Bu filmi tercih sebebim, daha önce çok severek izlediğim "C.R.A.Z.Y."'nin yönetmeni Vallée değildi. Geçenlerde bahsettiğim "Downton Abbey" ve "Gosford Park"'ın yazarı Julian Fellowes'un başka dönem filmi var mı diye araştırınca fark ettim "The Young Victoria"'yı. Fellowes bu işin gerçekten de ustası, çünkü yine çok iyi kotarılmış bir filmle karşılaştık. 18 yaşında tahta geçip 63 yılın üzerinde tahtta kalarak bu alanda bir rekora imza atan Kraliçe Victoria'nın tahta geçişi ve özel hayatı hakkında da pek çok bilgi sahibi olduk. Sonradan Wikipedia'dan takip edebildiğim kadarıyla, filmde anlatılan tüm olaylar gerçek, tek bir konu dışında; başroldeki Emily Blunt'ın güzelliği ve Kraliçe Victoria arasında ciddi bir uçurum bulunuyor. Ama böylesi daha iyi çünkü Prens Albert ile yaşadıkları gözleri dolduran romans bu şekilde izleyici açısından daha bir ilgi çekici oluyor. Victoria hakkında ilgi çekici diğer bir not da, 9 çocuğundan olan 42 torunundan 26'sı Avrupa kıtasındaki kraliyet ailelerinden prens ve prenseslerle evleniyor, bu sayede Victoria için Avrupa'nın büyükannesi deniyor.
Filmi gerçekten çok keyifle izledim, herkese tavsiye ederim.
24 Şubat 2011 Perşembe
23 Şubat 2011 Çarşamba
Tim Burton ve Alice in Wonderland (2010)
Fantastik filmlerin yönetmeni Burton, klasik ikilisi Johnny Depp ve Helena Bonham Carter'i yine bir araya getirmiş. Alice'in Harikalar Diyarı'nda geçirdiği zamanın 13 yıl ilerisine gidiyoruz. Burton'dan beklendiği üzere yine büyülüyeci görsellikte bir masal Dünya'sı söz konusu ancak hikaye beni maalesef hiç sarmadı. Sonu, başından bilinen hikaye oldukça sıkıcı ve öngörülürdü. Harikalar Diyarı'nın karakterleri ve sürprizleri orijinal hikayeden zaten biliniyordu, dolayısıyla izleyiciyi şaşırtmak, heyecanlandırmak için daha ilginç bir olay örgüsü kurulabilmeliydi, ama maalesef olmamış. Johnny Depp'in karakteri daha önceki filmlerinde canlandırdığı karakterlerin bir karışımı gibiydi ve ilgimi pek çekmedi. Filmin bence en cezbeden, eğlendiren karakteri Bonham Carter'in canlandırdığı büyük başlı kırmızı kraliçe oldu. "Nightmare before Christmas" gibi dahiyane bir öykü ve karakterleri yaratmış Tim Burton'dan daha iyisini beklemek hakkımız...
22 Şubat 2011 Salı
Rodrigo Cortés ve Buried (2010)
95 dakika boyunca yerin altına gömülü daracık bir tabutun içinde geçen bir film izlemek ister misiniz derlerse ne düşünürsünüz? Eğer söz konusu filmin ismi "Buried" ise gönül rahatlığıyla evet diyebilirsiniz. Film, izleyicinin ilgisini sonuna kadar korumayı başarmanın yanısıra, hareketli "aksiyon" sahnelerine, Irak savaşı hakkında tespitlere ve ikiyüzlü kapitalist firmalar hakkında net bir mesaja sahip. Başrolde de Ryan Reynolds çok başarılı. Film bir şaheser değil, ama bir tabutun içinden çıkarabileceği her şeyi fazlasıyla çıkarmış.
21 Şubat 2011 Pazartesi
Reha Erdem ve Kosmos (2010)
"Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar, üçüncüde..." derler ya, arka arkaya iki güzel Türk filminden sonra üçüncü de sıçrayamadım. Gerçi daha zıplamaya kalkışmadan bir Reha Erdem filminde zıplayabilme ihtimalimin çok düşük olduğunu biliyordum. Pek bir "sanatsal" olan bu son marifetine laf ederek sayıca kalabalık taraftarlarının hışmını üzerime çekicem (sanki bu günceyi okurlarmış gibi) ama gerçekten de hayatımda Erdem kadar arakçı bir yönetmen görmedim. Filmin tarzı, tekniği, pek çok sahnesi direk başka filmlerden ve yönetmenlerden çalıntı. Son dönem Türk filmlerinde zaten ciddi bir Nuri Bilge Ceylan takıntısı var, çoğu film onun görselliğine özeniyor, bu gerçi şikayetçi olunacak bir konu değil, Reha Erdem de görsel açıdan inanılmaz kareler yakalamış. Her filminde olduğu gibi bu filminde de izlerken o kadar çok sayıda yönetmeni anımsadım ki, belki bir kısmında haksızlık da ediyorumdur ama yadsınamaz olanı, konu ve işleniş şeklinde ciddi bir Tarkovsky öykünmesi var. Tarkovsky filmlerini, felsefeye ve dine ilgisizliğimden ve bilgisizliğimden pek anlayamasam da sinema dilinin özgünlüğü, gözlerimin hafızasına kazınmıştır. Reha Erdem de sanırım Türkiye'nin Tarkovsky'si olmak istemiş, olup olmadığını Tarkovsky bilenlere bırakalım. Filmden bana kalan; Kars pek bir güzelmiş...
17 Şubat 2011 Perşembe
Seren Yüce ve Çoğunluk (2010)
Arka arkaya (diğeri "Bal") iki çok iyi Türk filmi izlemenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorum. "Çoğunluk" başladığında sıradan görüntüleriyle klasik Türk filmi kokuyordu ve pek ümitli değildim, ama çok kısa zamanda tüylerimi diken diken etmeyi başardı. Settar Tanrıöğen'in büyük başarıyla canlandırdığı karakter, hayatta sık sık karşıma çıkan (özellikle trafik ve kamusal alanlarda) bende yer yer travmaya sebebiyet veren mahlukatların mükemmel bir özetiydi. İşte toplumsal hayattan giderek daha fazla el çekmeyi arzulamama sebebiyet veren, haksızlıklara karşı çenemi tutamadığım (daha doğrusu tutmayı yetiştiriliş tarzıma yakıştıramadığım) her durumda karşıma çıkan tipleme. Onun bıkmış, bunalmış ama hiçbir şeyi değiştirmek için en ufak girişimde bulunmamış, bulunamamış eşi, ve Bartu Küçükçağlayan'ın kusursuz şekilde canlandırdığı, babasının altında sonuna kadar ezilmiş, hayatlan bağı bir iplik kadar ince olan oğul. Kanımca bu üçlü Türkiye'deki ailelerin ortak paydalarını o kadar gerçeğe yakın bir şekilde tasvir ediyor ki, kendinden bu filmde hiç bir şey bulamayacak çoğu kişi bu filmden rahatsız olacak, ve muhtemelen sıkılacaktır, bu da film mi diyecektir? Kendilerine bir ayna tutulduğundan bihaber kendilerinin dahi sebeplerinin farkında olamayacakları şekilde filmden nefret edeceklerdir. Bu kadar güclü bir anlatım, sayfalarca yazabilecek kadar fazla konuyu bu kadar boğmadan, göze sokmadan aktarma ehli dolayısıyla Seren Yüce'yi tebrik etmek gerek. Filmin anlatım gücü, görsel ve sinemasal zaaflarını fazlasıyla kapatıyor, ama bir de bu yönde kendini geliştirirse Yüce'nin gelecekte çok başarılı işler çıkaracağına hiç şüphem yok.
16 Şubat 2011 Çarşamba
Abbas Kiarostami ve Copie Conforme (2010)
Yönetmenlere haksızlık yaptığımın farkındayım ama istiyorum ki bir yönetmen hep onu sevdiğim filmleri gibi filmler yapsın. Klasik çizgilerinin, konularının dışına çıktıklarında hayal kırıklığına uğrayabiliyorum. Yaptığım bu haksızlık, söz konusu İran'lı bir yönetmen olunca ikiye katlanıyor, çünkü bir dönem tüm festivalleri fetheden filmlerin çıktığı bu ülke, sinemacılar için film çekilemez hatta özgür yaşanamaz bir yer haline geldi (Bkz. Panahi). Kiarostami'nin filmlerini Dünya sinemasını severek takip eden birinin sevmemesi mümkün değildir, aklıma hemen "Taste of Cherry", "Ten" ve "Through the Olive Trees" geliyor. Politik bahtsızlıklarının esiri olmuş güzel İran insanını en güzel, en doğal haliyle anlatan filmlerdir Kiarostrami'ninkiler.
Son filmi "Copie Conforme"'un başrolünde Juliet Binoche'u görünce bir heyecanlandım, zira kendisine özellikle "Damage" ve "Les Amants du Pont-Neuf" sayesinde büyük hayranlık beslerim. Ama onun performansının dahi kurtaramadığı bir hayli kötü filmleri de vardır, keşke biraz daha seçici olsaydı diye düşünmüşümdür. "Copie Conforme" kötü bir film değil, ama Kiarostami, Richard Linklater'in tek kelimeyle kusursuz örneklerini verdiği bir türe el atıyor. "Before Sunrise"'da Viyana'nın, "Before Sunset"'te Paris dekor olduğu, bir çiftin sokaklarda yürüyerek ilişkileri üzerine konuştukları bu unutulmaz filmlerin bir benzerini Kiarostami Floransa dekorunda veriyor. Filmin geçtiği dönem de (çiftin yaşları itibariyle) sanki "Before Sunset"'in bir 15 sene sonrası. Filmin bir esprisi daha var, ispiyon vermemek adına buraya not düşmeyeyim ama onun uygulamasını da "Conversations with Other Women"'da çok daha başarılı bir şekilde görmüştük. Söylemeye çalıştıklarımı özetlersem, yönetmenini bilmeden seyretsem, aklıma gelecek son yönetmenlerden biri Kiarostami olurdu, ve filmin öyküsünü, kurgusunu da özgün bulmadım. Yine de sadece Binoche'un anlam ve duygu yüklü yüzünü izlemek için zaman ayırmaya değebilir.
Son filmi "Copie Conforme"'un başrolünde Juliet Binoche'u görünce bir heyecanlandım, zira kendisine özellikle "Damage" ve "Les Amants du Pont-Neuf" sayesinde büyük hayranlık beslerim. Ama onun performansının dahi kurtaramadığı bir hayli kötü filmleri de vardır, keşke biraz daha seçici olsaydı diye düşünmüşümdür. "Copie Conforme" kötü bir film değil, ama Kiarostami, Richard Linklater'in tek kelimeyle kusursuz örneklerini verdiği bir türe el atıyor. "Before Sunrise"'da Viyana'nın, "Before Sunset"'te Paris dekor olduğu, bir çiftin sokaklarda yürüyerek ilişkileri üzerine konuştukları bu unutulmaz filmlerin bir benzerini Kiarostami Floransa dekorunda veriyor. Filmin geçtiği dönem de (çiftin yaşları itibariyle) sanki "Before Sunset"'in bir 15 sene sonrası. Filmin bir esprisi daha var, ispiyon vermemek adına buraya not düşmeyeyim ama onun uygulamasını da "Conversations with Other Women"'da çok daha başarılı bir şekilde görmüştük. Söylemeye çalıştıklarımı özetlersem, yönetmenini bilmeden seyretsem, aklıma gelecek son yönetmenlerden biri Kiarostami olurdu, ve filmin öyküsünü, kurgusunu da özgün bulmadım. Yine de sadece Binoche'un anlam ve duygu yüklü yüzünü izlemek için zaman ayırmaya değebilir.
Derek Cianfrance ve Blue Valentine (2010)
Filmin fikri esasında çok basit, ama ben daha önce uygulandığına şahit olmadığım için çok etkilendim. Günümüz aktörleri içinde en beğendiğim Ryan Gosling ile Michelle Williams'ın evli bir çifti canlandırdıkları filmde aynı anda paralel olarak hem evliliklerinin birkaç yıl sonrasını hem de tanışıp aşık oldukları dönemi izliyoruz. Bir yandan her şeyin toz pembe olduğu bir romans, diğer yanda günlük hayatın rutinine saplanmış, birbirleriyle iletişimleri oldukça zedelenmiş bir çift. Aşk hikayeleri genelde aşık çift birbirine kavuşunca sona erer ya, hep sonsuza kadar mutlu oldukları varsayılır, işte Cianfrance bu nokta da yeni bir şeyler söylemeyi başarıyor. Diğer yandan filmin benim gözümde mükemmel olmasını engelleyen sıkıntılı unsurlar var. Bunların başında Gosling'in canlandırdığı karakterin sadece birkaç yıl içerisinde geçirdiği değişim bana hiç inandırıcı gelmedi. Daha gençken tasvir edildiği haliyle, sonrasında gördüğümüz karakter arasında bence ciddi tutarsızlıklar var, derdinin tam olarak ne olduğunu ben şahsen anlayamadım, evet bir takım minör sebepler var ama bunlar olayların gelişimlerini açıklamaya yeterli değil. Hatta evlilik sonrası karakterin kendi içinde dahi tutarsızlıklar var, kızıyla bu kadar sevgi dolu ilişki kuran bir babanın, aşık olduğu eşiyle iletişim kuramaması bir garip. Filmin, yakaladığı orijinal fikrin (öncesi-sonrası kıyaslaması) vurgusunu arttırmak amacıyla, olayları ve karakterleri gereksiz bir aşırı kontrasta boyadığını düşünüyorum. Film, olayları uç noktalara taşımadan da sade bir şekilde anlatmak istediğini çok güzel bir şekilde anlatabilirdi. Uzun lafın kısası ben ikna olmadım. Bu fikir üzerine çok daha güzel ve sade bağımsız filmler çekilebileceğini düşünüyorum, konu arayan sinemacılara duyurulur...
13 Şubat 2011 Pazar
Downton Abbey (2010)
"Mad Men" ve "In Treatment" yokluğunda yeni bir drama ihtiyacı hasıl oldu. Tavsiye üzerine izlemeye başladığımız "Downton Abbey" öyle bir sardı ki 7 bölümlük ilk sezonu bir nefeste içimize çekiverdik. Benim gibi Jane Austen romanlarını sevenler ve/veya Robert Altman'ın "Gosford Park"'ını beğenenler bu diziye bayılacaklar. Dönem filmlerinde hep zenginlerin ve asillerin hayatları anlatılır, hizmetkarlar hep füguran rolündedirler. Altman "Gosford Park"'da bir cinayeti anlatırken kamerasını sadece zenginlere değil hizmetkarlara da çevirmişti. Dizi bana hemen bu filmi hatırlatmıştı, sonradan öğrendim ki meğer her iki yapımın da yazarı aynıymış; Julian Fellowes. Ortak noktalardan biri de dönem filmlerinin vazgeçilmez kibirli ingiliz karakteri muhteşem Maggie Smith. Smith "Downton Abbey"'de de öyle bir döktürüyor ki, saatlerce sadece onu izleyebilirim. Dizinin konusu 1. Dünya savaşı öncesi İngiltere'de Crawley ailesine ait şatoda geçiyor. Ailenin 3 genç kızı var, ama miras o dönemde sadece erkeklere geçebildiği için, ailenin hiç irtibatı olmayan uzaktan bir kuzenin mirası alması söz konusu. Mirasın ailede kalmasının tek yolu da mirası alacak kuzenle kızlardan birinin evlenmesi gibi gözüküyor. Konu tahmin edildiği üzere bol aşk, kıskançlık ve entrika malzemesi sağlıyor. Tüm bunlara şatonun hizmetkarlarının da ihtirasları ve dalavereleri karışınca ortaya seyir keyfi oldukça yüksek bir dizi çıkıyor. Elektriğin yeni keşfedildiği, eve bağlanan telefona uzaydan gelmiş gibi bakıldığı, kadın haklarının yeni dile getirilmeye başladığı bir dönem olması itibariyle de ilgi çekici. Hararetlen tavsiye edilir.
11 Şubat 2011 Cuma
Xavier Dolan ve J'ai tué ma mère (2009)
Film uzun zamandır izlenecekler listemdeydi, adı (Annemi öldürdüm) çok antipatik geldiği ve psikopat bir film seyretmek istemediğim için sürekli listenin gerilerine itiyordum. Dolan'ın "Les Amours Imaginaires"'ini beğenince, ilk filmini de izlemeye karar verdim. İsim beni yanılttı ama çok akıllıca seçilmiş, filme tam uyuyor ve film boyunca acaba da dedirtiyor. İspiyon olmaması adına bu konuda daha fazla ipucu vermiyeyim ama filmin bir cinayet hikayesi olmadığını söyleyebilirim. Filmin merkezinde bir anneyle ergenlikteki oğlunun ilişkisi var. Sevgi ve nefretin içiçe geçtiği bu ilişki üzerine filmin söyleyeceği samimi şeyler var, tespitler çok yerinde. Dolan'ın bu ilk filminde ikinci filmden de yoğun bir Kar-Wai etkisi var. Hatta ağır çekimlere eşlik eden müzik dahi "In the Mood for Love"'ın eşsiz soundtrack'ini anımsatıyor. Dolan, sorunlu oğul rolünde çok başarılı. Sadece 20 yaşında yazıp, yönetip, başrol oynadığı filmin olgunluğuna hayran olmamak elde değil.
6 Şubat 2011 Pazar
Tarsem Singh ve The Fall (2006)
Bu film hakkında yazı yazmak kolay değil, çünkü filmi beğendim mi, beğenmedim mi, nesini beğendim, nesini beğenmedim tam anlayamadım, çok farklı ve büyük emek verilmiş bir film, yine de beni pek etkilemedi, sürüklemedi ama neresinde hata bulacağımı da bilemiyorum. Oyunculuklar iyi, sadece görsellik olarak bakılırsa tek kelimeyle kusursuz, sanırım anlatılan masal beni pek sarmadı. Konu, portakal toplarken kolunu kırmış küçük bir kızın, kaza geçirmiş bir dublörle hastanede kurmuş oldukları arkadaşlık üzerine. Küçük kıza film boyunca anlatılan masalı, bu sevimlilik yumağının hayalindeki canlandırışını izliyoruz. Filmi izlerken tam bir görsel efekt harikası diye düşündüm, ama masalın geçtiği mekanların tamamı gerçekmiş ve hiçbir efekt kullanılmamış. 18 ayrı ülkede yıllar süren çekimler yapılmış. Tüm mekanların gerçek olduğunu bilsem, şüphesiz izlerken filmden daha fazla etkilenirdim. En çok Hindistan'daki merdivenli kuyudan ve mavi evlerden oluşan kasabadan etkilendim, o kadar sürreal duruyorlar ki, insan mutlaka bir gün gidip gezmek için büyük bir arzu duyuyor. Seyahat için motivasyona ihtiyacı olanlara duyurulur.
5 Şubat 2011 Cumartesi
Xavier Dolan ve Les Amours Imaginaires (2010)
Dolan'ı kıskanmamak elde değil, 89 doğumlu ve şimdiden iki tane ses getiren filme imza attı. İlk filmi "I Killed My Mother"'ı henüz izleyemedim ama ingilizceye "Heartbeats" olarak çevrilen (ki orijinal ismi bence filme çok daha uygun, "hayali aşklar") son filmini beğendim. Dolan her iki filmde de aynı zamanda başrolde oynuyor. Filmde anlatılan aşk üçgeni çok sevdiğim "Dreamers"'i hatırlattı. Onun kadar etkileyici olmasa da, Dolan böyle devam ederse zamanla eminim Bertolucci mertebesine erişecektir. Marie'nin her sahnede giydiği rengarenk retro kıyafetleri ve ağır çekimler de "In the Mood for Love"'ı yoğun şekilde anımsattı. Dolan neyseki bu referansları kuru kuru kopyalamayarak kendi süzgeçinden geçirmiş. Özellikle ilk yarıdan sonra film biraz dağılıyor, ritmi bozuluyor ve Dolan yönetmen olarak filmdeki hakimiyetini biraz kaybediyor bence. Ama filmin finaline ve son karesine (ağır çekim) bayıldım. Seçilen müzikler de çok iyi, özellikle de Dalida'nın "Bang Bang"'i. Başroldeki üçlüden Nils Schneider, "Dreamers"'daki Louis Garrel'e o kadar benziyor ki, bu benzerliğin etkisinde uzun süre filmi Paris'te geçiyor diye izledik (halbuki aksine pek çok ipucu vardı), sonra bir Montreal lafı geçince jeton düştü, zaten Dolan da Quebec'liymiş.
4 Şubat 2011 Cuma
Semih Kaplanoğlu ve Bal (2010)
Oh be, yıllar sonra Nuri Bilge Ceylan dışında (Türkiye'den çıkan) bir yönetmenin filmine bayıldım. Senelerdir elimden geldiğince Türk yönetmenleri takip etmeye çalışıyorum, arada fena olmayan filmler de bulunmakla beraber genellikle hayal kırıklığına uğruyorum. Son 10-15 yılı düşününce aklıma Dünya sineması olarak niteleyebileceğim sadece Nuri Bilge'nin filmleri ve Yeşim Ustaoğlu'nun "Güneşe Yolculuk"u geliyor. Kaplanoğlu'nun "Süt" ve "Yumurta"'sı da aldıkları bol ödüllere rağmen beni pek etkilememişlerdi. Bir şeyler eksikti. Sanki bu ikisi her ne kadar konu olarak "Bal"ın devamı da olsalar, sinemasal anlamda "Bal"'ın birer provası idiler. Hep düşünmüşümdür, Türkiye hem benzersiz ve çok çeşitli mekanları, hem de tarihi, hikayeleri anlamında sinemacılar için bir cennet olsa gerek diye, neden hep birbirinin kopyası toy ve klişe filmler çıkar ki.
"Bal" gerçekten de çok olgun, bir şeyler anlatmak için fazla diyaloğa ihtiyaç duymayan şiirsel, sakin bir film. Rize'nin doğası mükemmel bir dekor olmuş. Dış mekanlarda sergilenen David Caspar'vari manzaralar, iç mekan çekimlerinde ışığın kullanımı, mükemmel kontrastlar, renklerle adeta arka arkaya Caravaggio tablolarına dönüşüyor. Filmde birbirine eklenen yaklaşık 150.000 kareden herhangi biri, büyütülüp duvara asılabilir, o kadar büyük bir özen gösterilmiş. Hiçbir sahne geçiştirilmemiş, kameranın nerede duracağından, açısından, en ufak detaylara kadar her şey düşünülmüş. Filmi gözlerinizi kapayarak izlediğinizde de müthiş bir ses yönetimiyle karşılaşacaksınız, film daha açılış jeneriğinde sizi su ve kuş sesleriyle karşılıyor. Filmin tamamına yakınını yüklenen çocuk kahraman Yusuf'u canlandıran Bora Altaş da harika, bunu da hem seçim hem de yönetim başarısı olarak Kaplanoğlu'nun hanesine yazmak gerekir.
Tüm bunların yanında en önemlisi Semih Kaplanoğlu kendi özgün sinema dilini bulmuş, umarım bu yoldan devam eder, birbiri ardına başyapıtlar verir. Bu satırları okuyanların beklentilerini haddimden fazla yükselttiğimden çekiniyorum, filmin çok çok sade olduğunu, ve minimalist sinemadan hoşlanmayanların uzak durmalarında fayda olabileceğini hatırlatmak isterim.
"Bal" gerçekten de çok olgun, bir şeyler anlatmak için fazla diyaloğa ihtiyaç duymayan şiirsel, sakin bir film. Rize'nin doğası mükemmel bir dekor olmuş. Dış mekanlarda sergilenen David Caspar'vari manzaralar, iç mekan çekimlerinde ışığın kullanımı, mükemmel kontrastlar, renklerle adeta arka arkaya Caravaggio tablolarına dönüşüyor. Filmde birbirine eklenen yaklaşık 150.000 kareden herhangi biri, büyütülüp duvara asılabilir, o kadar büyük bir özen gösterilmiş. Hiçbir sahne geçiştirilmemiş, kameranın nerede duracağından, açısından, en ufak detaylara kadar her şey düşünülmüş. Filmi gözlerinizi kapayarak izlediğinizde de müthiş bir ses yönetimiyle karşılaşacaksınız, film daha açılış jeneriğinde sizi su ve kuş sesleriyle karşılıyor. Filmin tamamına yakınını yüklenen çocuk kahraman Yusuf'u canlandıran Bora Altaş da harika, bunu da hem seçim hem de yönetim başarısı olarak Kaplanoğlu'nun hanesine yazmak gerekir.
Tüm bunların yanında en önemlisi Semih Kaplanoğlu kendi özgün sinema dilini bulmuş, umarım bu yoldan devam eder, birbiri ardına başyapıtlar verir. Bu satırları okuyanların beklentilerini haddimden fazla yükselttiğimden çekiniyorum, filmin çok çok sade olduğunu, ve minimalist sinemadan hoşlanmayanların uzak durmalarında fayda olabileceğini hatırlatmak isterim.
3 Şubat 2011 Perşembe
John Cameron Mitchell ve Rabbit Hole (2010)
Film değil ama John Cameron Mitchell beni çok şaşırttı. Kendi yazıp, yönetip, oynadığı "Hedwig and the Angry Inch (2001)" çok başarılı ve çok değişik bir filmdi, bir transseksüeli canlandırmıştı. Hem bu filmde hem de sonraki filmi "Shortbus"'ta sinemada cinselliği en doğal ve en açık haliyle kullandı. Pek çok yüzlerce başka filmde olduğu gibi cinsellik bir sansasyon unsuru ve satış argümanı değil, normalde insanların hayatında olduğu (veya olması gerektiği) gibi filmlerinin doğal bir parçası. Bağımsız duran kendi özgün sinemasını yarattığını düşünürken, Mitchell gitti, ve Hollywood'un en pahalı starlarıyla gayet ciddi bir film yaptı.
İyi mi yaptı mı kötü mü yaptı emin olamadım. Bir yandan "Rabbit Hole" kötü bir film değil, diğer yandan Mitchell'in, önceki iki filmi tarzında bir film çekmesini tercih ederdim.
"Rabbit Hole"da, 4 yaşındaki oğullarını trafik kazasında kaybeden bir çiftin, (Nicole Kidman ve Aaron Eckhart canlandırıyorlar) bununla başetmeye çalışmalarını izliyoruz. Çok şükür ki bu sömürüye çok açık konu, bizi salya sümüğe boğmaya çalışmadan son derece doğal bir şekilde işleniyor. Oyunculuklar başarılı ama Nicole Kidman'ın geçirdiği estetik operasyonlarla ifadesi bozulmuş yüzü, özellikle de çok yapay duran dudakları gerçekten de üzücü ve dikkat dağıtıcı. Evet Hollywood yaşlanmaya karşı çok gaddar ama annesi rolündeki Dianne Wiest'in kırışık yüzündeki derin ve samimi ifadeleri Kidman artık hiçbir zaman veremeyecek. Çocuk sahibi olanlara filmi izlemelerini tavsiye etmiyorum, çünkü gerçekten ruh sağlığına zarar veriyor, çünkü böyle bir kayıbın düşüncesi bile insanı darmadağın ediyor.
İyi mi yaptı mı kötü mü yaptı emin olamadım. Bir yandan "Rabbit Hole" kötü bir film değil, diğer yandan Mitchell'in, önceki iki filmi tarzında bir film çekmesini tercih ederdim.
"Rabbit Hole"da, 4 yaşındaki oğullarını trafik kazasında kaybeden bir çiftin, (Nicole Kidman ve Aaron Eckhart canlandırıyorlar) bununla başetmeye çalışmalarını izliyoruz. Çok şükür ki bu sömürüye çok açık konu, bizi salya sümüğe boğmaya çalışmadan son derece doğal bir şekilde işleniyor. Oyunculuklar başarılı ama Nicole Kidman'ın geçirdiği estetik operasyonlarla ifadesi bozulmuş yüzü, özellikle de çok yapay duran dudakları gerçekten de üzücü ve dikkat dağıtıcı. Evet Hollywood yaşlanmaya karşı çok gaddar ama annesi rolündeki Dianne Wiest'in kırışık yüzündeki derin ve samimi ifadeleri Kidman artık hiçbir zaman veremeyecek. Çocuk sahibi olanlara filmi izlemelerini tavsiye etmiyorum, çünkü gerçekten ruh sağlığına zarar veriyor, çünkü böyle bir kayıbın düşüncesi bile insanı darmadağın ediyor.
2 Şubat 2011 Çarşamba
David Michôd ve Animal Kingdom (2010)
Michôd'un ilk sinema filmi Animal Kingdom, banka soyguncusu ve uyuşturucu satıcısı kardeşlerden oluşan bir aileyi anlatıyor. Aileden seneler önce kopmuş olan annesinin overdoz ölümü sonrası aileye tekrardan dahil olan yeğen, amcalarının marifetlerine alet oluyor. Kulağa klişe ve çok çiğnenmiş gelen konuyu karakterlerin çok da klişe olmamaları kurtarıyor. Karakterler, genelde Hollywood'un dikte ettiği üzere pek bir kurnaz, korkusuz ve "kahpe felek vurmasaydı" Dünya'yı fethedecek tipler değil. Ancak diğer yandan film bana çok dağınık geldi, dolayısıyla sayısız mantık hatası da mevcut. Bu yönetmenin yetersizliği mi, editörün dağınıklığı mı yoksa kasıt mı bilemiyorum, ama filmde eğreti duran çok sahne var. Yönetmenin heyecan dolu bir aksiyon filmi hedeflemediği çok açık, ama ne hedeflediği de pek belli değil. Sonuç bence sıkılmadan izlenebilir vasat bir film.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)