Mike Leigh sevenlerini hiç hayal kırıklığına uğratmayan yönetmenlerden. İzlediğim 9 filmi de birbirinden güzel, kronolojik sırayla;
High Hopes 1988
Life Is Sweet 1991
Naked 1993
Secrets & Lies 1996
Career Girls 1997
All or Nothing 2002
Vera Drake 2004
Happy-Go-Lucky 2008
Another Year 2010
Genelde Britanya'nın düşük gelirli gruplarını filmlerinin merkezine almaları ve insanlara odaklanan sade ve gerçekçi filmler yapmaları itibariyle Ken Loach'la Mike Leigh'ın sineması arasında pek çok ortaklıklar bulurum. Loach bu sınıfın ezilmişliklerine ağırlık vererek, karakterlerindeki karanlık yönlere konsantre olur ve politik mesajlar verir. Leigh ise karakterlerinin hayatlarındaki trajedilerin içinde, onların insani yönlerini ortaya çıkarır, bütün zorluklara rağmen mizahı ve umudu unutmaz. Biri aynı malzemeyi fazla karamsar işlerken, diğeri belki de fazla iyimserdir. Bu ruh halleri filmlerini izleyenlere de sirayet eder.
Son filmi "Another Year"'i izlediğimde hemen izlemiş olduğum en eski filmi "High Hopes"'u hatırladım. İki film de evli bir çift çevresinde dönüyor, ve başrolde aynı kadın oyuncu var; Ruth Sheen. Benzerlik sadece oyuncunun ismiyle kalmıyor, karakterler de benziyor. Aradan geçen 22 yılın etkisiyle "Another Year" yaşlılığa, yaşlanırken yanlızlaşmaya eğiliyor. Tüm Leigh filmleri gibi sımsıcak, samimi, doğal, egosu olmayan, büyük cümleler kurmayan ama büyük ustalıkla insan resimleri çeken film, hayatta huzurun ve mutluluğun kaynağının en başta insanın hayat arkadaşıyla paylaşımından geçtiğini gösteriyor. Herkese bu kadar mutlu ve huzurlu yaşlanmak nasip ola...
31 Mart 2011 Perşembe
Maren Ade ve Alle Anderen (2010)
Söz güzel Alman filmlerinden açılmışken, bu film de beni çok etkiledi. Bir çiftin ilişkileri Sardunya'da geçirdikleri tatilde sıkı bir testten geçiyor. İlişkiler üzerine çekilmiş binlerce filmin söylediklerinin üzerine bir şeyler eklemeyi başarmak gerçekten çok zor olsa gerek, ama bu film bunu ve fazlasını başarıyor. Başrolde Birgit Minichmayr muhteşem, filmin diğer kadın kahramanı ise bence yönetmen, çünkü bir ilişkide bir erkeğin ne kadar saçmalayabileceğini ancak bir kadın bu kadar iyi anlatabilirdi. Aynalarla arası çok kötü olmayan her erkeğin kendinden bir şeyler bulması garanti olan bu filmi hararetlen tavsiye ederim.
30 Mart 2011 Çarşamba
Tom Tykwer ve 3 (2010)
Yine aynı şey oldu, günceye bir iki hafta yazmaya fırsat olmayınca, filmler birikti ve üzerime atalet çöktü. Aynen spor yapmayınca hamlaşmak gibi, yazmayınca yazılmıyormuş. Dolayısıyla düzenli yazmaya gayret etmem gerek. Az kaldı mart ayını yazısız kapıyormuşum. Nereden başlasam nasıl anlatsam misali bir sürü de güzel film birikti. Çok beğendiğim bir tanesiyle başlıyayım.
İnsan içinde film izlemekten ne kadar bunalsam da (sakız çiğneyenler, car car konuşanlar, mısır hışırdatanlar, kola höpürdetenler...) If programında Tom Tykwer görünce sinemanın yolunu tuttum, iyiki de öyle yapmışım, kaliteli de bir izleyici kitlesi vardı, dikkatim dağılmadan filmi izleyebildim.
Tom Tykwer deyince herkesin aklına (benim de çok sevdiğim) "Run Lola Run" (1998) geliyor, ama ondan önceki filmleri "Die Tödliche Maria" (1993) ve "Winterschlaefer" (1997) de çok iyi filmlerdi. Ondan sonraki filmleri "Der Krieger und die Kaiserin" (2000), "Heaven" (2002) ve son filmi "The International" (2009) bana pek hitap etmediler ama arada 2006 yapımı "Perfume: The Story of a Murderer" var ki bence tam anlamıyla bir başyapıt. Patrick Süskind'in muhteşem kitabı "Das Parfum" herhalde filme çekilmesi en zor hikayelerden birini içerir, ama Tykwer neredeyse Jean-Baptiste'in sapkın tutkusunu Süskind'den daha etkileyici bir şekilde anlatmayı başarmış.
"Koku"nun başarısından sonra "The International" gibi büyük gişe Hollywood tarzına yönelince Tykwer'ı da kaybettiğimizi düşünerek üzülmeye başlamıştım ki, son filmi "3"'ün alman oyuncularla Berlin'de geçtiğini görünce rahatladım, demek Tykwer özüne geri dönecekti. Filmi izleyince gördüm ki, sadece özüne dönmekle kalmamış, her türlü gişe klişesinden uzak durmuş, mesela bir aşk üçgenini anlattığı filminde, insanları gişeye çekecek genç ve güzel oyuncular kullanmaya kalkışmamış. Başroldeki üçlüden özellikle Sophie Rois'nın oyunculuğu çok etkileyici. Filmin konusuyla ilgili tek bir ipucu vereceğim, zira her türlü tanıtımda da bu bilgi var. Orta yaşlarında dolaşan bir çift aynı erkeğe ilgi duyunca olaylar gelişiyor. Ezber bozan bu aşk üçgeni o kadar doğal ve samimi işleniyor ki bir kez daha Tykwer'a hayran olmamak elde değil. Hele filmin başında bu çiftin geçmişlerini ve ilişkilerini birkaç saniye içinde bir tasvir edişi var ki tek kelimeyle mükemmel. Ben sadece filmin sonunun bağlanma şeklini çok beğenmedim, ama yine de filmin kimyasına uygun bir sondu.
Yaşasın Tykwer döndü, yeni filmlerini heyecanla bekliyor olucam.
İnsan içinde film izlemekten ne kadar bunalsam da (sakız çiğneyenler, car car konuşanlar, mısır hışırdatanlar, kola höpürdetenler...) If programında Tom Tykwer görünce sinemanın yolunu tuttum, iyiki de öyle yapmışım, kaliteli de bir izleyici kitlesi vardı, dikkatim dağılmadan filmi izleyebildim.
Tom Tykwer deyince herkesin aklına (benim de çok sevdiğim) "Run Lola Run" (1998) geliyor, ama ondan önceki filmleri "Die Tödliche Maria" (1993) ve "Winterschlaefer" (1997) de çok iyi filmlerdi. Ondan sonraki filmleri "Der Krieger und die Kaiserin" (2000), "Heaven" (2002) ve son filmi "The International" (2009) bana pek hitap etmediler ama arada 2006 yapımı "Perfume: The Story of a Murderer" var ki bence tam anlamıyla bir başyapıt. Patrick Süskind'in muhteşem kitabı "Das Parfum" herhalde filme çekilmesi en zor hikayelerden birini içerir, ama Tykwer neredeyse Jean-Baptiste'in sapkın tutkusunu Süskind'den daha etkileyici bir şekilde anlatmayı başarmış.
"Koku"nun başarısından sonra "The International" gibi büyük gişe Hollywood tarzına yönelince Tykwer'ı da kaybettiğimizi düşünerek üzülmeye başlamıştım ki, son filmi "3"'ün alman oyuncularla Berlin'de geçtiğini görünce rahatladım, demek Tykwer özüne geri dönecekti. Filmi izleyince gördüm ki, sadece özüne dönmekle kalmamış, her türlü gişe klişesinden uzak durmuş, mesela bir aşk üçgenini anlattığı filminde, insanları gişeye çekecek genç ve güzel oyuncular kullanmaya kalkışmamış. Başroldeki üçlüden özellikle Sophie Rois'nın oyunculuğu çok etkileyici. Filmin konusuyla ilgili tek bir ipucu vereceğim, zira her türlü tanıtımda da bu bilgi var. Orta yaşlarında dolaşan bir çift aynı erkeğe ilgi duyunca olaylar gelişiyor. Ezber bozan bu aşk üçgeni o kadar doğal ve samimi işleniyor ki bir kez daha Tykwer'a hayran olmamak elde değil. Hele filmin başında bu çiftin geçmişlerini ve ilişkilerini birkaç saniye içinde bir tasvir edişi var ki tek kelimeyle mükemmel. Ben sadece filmin sonunun bağlanma şeklini çok beğenmedim, ama yine de filmin kimyasına uygun bir sondu.
Yaşasın Tykwer döndü, yeni filmlerini heyecanla bekliyor olucam.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)