11 Aralık 2011 Pazar
Wilson Yip ve Yip Man (2008)
En sevdiğim yönetmen olan Wang Kar-Wai'nin, Bruce Lee'nin hocası olan Yip Man üzerine bir film çektiğini bildiğimden bu filmi izlemeyi hiç istemiyordum, çünkü hayat öyküsünü ilk olarak Kar-Wai'den dinlemek istiyordum, ama merakıma yenildim. Ne kadar doğru olduğunu bilemediğim hikaye, Yip Man'in Çin'deki Japon istilasına yüksek gururlu tek başına mücadelesini anlatıyor. Konu, Yip Man'i vatansever ögelerle efsanevi şekilde yüceltecek ögeler barındırdığından, eser gerçekçi bir filmden çok fantezi bir kung-fu filmini andırıyor. Senaryo ve başrol dışındaki oyunculukların da bir hayli sıradan olması itibariyle vasat kotarılmış bir film olarak nitelenebilir. Beni çok sarmadı, heyecanla "The Grandmasters"'ı bekliyorum.
10 Aralık 2011 Cumartesi
Mathieu Amalric ve Tournée (2010)
Filmi yazan, yöneten, başrolünü oynayan Amalric, "The Diving Bell and the Butterfly" (2007)'deki performansıyla hafızamda sıkı bir yer edinmişti. Geçen sene Cannes'da yarışan filminde ağırlıkla Amerikalı eğlendiricilerin bulunduğu bir bürlesk şov grubunun Fransa'daki turnesi hikaye ediliyor. Amalric turneyi organize eden prodüktör rolünde. Sahnedeki şovla, gösteriyi icra edenlerin gerçek hayattaki melankolik/kaybeden ruh hallerinin tezatlığı filme ilginç bir atmosfer katıyor. Hiçbir karakterin hikayesi derinlemesine incelenerek trajedize edilmiyor, hatta hiçbiri hakkında hemen hemen hiçbir şey öğrenemiyor, adeta bir belgesel kıvamında onların turnesinden, başı - ortası - sonu bulunmayan bir kesit izliyoruz. Bir başyapıt olmamakla birlikte çok özgün bulduğum tarzından dolayı, geçen yazımda da bahsettiğim üzere, altın palmiyeyi tartışmasız Bonmee amcanın elinden alır, Amalric'e teslim ederdim.
9 Aralık 2011 Cuma
Apichatpong Weerasethakul ve Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (2010)
Bu günceden yazılara denk gelmiş olanların bileceği üzere hem Cannes Film Festivaline hem de yavaş tempolu filmlere özel bir ilgi ve sevgim vardır. Ancak Tayland'lı Bonmee amcanın, 2010 yılında Cannes'da altın palmiye alan geçmiş yaşam hatıratlarını gerçekten çok sıkılarak izledim. Özgün ögeler yok değildi, ama bunlar filmin sıkıcılığını hiç bir şekilde telafi etmiyorlardı. Son 30-35 yılda bu ödülü almış tüm filmleri izlemişim, ilk defa altın palmiye alan bir filmi hiç beğenmiyorum. Hemen 2010 yılında yarışmış olan diğer filmlere baktığımda, izleyebildiğim kadarıyla, diğer yıllara oranla daha zayıf filmlerin yarışma programına alınmış olduklarını gördüm. Yine de hepsi bu filmden daha iyiydiler, mesela "Tournée", "Des hommes et des dieux", "Biutiful", "Copie Conforme", "Another Year", "Route Irish".
Bu izlediklerimden de ödülü ben olsam "Tournée"'ye verirdim, o filmden de bir sonraki yazıda bahsedeyim.
Bu izlediklerimden de ödülü ben olsam "Tournée"'ye verirdim, o filmden de bir sonraki yazıda bahsedeyim.
8 Aralık 2011 Perşembe
Larysa Kondracki ve The Whistleblower (2010)
Bir önceki yazımda bahsettiğim "Tropa de Elite 2"'nin peşi sıra izlediğim "The Whistleblower" çok iyi bir kıyaslama imkanı veriyor. Her ikisi de insanın kanını donduran gerçek hikayeleri işlemelerine rağmen Padilha filmini kusursuz bir yönetmenlikle en yukarıya taşırken, Kondracki çok çok kötü bir yönetmenlik sergileyerek, filmin etkisine ciddi bir darbe vuruyor. Film o kadar kötü yönetilmiş ki, bence zamanımızın en iyi oyuncularından Rachel Weisz dahi sırıtıyor. Çok beğendiğim Monica Belucci ise ufak rolünü o kadar kötü canlandırıyor ki, filmde gördüğüm acaba o değil mi diye şüpheye düştüm. Buna klişe çekmecesinden bolca çıkarılan stereo karakterler ve filme selobantla tutturulmuş gibi duran yan hikayecikler eklenince, eğer filmi izlemeyi bırakamadıysam, bunun tek sebebi filmin anlattığı gerçek hikaye.
Öncelikle, bu korkunç olayın detaylarına girmeden duramayacağım için aşağıdaki satırların, filmle ilgili yoğun ispiyon içerdiğini belirteyim.
Şöyle düşünün, Mekan; 2. Dünya savaşındaki Nazi katliamının bir benzerinin burnumuzun dibinde gerçekleştiği ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere herkesin sadece seyrettiği Bosna Hersek. "Savaş" sonrası güvenliği sağlama görevi Birleşmiş Milletler'e verilmiş, onlar ne yapmış; güvenlik işini özel bir şirkete ihale etmişler. Özel şirket ne yapmış, Dünya'nın her tarafından paralı asker toplamış. Yerini yurdunu bırakıp yüklü verilen maaş uğruna, savaştan helak olmuş, tehlikeli bir bölgede görev yapmayı kabul eden güvenlik görevlilerinin ortalama profilini gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bir de üstüne Birleşmiş Milletler bu ülkede görev yapan herkese sınırsız dokunulmazlık vermiş, yani ne suç işlerlerse işlesinler cezasız kalacağı garantili. Tahmin etmiş olabileceğiniz üzere ortaya, yerel mafyanın işbirliğiyle bir çok suçun yanısıra kadın (gencecik kız) ticareti yapan, korkunç bir çete çıkmış.
Bölgede görev alan Amerikalı bir kadın polis (gerçek kahraman Kathryn Bolkovac), kısa sürede gözlemlediklerine tesadüf eseri şahit olmuyor, yaşanan her şey ulu orta açıkta, ve orada çalışan büyük çoğunluk da bunun farkında, ancak üç maymunu oynuyorlar. Kimisi çeteye bulaşmış, kimisi çetenin pavyonlarından faydalanmış, kimisi işinden olmak istemediğinden ağzını tutuyor. Bu kadın polis safça adalete inanarak, elinden geldiğince olayları ortaya çıkarmaya çalıştıkça, büyük tehlikeler atlatıyor ve sonunda işine son veriliyor. Güvenlik şirketi ve Birleşmiş Milletler de skandalın ortaya çıkmaması için, ellerinden geldiğince her şeyin üzerini örtüyorlar. Tek yaptıkları, o suçlara bulaştığı tespit edilenleri ülkelerine geri gönderiyorlar, ve bu kişiler ülkelerinde de hiçbir şekilde yargılanmıyorlar, kazandıkları paralar da yanlarına kar kalıyor. Kurbanlarla ilgili ne bir özür ne de bir tazminat söz konusu. Kahramanımız, işin peşini bırakmayarak, elinde belgelerle basına da gidiyor ama hangimiz bugüne kadar bu konuda bir haber duyduk? İşte filmin en önemli misyonu bu yaşananları duyurabilmek.
Filmi izledikten sonra, bunların gerçek olabileceğine inanamadığımdan, internete girerek kısa sürede detaylı bilgilere ulaştım. Maalesef hikayenin tamamı gerçek. Hatta şu bağlantıda bizzat Birleşmiş Milletler'in sitesinde, bu film üzerine düzenlenmiş 14.10.2011 tarihli toplantının videosu bulunuyor. Birleşmiş Milletler'in üyeleri "neden ve nasıl oldu" diye saf saf konuşuyorlar. Hiçbir şey yapılmamasından tabii ki daha iyi ama soğunkanlılıkları iyice kanımı dondurdu. Film üzerine konuşuyorlar, ancak hikayenin gerçek kahramanı toplantıya davet dahi edilmemiş. Bir iki konuşmacı gerçekten çok esaslı noktaya parmak bastı ama toplantı "süremiz de doldu" diye bitince bende ciddi bir hazımsızlık hasıl oldu, şu satırları yazarken dahi elim ayağım sinirden titriyor. Pek bir gelişmiş "medeniyetler"'in insan hakları konusundaki sınır tanımayan samimiyetsizlikleri, ikiyüzlülükleri aşırı derecede midemi bulandırıyor.
Öncelikle, bu korkunç olayın detaylarına girmeden duramayacağım için aşağıdaki satırların, filmle ilgili yoğun ispiyon içerdiğini belirteyim.
Şöyle düşünün, Mekan; 2. Dünya savaşındaki Nazi katliamının bir benzerinin burnumuzun dibinde gerçekleştiği ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere herkesin sadece seyrettiği Bosna Hersek. "Savaş" sonrası güvenliği sağlama görevi Birleşmiş Milletler'e verilmiş, onlar ne yapmış; güvenlik işini özel bir şirkete ihale etmişler. Özel şirket ne yapmış, Dünya'nın her tarafından paralı asker toplamış. Yerini yurdunu bırakıp yüklü verilen maaş uğruna, savaştan helak olmuş, tehlikeli bir bölgede görev yapmayı kabul eden güvenlik görevlilerinin ortalama profilini gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bir de üstüne Birleşmiş Milletler bu ülkede görev yapan herkese sınırsız dokunulmazlık vermiş, yani ne suç işlerlerse işlesinler cezasız kalacağı garantili. Tahmin etmiş olabileceğiniz üzere ortaya, yerel mafyanın işbirliğiyle bir çok suçun yanısıra kadın (gencecik kız) ticareti yapan, korkunç bir çete çıkmış.
Bölgede görev alan Amerikalı bir kadın polis (gerçek kahraman Kathryn Bolkovac), kısa sürede gözlemlediklerine tesadüf eseri şahit olmuyor, yaşanan her şey ulu orta açıkta, ve orada çalışan büyük çoğunluk da bunun farkında, ancak üç maymunu oynuyorlar. Kimisi çeteye bulaşmış, kimisi çetenin pavyonlarından faydalanmış, kimisi işinden olmak istemediğinden ağzını tutuyor. Bu kadın polis safça adalete inanarak, elinden geldiğince olayları ortaya çıkarmaya çalıştıkça, büyük tehlikeler atlatıyor ve sonunda işine son veriliyor. Güvenlik şirketi ve Birleşmiş Milletler de skandalın ortaya çıkmaması için, ellerinden geldiğince her şeyin üzerini örtüyorlar. Tek yaptıkları, o suçlara bulaştığı tespit edilenleri ülkelerine geri gönderiyorlar, ve bu kişiler ülkelerinde de hiçbir şekilde yargılanmıyorlar, kazandıkları paralar da yanlarına kar kalıyor. Kurbanlarla ilgili ne bir özür ne de bir tazminat söz konusu. Kahramanımız, işin peşini bırakmayarak, elinde belgelerle basına da gidiyor ama hangimiz bugüne kadar bu konuda bir haber duyduk? İşte filmin en önemli misyonu bu yaşananları duyurabilmek.
Filmi izledikten sonra, bunların gerçek olabileceğine inanamadığımdan, internete girerek kısa sürede detaylı bilgilere ulaştım. Maalesef hikayenin tamamı gerçek. Hatta şu bağlantıda bizzat Birleşmiş Milletler'in sitesinde, bu film üzerine düzenlenmiş 14.10.2011 tarihli toplantının videosu bulunuyor. Birleşmiş Milletler'in üyeleri "neden ve nasıl oldu" diye saf saf konuşuyorlar. Hiçbir şey yapılmamasından tabii ki daha iyi ama soğunkanlılıkları iyice kanımı dondurdu. Film üzerine konuşuyorlar, ancak hikayenin gerçek kahramanı toplantıya davet dahi edilmemiş. Bir iki konuşmacı gerçekten çok esaslı noktaya parmak bastı ama toplantı "süremiz de doldu" diye bitince bende ciddi bir hazımsızlık hasıl oldu, şu satırları yazarken dahi elim ayağım sinirden titriyor. Pek bir gelişmiş "medeniyetler"'in insan hakları konusundaki sınır tanımayan samimiyetsizlikleri, ikiyüzlülükleri aşırı derecede midemi bulandırıyor.
7 Aralık 2011 Çarşamba
José Padilha ve Tropa de Elite 2 (2010)
Padilha, 2007 yapımı "Tropa de Elite"'de, Papa'nın Rio de Janairo'yu ziyaret edecek olması üzerine, şehrin fakir mahallelerinde konumlanmış uyuşturucu mafyasına yapılan tatbikatları ve yolsuzluklarla mücadeleyi, çok sürükleyici ve etkileyici bir dille anlatmıştı. Bu filmin devamı niteliğinde olan 2010 yılı yapımda da, fakir mahallelere hakim olan polis ve ordu mensuplarının, politikacıların da içinde bulunduğu çıkar grupları oluşturarak, yerli halkın başına yepyeni belalar açtığı, çok yoğun insan hakları ihlallerine de işaret edilerek, aynı çarpıcı dille anlatılıyor. Gerçek olay ve kişilerden yola çıktığı çok belli olan film, bu yüzyılda insanoğlunun hala ne kadar insanlıktan uzak olabildiğini gözler önüne seriyor. Yakın tarihimizle yüzleşmeye başlayacağımızın ilk işaretlerini vermeye başlamış olan ülkemizde de bu türden sayısız malzeme çıkacağı aşikar. Umarız Padilha kadar cesur yönetmenler bizden de çıkar ve geniş kitlelere fazlasıyla geç kalmış gerçekleri ulaştırırlar.
6 Aralık 2011 Salı
Asghar Farhadi ve Jodaeiye Nader az Simin (A Separation) 2011
Asghar Farhadi'nin daha önce izlediğim filmi "About Elly"'den bahsederken, Berlin'den Altın Ayı ödülüyle dönen filmi "Nader and Simin, a Separation"'ı heyecanla beklediğime değinmiştim. Beklediğime gerçekten değdi, çok çok iyi bir eserle karşılaştım. İran gerçekçi sinemasının çok sağlam bir örneği. Oyunculuklar, hikaye, yönetim, kısaca tümüyle kıskandıracak derecede başarılı. Kıskandıracak diyorum, çünkü eğer Yılmaz Güney'in "Umut", "Yol" gibi filmlerle, Anadolu sinemasının en iyi örneklerini verdiği yoldan devam etmeyi başarabilseydik, bizim sinemamız da İran sineması gibi bir marka olmayı çok daha önceleri başarabilirdi. Ülkemizde hayatın pek çok yönünü sekteye uğratan, hatta felç eden darbeler, sinema konusunda da yapacağını yapmış, en iyi filmlerimizden sansürle uzak kalmışız, düşünmemeyi, sorgulamamayı, tartışmamayı, onun yerine tektip olmayı tercih ettirilmişiz. Sinema özelinde Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplan gibi yönetmenlerle bu sarmaldan artık çıktığımızı düşünüyorum. Salak saçma melankolik aşk filmlerinden ve seviyesiz komedilerden başımızı kaldırarak, Nadir ve Simin'de olduğu gibi içimizden çıkan, bize ait gerçek hikayelere odaklanmamız gerek. Anadolu'da anlatılacak yüzlerce hikaye, bakir şekilde başarılı genç yönetmenlerimizi bekliyor.
5 Aralık 2011 Pazartesi
Contemporary İstanbul 2011
İstanbul'da her yıl düzenlenen çağdaş sanat fuarı "Contemporary Istanbul"'a, sadece 3-4 gün açık kalması dolasyıyla birkaç yıldır denk getirip gidemiyordum, bu yılkini son anda bir arkadaşımla gidip ziyaret etik.
Bienallerde gördüğümüz çağdaş sanat, olabildiğine minimalist iken, fuarda satış amacı taşıyan çağdaş sanatın alabildiğine cafcaflı ve göz boyamacı olabildiğine şahit olduk. Bienal yazımda da belirttiğim gibi çağdaş sanat sadece beyne değil, kanımca biraz göze de hitap etmeli, dolayısıyla benim için en ideali bu iki etkinliğin bir karması olurdu. "Contemporary"'de gözümüz renge doydu, dijital sanatın da çağdaş sanata iyice nüfuz etmeye başladığını gözlemleyebildik.
En beğendiğim eserleri sanal hafızama not düşmeden önce, birkaç sene evvel gezdiğim son Contemporary'de en beğendiğim ressamın bu sefer bende yarattığı hayal kırıklığına değinmek istiyorum. Ahmet Güneştekin ismini o sefer aklıma kazımıştım, çünkü Anadolu mitolojisinden aldığı sembollerle yaptığı büyük formatlı, canlı renkli, geometrik desenli, özgün bulduğum eserlerini çok beğenmiştim. Sonradan maalesef sanat magazininin isteyerek veya istemeyerek parçası oldu. Gerçi hayalkırıklığım daha çok bu sene sergilenen eserlerinden kaynaklı. Daha önce beğendiğim resimlerinin boyutları iyice büyümüş, üçüncü boyut eklenmiş, geometrikler şekiller resimlerden yapıtaşlar olarak dışarı taşıyor, bana işin iyice suyu çıkmış gibi geldi, kendimi daha çok süslü bir yapımarkette gibi hissederek hızla reyondan uzaklaştım.
Gelelim beğendiklerime;
Ahmed Mater - Evolution of Men
Salustiano - Tamara con cuervos
Igor Oleinikov
Bienallerde gördüğümüz çağdaş sanat, olabildiğine minimalist iken, fuarda satış amacı taşıyan çağdaş sanatın alabildiğine cafcaflı ve göz boyamacı olabildiğine şahit olduk. Bienal yazımda da belirttiğim gibi çağdaş sanat sadece beyne değil, kanımca biraz göze de hitap etmeli, dolayısıyla benim için en ideali bu iki etkinliğin bir karması olurdu. "Contemporary"'de gözümüz renge doydu, dijital sanatın da çağdaş sanata iyice nüfuz etmeye başladığını gözlemleyebildik.
En beğendiğim eserleri sanal hafızama not düşmeden önce, birkaç sene evvel gezdiğim son Contemporary'de en beğendiğim ressamın bu sefer bende yarattığı hayal kırıklığına değinmek istiyorum. Ahmet Güneştekin ismini o sefer aklıma kazımıştım, çünkü Anadolu mitolojisinden aldığı sembollerle yaptığı büyük formatlı, canlı renkli, geometrik desenli, özgün bulduğum eserlerini çok beğenmiştim. Sonradan maalesef sanat magazininin isteyerek veya istemeyerek parçası oldu. Gerçi hayalkırıklığım daha çok bu sene sergilenen eserlerinden kaynaklı. Daha önce beğendiğim resimlerinin boyutları iyice büyümüş, üçüncü boyut eklenmiş, geometrikler şekiller resimlerden yapıtaşlar olarak dışarı taşıyor, bana işin iyice suyu çıkmış gibi geldi, kendimi daha çok süslü bir yapımarkette gibi hissederek hızla reyondan uzaklaştım.
Gelelim beğendiklerime;
Ahmed Mater - Evolution of Men
Salustiano - Tamara con cuervos
Igor Oleinikov
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)