life", "Arsenic and Old Lace", "It Happened One Night" ve "Mr. Smith Goes to Washington". "Mr Deeds Goes to Town" da tam bir Capra filmi, büyük bir serveti miras alan, kendi küçük dünyasında mutlu bir taşralının (Gary Cooper) şehirdeki kurtlarla mücadelesi, fazla didaktik olmadan, araya komik unsurlar serpiştirerek, mesajları arka arkaya sıralıyor.
Frank Capra ve You Can't Take It With You : Capra'nın kurguladığı masalsı Dünya'lardan biri de bu filmde vücut buluyor. İnsanoğlunun en büyük mutsuzluk kaynaklarından biri hayatını istediği gibi yaşayamamaktır herhalde. Bu film kendilerini özgürleştirmeyi başarmış bir grup insanın aynı evde özgürce yaşamalarını anlatıyor. James Stewart'lı kaçırılmayacak bir film, ayrıca Jean Arthur'a Capra'nın iki filminde de bayıldım. Bana Capra özellikle günümüzde Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet'nin filmlerini çok etkilemiş gibi geldi. Özellikle Jeunet'nin son "Micmacs"'iyle çok sayıda ortak nokta var.
Arka arkaya 3 tane de Bette Davis filmi izledik. Bence Davis klasiklerin tartışmasız en iyi oyuncusudur, ekrana çıktığı an beni hipnotize ediyor. Daha önce değinmişimdir, "All About Eve" bence oyunculuk okullarında ders olarak gösterilmeli.
Irving Rapper ve Now, Voyager (1942) : Bu masalımsı hikayede evde kalmış kızımız Davis çok esaslı bir çirkin ördek dönüşümüyle uzun bir seyahate çıkıyor ve kendini yeniden keşfediyor.
Edmund Goulding ve The Old Maid ( 1939) : Çirkin ördek hikayesini bir kez de tersden izlediğimiz melodramada Davis gençliğini ve güzelliğini gözünü kırpmadan feda ediyor.
William Wyler ve The Letter (1940) : Davis bu sefer polisiye kara filmde karşımıza daha karanlık bir karakter olarak çıkıyor. Esasında neyin nasıl olduğunu, filmin ilk karelerinden itibaren bilmemize rağmen, sonuna kadar ilgiyle ve karışık duygularla izliyoruz.
Daniel Mann ve The Rose Tattoo (1955) : Pasolini'nin "Mamma Roma"'sında çok etkilendiğim Anna Magnani, en sevdiğim aktörlerden Burt Lancaster ile bir araya gelince, filmin senaryosu da Tenessee Williams'ın bir oyunundan uyarlanınca beklentim ister istemez yükseldi ama maalesef bir başyapıtla karşılaşamadım. Sadece Magnani için izlenebilir ama yönetsel açıdan hamur tam tutmamış, suçu yönetmene yıkıyorum.
John M. Stahl ve Leave Her to Heaven (1945) : Bu filmde de Gene Tierney'in insanı delip geçen bakışları Cornel Wilde'ın eblek suratında ve çok kötü oyunculuğunda ziyan oluyor. Kıskançlığın insana neler yaptırabildiğine dair güzel olabilecekken tam olmamış bir film.
Otto Preminger ve Advise and Consent (1962) : Önce Amerikan parlamenter sistemi üzerine bir belgesel gibi başlayan film ilgimi pek çekmezken, sonradan sardı ve güzel de bir sistem eleştirisine dönüştü. Başrolde Henry Fonda her zamanki gibi döktürüyor.
Frank Capra ve Mr Deeds Goes to Town (1936) : Capra'nın tüm filmlerine zaten bayılıyorum, aklıma ilk gelenler "It's a Wonderful Life", "Arsenic and Old Lace", "It Happened One Night" ve "Mr. Smith Goes to Washington". "Mr Deeds Goes to Town" da tam bir Capra filmi, büyük bir serveti miras alan, kendi küçük dünyasında mutlu bir taşralının (Gary Cooper) şehirdeki kurtlarla mücadelesi, fazla didaktik olmadan, araya komik unsurlar serpiştirerek, mesajları arka arkaya sıralıyor.
Frank Capra ve You Can't Take It With You : Capra'nın kurguladığı masalsı Dünya'lardan biri de bu filmde vücut buluyor. İnsanoğlunun en büyük mutsuzluk kaynaklarından biri hayatını istediği gibi yaşayamamaktır herhalde. Bu film kendilerini özgürleştirmeyi başarmış bir grup insanın aynı evde özgürce yaşamalarını anlatıyor. James Stewart'lı kaçırılmayacak bir film, ayrıca Jean Arthur'a Capra'nın iki filminde de bayıldım. Bana Capra özellikle günümüzde Marc Caro ve Jean Pierre Jeunet'nin filmlerini çok etkilemiş gibi geldi. Özellikle Jeunet'nin son "Micmacs"'iyle çok sayıda ortak nokta var.
Arka arkaya 3 tane de Bette Davis filmi izledik. Bence Davis klasiklerin tartışmasız en iyi oyuncusudur, ekrana çıktığı an beni hipnotize ediyor. Daha önce değinmişimdir, "All About Eve" bence oyunculuk okullarında ders olarak gösterilmeli.
Irving Rapper ve Now, Voyager (1942) : Bu masalımsı hikayede evde kalmış kızımız Davis çok esaslı bir çirkin ördek dönüşümüyle uzun bir seyahate çıkıyor ve kendini yeniden keşfediyor.
Edmund Goulding ve The Old Maid ( 1939) : Çirkin ördek hikayesini bir kez de tersden izlediğimiz melodramada Davis gençliğini ve güzelliğini gözünü kırpmadan feda ediyor.
William Wyler ve The Letter (1940) : Davis bu sefer polisiye kara filmde karşımıza daha karanlık bir karakter olarak çıkıyor. Esasında neyin nasıl olduğunu, filmin ilk karelerinden itibaren bilmemize rağmen, sonuna kadar ilgiyle ve karışık duygularla izliyoruz.
Daniel Mann ve The Rose Tattoo (1955) : Pasolini'nin "Mamma Roma"'sında çok etkilendiğim Anna Magnani, en sevdiğim aktörlerden Burt Lancaster ile bir araya gelince, filmin senaryosu da Tenessee Williams'ın bir oyunundan uyarlanınca beklentim ister istemez yükseldi ama maalesef bir başyapıtla karşılaşamadım. Sadece Magnani için izlenebilir ama yönetsel açıdan hamur tam tutmamış, suçu yönetmene yıkıyorum.
John M. Stahl ve Leave Her to Heaven (1945) : Bu filmde de Gene Tierney'in insanı delip geçen bakışları Cornel Wilde'ın eblek suratında ve çok kötü oyunculuğunda ziyan oluyor. Kıskançlığın insana neler yaptırabildiğine dair güzel olabilecekken tam olmamış bir film.
David Fincher ve The Social Network (2010)
Fincher'ın filmografisinde sadece bir iki zayıf halka bulurum, mesela "Panic Room (2002)" hiç olmamıştı, Fitzgerald'ın harika bir kısa hikayesini hiper sıkıcı bir hale getirdiği "The Curios Case of Benjamin Button (2008)" dayanılacak gibi değildi. Ama geriye çoğu 90'lardan da olsa enfes filmler kalıyor, kronolojik sırayla "Alien 3 (1992)", "Se7en (1995)", "The Game (1997)", "Fight Club (1999)", ve "Zodiac (2007)".
"The Social Network" Facebook'un kuruluş hikayesine el atıyor.
Facebook'un hayatımıza girişini cep telefonunun girişine çok benzetiyorum. Uzun süre çok anlamsız bulduğum cep telefonunu kullanmaya direnmiştim. Marifet gibi herkesin cep telefonunu teşhir etmesini, ulu orta telefonlaşmasını ayıplıyordum ama bugün hepimiz için hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi, evden cüzdan bile unutularak çıkılabiliyor, ama cep telefonunu unutunca insan kendini daha bir çıplak hissediyor, sanki bir günümüzü yanımızda telefon olmadan geçirsek, hayatımızda çok kritik gelişmeler olabilecek ve biz haberdar olamıycaz. Facebook da bir çığ gibi büyümeye başladığında aynı hislere kapıldım, birden çılgınca herkesin hayatlarını teşhir etmeye başladığını görünce iyice bir irkildim, içine kafamı azıcık sokup bir süre çekingen bir şekilde çevreyi izledim. Statüs güncellemem hala bakir, bir gün bir şey yazar mıyım bilemiyorum, ama ben paylaşmasam da başkaları paylaştığı için bir süre sonra fotoğraf yüklemeye başladım, yaptığım en cesur hareket ise bir iki kere bu günceden bir yazıyı linklemek oldu. Kendim için yazıyorum, zaten kötü yazıyorum derken, okur kazanmak adına "istemem yan cebime koy" oldu diye kendimi bir hayli de kötü hissettim. Bana uluorta bir şeyler yazılamasın, yazılırsa özel mesaj atılsın diye duvarımı dahi kilitledim, güvenlik ayarlarım en üst seviyede. Hala arkadaşlarımın bir fotoğrafına bir yorum bırakmadan veya bir beğenide bulunmadan önce yirmi kere düşünüyor ve genellikle de vazgeçiyorum. Yani ciddi bir facebook çekingeniyim. Her ne kadar tanımadığım kimseyi arkadaş olarak kabul etmediysem de listemdekilerin 90%'u hayatımla ve kendimle ilgili bir şeyler paylaşmak istediğim kişilerden oluşmuyor. Belki zamanla değişir, alışır, bu kendini teşhir çılgınlığında daha katılımcı olurum. Facebook'un güzel tarafı ise sevdiğim ama sık görüşemediğim kişilerin hayatlarıyla ilgili bilgi sahibi olmak, diğer bir güzel tarafı da mesajlaşmanın eposta kullanmaktan çok daha pratik ve ergonomik olmasında.
Sözde filme değinecektim, neyse yarın öbür gün bir facebook canavarı olursam, bu satırlara bakar gülerim. Filme gelince, Fincher esasında çok ilginç olmayan bir hikayeyi öyle bir anlatmış ki, baştan sona ilgiyle izleniyor. Filmdeki olayların ve karakterlerin gerçekle çok fazla ilgisi olmadığı bolca yazıldı çizildi, ama böylesi belli ki daha iyi, çünkü seyir keyfi artıyor. Diğer yandan bence öyle her taraftan ödül toplayacak bir film de değil ama bu konuda benim zevkim genelde jürilerle pek uyuşmuyor. Mesela Golden Globe'da muhteşem bir son yılların en iyi filmi "Black Swan" varken "The Social Network" en iyi film ödülünü aldı. Bu sabah yayınlanan Oscar adaylarını da gördüm. Aday filmlerin büyük kısmını geçen haftalarda izledim, hepsine ilk fırsatta bir iki cümle çiziktirmeyi hedefliyorum.
"The Social Network" Facebook'un kuruluş hikayesine el atıyor.
Facebook'un hayatımıza girişini cep telefonunun girişine çok benzetiyorum. Uzun süre çok anlamsız bulduğum cep telefonunu kullanmaya direnmiştim. Marifet gibi herkesin cep telefonunu teşhir etmesini, ulu orta telefonlaşmasını ayıplıyordum ama bugün hepimiz için hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline geldi, evden cüzdan bile unutularak çıkılabiliyor, ama cep telefonunu unutunca insan kendini daha bir çıplak hissediyor, sanki bir günümüzü yanımızda telefon olmadan geçirsek, hayatımızda çok kritik gelişmeler olabilecek ve biz haberdar olamıycaz. Facebook da bir çığ gibi büyümeye başladığında aynı hislere kapıldım, birden çılgınca herkesin hayatlarını teşhir etmeye başladığını görünce iyice bir irkildim, içine kafamı azıcık sokup bir süre çekingen bir şekilde çevreyi izledim. Statüs güncellemem hala bakir, bir gün bir şey yazar mıyım bilemiyorum, ama ben paylaşmasam da başkaları paylaştığı için bir süre sonra fotoğraf yüklemeye başladım, yaptığım en cesur hareket ise bir iki kere bu günceden bir yazıyı linklemek oldu. Kendim için yazıyorum, zaten kötü yazıyorum derken, okur kazanmak adına "istemem yan cebime koy" oldu diye kendimi bir hayli de kötü hissettim. Bana uluorta bir şeyler yazılamasın, yazılırsa özel mesaj atılsın diye duvarımı dahi kilitledim, güvenlik ayarlarım en üst seviyede. Hala arkadaşlarımın bir fotoğrafına bir yorum bırakmadan veya bir beğenide bulunmadan önce yirmi kere düşünüyor ve genellikle de vazgeçiyorum. Yani ciddi bir facebook çekingeniyim. Her ne kadar tanımadığım kimseyi arkadaş olarak kabul etmediysem de listemdekilerin 90%'u hayatımla ve kendimle ilgili bir şeyler paylaşmak istediğim kişilerden oluşmuyor. Belki zamanla değişir, alışır, bu kendini teşhir çılgınlığında daha katılımcı olurum. Facebook'un güzel tarafı ise sevdiğim ama sık görüşemediğim kişilerin hayatlarıyla ilgili bilgi sahibi olmak, diğer bir güzel tarafı da mesajlaşmanın eposta kullanmaktan çok daha pratik ve ergonomik olmasında.
Sözde filme değinecektim, neyse yarın öbür gün bir facebook canavarı olursam, bu satırlara bakar gülerim. Filme gelince, Fincher esasında çok ilginç olmayan bir hikayeyi öyle bir anlatmış ki, baştan sona ilgiyle izleniyor. Filmdeki olayların ve karakterlerin gerçekle çok fazla ilgisi olmadığı bolca yazıldı çizildi, ama böylesi belli ki daha iyi, çünkü seyir keyfi artıyor. Diğer yandan bence öyle her taraftan ödül toplayacak bir film de değil ama bu konuda benim zevkim genelde jürilerle pek uyuşmuyor. Mesela Golden Globe'da muhteşem bir son yılların en iyi filmi "Black Swan" varken "The Social Network" en iyi film ödülünü aldı. Bu sabah yayınlanan Oscar adaylarını da gördüm. Aday filmlerin büyük kısmını geçen haftalarda izledim, hepsine ilk fırsatta bir iki cümle çiziktirmeyi hedefliyorum.
8 Ocak 2011 Cumartesi
Hoşgeldin 2011!
Pek düzenli yazamamış olsam da bir günce tutma fikrinden çok çabuk vazgeçmemiş olmaktan, ve aralıklarla da olsa günceli bir yılı geride bırakmış olmaktan dolayı çok mutluyum. Düşünmeyle ifade etme arasındaki pek derin uçurumları gözüme sokan bu güncenin ilk yılı, hayatımda en yoğun çalıştığım döneme denk geldiği için arzu ettiğim sıklıkla tutulamadı, bunu da yeniyıla dilek olarak taşıyayım.
2010 gerçekten de güzel hatırlayacağım bir yıl oldu. En önemlisi sağlık ve mutluluk vardı. İstatistiksel olarak bakarsak, belki de son on yılda en az film seyredebildiğim yıl oldu. Bu günceye ilk yazdığım yazıda film veribankamda 2096 kayıt bulunduğunu not düşmüşüm. Bugün itibariyle 2237 film gözüküyor, yani 141 film izlemişiz. Azmedip 2011'de de bu günce devam ederse tam bir yıl sonra bakalım bu rakam 200'ü geçer mi. İnternette yolunu şaşırıp bu satırlara rastlayan herkesin yeniyılı sağlıkla ve güzel filmlerle dolu olsun.
2010 gerçekten de güzel hatırlayacağım bir yıl oldu. En önemlisi sağlık ve mutluluk vardı. İstatistiksel olarak bakarsak, belki de son on yılda en az film seyredebildiğim yıl oldu. Bu günceye ilk yazdığım yazıda film veribankamda 2096 kayıt bulunduğunu not düşmüşüm. Bugün itibariyle 2237 film gözüküyor, yani 141 film izlemişiz. Azmedip 2011'de de bu günce devam ederse tam bir yıl sonra bakalım bu rakam 200'ü geçer mi. İnternette yolunu şaşırıp bu satırlara rastlayan herkesin yeniyılı sağlıkla ve güzel filmlerle dolu olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)