31 Mart 2010 Çarşamba

Ang Lee ve Taking Woodstock

Ang Lee farklı türlerde kaliteli filmlere imza atan bir yönetmen. Sevdiğim filmleri sıralamak istediğimde fark ettim ki neredeyse tüm filmlerini seviyorum, kronolojik sırayla "The Wedding Banquet" (1993), "Eat Drink Man Woman" (1994), "The Ice Storm" (1997), "Crouching Tiger Hidden Dragon" (2000), "Brokeback Mountain" (2005), "Lust, Caution" (2007).
"Taking Woodstock"ı çektiğini duyunca çok heyecanlandım, 1970 yapımı belgesel "Woodstock"tan çok etkilenmiş ve muhtemelen seyreden herkes gibi o festivalin bir parçası olmak istemiştim. Woodstock'ı bir dönem savaş travması yaşayan gençlerin barış ve sevgi dolu başkaldırısı olarak algılamıştım. Tabii felsefesinin yanısıra müthiş de bir müzik ziyafeti idi. Belki fazla romantik ve idealize bir bakış açısıydı ama öyle kalmasını tercih ederdim. Öyle kalmasını tercih ederdim diyorum, çünkü Ang Lee isteyerek veya istemeyerek bu bakış açısını darmadağın ediyor. Herkesin para kazanmak için birbirinin gözünü oyduğu, gençlerin uyuşturucunun etkisinde savaş bir yana dünyadan bir haber beleş konser uğruna doluştukları bir keşmekeş tasvir ediyor. Hadi Woodstock ruhunu bir yana bırakalım filme bakalım dersek bu sefer de çok kötü oyunculuklar ve berbat bir senaryo büyük hayal kırıklığı yaratıyor. Yönetmen Ang Lee olunca beklentiler dolayısıyla hayal kırıklığı da katlanıyor.
Woodstock belgeselini izlememiş olanlara belgeseli izlemelerini, izlemiş olanlara da sükutu hayale uğramamaları için bu filmden uzak durmalarını tavsiye ederim.

30 Mart 2010 Salı

Hoffmann'ın Masalları ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi

Öğrencilik yıllarımdan beri (İstanbul'da olmadığım yıllar hariç) İdobale'yi takip ederim. Zehra Yıldız gibi büyük bir yıldızı, Hülya Aksular ve Ayfer Zeren gibi primaballerina'ları defalarca sahnede izleme şansına sahip oldum. Her konuda olduğu gibi sanat konusunda da yaşanan hızlı küreselleşmeden payını İstanbul da alıyor olsa gerek. İsimlerini saydığım bu yıldızlar gibi, sahneye adımını atar atmaz seyirciyi büyüleyecek potansiyele sahip sesler ve dansçılar, sanırım değerleri bizde bilinmediği için yurtdışında sanat hayatlarını devam ettiriyorlar, çünkü opera balemizden uzun yıllardır büyük yıldızlar çıkmıyor. Yurtdışına gidenler de haklılar çünkü bugün, kültür başkenti olduğu halde, olması gereken boyutlarda aktif bir opera bale sahnesine sahip olmayan bir şehirde yaşıyoruz.
Opera ve baleyi değerlendirirken birbirlerinden ayırmak gerekiyor, çünkü balede son yıllarda ciddi bir düşüş gözlemlerken operada kanaatimce önemli bir kalite artışı söz konusu. Önce baleden bahsedersem, Hülya Aksular, Ayfer Zeren, Oktay Keresteci, Deniz Berge gibi başdansçıların yerleri doldurulamadı, bunun üstüne AKM'nin kapanması da baleyi çok olumsuz etkiledi, çünkü klasik balenin icrası için mutlaka büyük bir sahneye ihtiyaç var ve bale eserlerinin iki senedir sıkıştırıldığı Süreyya Opera Sahnesi son derece yetersiz kalıyor.
Opera tarafında ise naçizhane fikrimce Zehra Yıldız tek başına taşırdı eserleri. Tenorlar inanılmaz derecede yetersizdi, rollerin büyük kısmını alan bir tenor vardı, hiç beğenmezdim tekniğini ve ses rengini, her eserde yeni bir tenor bekler ve hayal kırıklığına uğrardım. Bariton ve baslar da tenorları aratırdı. Son yıllarda ise çok genç, fizikleri çok düzgün (evet biliyorum bu çok etik bir kriter değil ama opera da görsel bir sanat) sesleri çok etkileyici sanatçılara rastlıyorum. Her eserde bir iki genç geceyi kurtarıyor. Buna bir de Recep Ayyılmaz'ın Süreyya Operası'ndaki muhteşem dinamik modern rejileri eklenince opera izlemek gerçekten de bir keyif haline geldi.
Bu beklentiler ve yeni bir ses keşfetme arzusuyla "Hoffmann'ın Masalları"nı izlemeye gittik. Birinci perdede ilk kez dinlediğim  Nazlı Deniz Boran Olympia rolünde muhteşemdi, operanın sonuna kadar onu dinleyebilmeyi çok arzu ederdim. Aynı şeyi Hoffmann rolündeki Bülent Külekçi için söylemem mümkün değil, bu rol için fazla yaşlıydı (evet kabul ediyorum yine pek nazik olmayan bir değerlendirme), aynı rolü 10 sene önce de oynamış, keşke artık yerini genç bir tenore bıraksaymış. İlk perdeden Olympia'dan büyülenmiş şekilde çıktık. 3 perde olan operada her perdede ayrı bir masal anlatılıyor maalesef. Maalesef çünkü karakterler değişiyor ama Hoffmann aynı kalıyor. İkinci ve üçüncü perdede Hoffmann'ın karşısındaki sopranolar da hayal kırıklığı yaratınca tüm bu kırıklar kümüle artış gösterdi ve benim açımdan eserin keyfi kaçtı. Keşke eseri baştan sona Ayhan Uştuk (geçen sene La Traviata'da muhteşemdi) ve Nazlı Deniz Boran'dan izleme şansımız olsaydı.

Akbank Oda Orkestrası ve Colin Currie


Cem Mansur yönetimindeki Akbank Oda Orkestrası'nın bu ay ilginç bir konuğu vardı. Esasında ilginç olan konuk değil, konuğun çaldığı enstrümandı. Vurmalı çalgıları daha önce bir klasik müzik konserinde solist olarak izlememiştim. Perküsyonist Colin Currie kendisine adanmış iki eseri seslendirdi; Kurt Schwersik'in "Now You Hear Me, Now You Don't" adlı Marimba Konçertosu ve Dave Maric 'in Lifetimes adlı eseri. Colin Currie'ye ısrarlı alkışlarımıza rağmen bis yaptıramadık, belki eşlik olmadan vurmalılarla solo yapmak mümkün olmuyordur ama eserinin icrasının ardından salonda bulunan besteci Kurt Schwersik'in de sahneye çıkması hoş bir sürpriz oldu.
Eserler icra edildikleri vurmalıların ilginçliği bir yana 20. yüzyıl eserleri olarak benim zevkime göre biraz modern kaçtılar. Kulağımızın pası ikinci yarıdaki Çaykovski'nin "Yaylı Sazlar Serenadı"yla atılmış oldu, salondan keyifle ayrıldık.

23 Mart 2010 Salı

Zeynep Tanbay ve Araz

"Araz"ın beni ne kadar etkilediğini kelimelere dökmeye niyetlensem de, kendimi ifade etmeye çalışırken klavyeden çıkan kelimelerimin yetersizliğini görerek üzülüyorum. Bu günceyi yazmaya başladığımdan beri beğendiğim, bayıldığım filmleri, müzikleri, kitapları, dansları betimlemekte inanılmaz aciz kalıyorum, parmaklarımdan cılız bir "muhteşem", "mükemmel", "nefis", "harika", "şaheser" dökülüyor, sık tekrar edince de sürekli içleri boşalıyor. İzlediğim eserlerin bana geniş bir yelpazede hissettirdiklerini, ufak dağarcığımdaki bu bir kaç kelimeye sıkıştırarak ifade etmek mümkün değil. Elimden gelse her bir hissi yeni kelimelerle anlatabilmeyi isterdim ki, o kelimeyi telaffuz ettiğim an, gerçekten hissettiklerimi iletebilmek için başka hiçbir şeye gerek kalmasın. Ama elimden gelmiyor, düşünen, hisseden bir bebeğin, henüz konuşmaya başlamadığı için kendini ifade edememesi gibi anlatamıyorum.
"Araz"'ın hissettirdiklerini kelimelere dökemesem de muhteşem koreografinin, mükemmel oturmuş müziklerinin, ışığın, nereden çıktılar dedirten inanılmaz dansçılarının bana anlattıklarıyla ilgili bir kaç cümle kurmaya yeltenebilirim. Zaten Zeynep Tanbay da Araz'ın ne olduğunu izleyiciye bırakmış. Bence de dans, özellikle de modern dans ne anlatıyor diye izlenmemeli. Pek çok farklı sanat dalında da olduğu gibi, ne anlaşıldığından çok ne hissedildiği kanaatimce daha önemli. Bir eserde sebebini dahi bilmeden defalarca ürperebiliriz. Gözün gördüklerinden bir anlam çıkarmaya çalışmak, çok özel bir anın farkında olmadan algımızdan sıyrılıp kurtulmasına sebep olabilir.
"Araz" baştan sona o kadar büyüleyiciydi ki, kendimi tamamen eserin akışına bıraktım, anlattıkları, izlerken iç sesimde kelimelere dökülmedi, resimler, tınılar, hisler olarak aktı, izlediklerimin yoğunluğu bir polaroid fotoğraf misali yavaş yavaş içime izdüşümler bıraktı. Benim süzgeçime takılanlar hayata dair, insanların içinde sıkıştıkları, sınırları keskin çizilmiş, kimi zaman içinde delirdiğimiz, kimi zaman dışında kaybolduğumuz, çoğu zaman çizgileri üzerinde yürüdüğümüz, bazen kendimizi akışına bıraktığımız, bazen isyan ettiğimiz, sevdiğimiz, nefret ettiğimiz, adımlarımızı dışında atarken başımızı içine sokmaktan kendimizi alamadığımız, herkesin yaptığını yapmak istemediğimiz, ama yine de hep kendimizi tekrar ettiğimiz hayata dair.
Teşekkürler Zeynep Tanbay...

Murathan Mungan ve Binali ile Temir

Murathan Mungan'ın oyunlaştırılan hikayelerinin seyrine doyum olmuyor. İlk olarak 1999'da Berlin Tiyatro Festivalinde izlediğim "Geyikler ve Lanetler"'i Mustafa Avkıran yönetiminde Ankara Devlet Tiyatrosu sahnelemişti. Almanya'da yaşadığım yıllarda daha çok gurur duyduğum bir an olmamıştı. (İkincisi de Galatasaray'ın UEFA şampiyonluğudur)
"Geyikler ve Lanetler" hem çok zengin dili hem de çok yaratıcı sahnelenilişi ile bugüne kadar izlediğim en etkileyici tiyatro oyunuydu. Bir aşiret üzerinde kuşaklar boyu süren lanetin anlatıldığı oyunda kıyafetler ve dekorlar sahnede değişiyordu. Hikayeyi dinlediğimiz bir anlatıcı vardı, hikayenin karakterleri platformların üzerinde bulunuyor ve bu platformlar "cinler" tarafından hareket ettirilerek oyuncular bir araya getiriliyordu. Oyunculuklardan kıyafetlere, dekordan kurguya kadar her şey mükemmeldi, ve oldukça uzun süren oyun o kadar sürükleyiciydi ki zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyordu. Keşke yine sahnelense, tekrar tekrar izlemek isteyeceğim bir oyundu.
Kısa bir süre sonra Berlin'de yine bir Murathan Mungan oyununu izleme şansı buldum; "Dumrul ile Azrail"
Yine Murathan Mungan'ın şiirsel dili Mustafa Avkıran'ın yaratıcı yönetmenliğiyle buluşunca "Geyikler ve Lanetler"e benzer bir oyun ortaya çıkmış. Dede Korkut destanlarından olan hikayede, Azrail'in canını almaması için Dumrul yakınlarına giderek kendi yerine canlarını vermelerini dileniyor. Yine tam bir tiyatro şöleniydi.
İstanbul Şehir Tiyatroları'nın programında Murathan Mungan ismini görür görmez "Binali ile Temir"'i izlemek için fırsat kolluyordum. Geçen haftasonu izleyip çok beğendiğim eser, diğer Mungan oyunlarında olduğu gibi hikayeden oyunlaştırılması itibariyle öyküyü bir anlatıcıdan dinliyor ve nam salmış bir eşkiya ile bir dağda yanlız yaşayan genç bir çobanın iktidar mücadelesine şahit oluyoruz. Genç çoban Temir, yaralı bir şekilde bulup ölümden kurtardığı eşkiya Binali'nin hemen kendisine emirler yağdırmaya başlaması üzerine, esaslı bir tepki vererek eşkiyanın şişirilmiş erkekliğinin yaralı haliyle nasıl bir anda sönüverdiğini gösteriyor. Zayıfları ezerek yaşayan Binali, bizzat ezilen haline gelmesini kabullenemese de canı uğruna her türlü aşağılanmaya boyun eğiyor ve olaylar gelişmeye başlıyor.
Oyunu izlemek isteyecek biri kazayla bu yazıyı okuyor olur diye hikayenin devamıyla ilgili daha fazla ispiyon vermeyeyim. Başarılı oyuncularıyla baştan sona büyük ilgiyle izlenecek, oyun bittikten sonra da uzun uzun üzerine düşünülüp konuşulacak bir eser. Özellikle tüm erkeklerin izlemesi gereken, farkında olarak veya olmayarak sürekli "benimki seninkinden büyük" fermanıyla ortalıkta dolaşan ve hatta dünyaya hükmeden bu pek bir garip cinsin kendisine ayna tutmasını sağlayacak enfes bir oyun.

17 Mart 2010 Çarşamba

Alejandro Amenábar ve Agora

Amenabar son filmi "Agora" ile şaheser filmlerine bir yenisini ekliyor. Amenabar için komple bir yönetmen diyebiliriz, çünkü tüm filmlerini kendi yazıyor, kendi yönetiyor, müziklerini dahi kendi besteliyor. Bu özellikleriyle pek çok yönetmeni kıskandıracak sayıda kaliteli filme imza atarak, her eserinde farklı bir tarzı deniyor ve türünün en iyi örneğini vermeyi başarıyor. Genç yaşına rağmen bence şimdiden Dünya'nın en iyi yönetmenlerinden biri.
Yönetmenin 1996'da çektiği ilk uzun metrajlı filmi "Tesis" (çok iddialı olacak ama) kanaatimce Dünya'da çekilmiş en iyi gerilim filmi, daha fazla gerildiğim bir film hatırlamıyorum. İspanya sinemasının en iyi oyuncularından Eduardo Noriega başrolde Ana Torrent ile birlikte çok başarılı. Bu türü seven sevmeyen herkese tavsiye ederim. Hollywood boş durmayıp bu filmin oldukça kötü bir kopyasını (remake değil ama konu benzer) "8mm" ve  Nicolas Cage ile çekti, aman uzuk durun.
Amenabar'ın ikinci filmi 1997 yapımı "Abre los Ojos" (Open Your Eyes) ilk göz ağrım, bu filmden sonra yönetmenin sıkı bir takipçisi oldum. David Lynch ve İspanya'nın en iyi yönetmenlerinden her filmi muhteşem Julio Medem'in gerçeklikle sanalın iç içe geçen filmlerinden hazzediyorsanız bu film tam size göre. Başrollerde yine Eduardo Noriega ve o dönem Hollywood'un çarklarına henüz kapılmamış muhteşem bir Penelope Cruz var. Bu filmin maalesef bir de Hollywood remake'i var, hem de Tom Cruise ile; "Vanille Sky" Önyargılarımın üstesinden gelemediğim ve zaten daha iyisinin yapılamayacağından emin olduğum için bu filmi tabii izlemedim.
Gelelim yönetmenin beni hayal kırıklığına uğratan tek filmine; 2001 yapımı "The Others" bence olmamış bir gerilim filmi. Evet kötü bir film değil ama Amenabar'ın ilk iki filminden sonra çok daha kaliteli bir film bekliyordum. "Sixth Sense"'de çiğnenmiş bir konuyu tekrar işlemek ve aman gişe de yapsın diye Nicole Kidman'ı başrole koymak muhtemelen filmin prodüktörlerinin işidir diyerek bu filmi hızlıca geçelim.
Sadece iki filmiyle de olsa en sevdiğim yönetmenler listesinin başına kurulmuş olan Amenabar, hakkında yanılmadığımı 2004 yapımı Mar Adentro ile kanıtlayacaktı. Neyseki prodüksiyonu kendi üstlenmiş çünkü ötanazi o kadar duygu sömürüsüne açık bir konu ki yanlış ellerde sinir krizi geçirmeden izlenemeyecek bir filme dönüşebilirdi. Tam tersine Javier Bardem'in muhteşem oyunculuğunun da katkısıyla son derece yalın ve bu yalınlığıyla inanılmaz etkileyici bir film ortaya çıkmış.
Amenabar'ın aradan geçen 5 seneden sonra çektiği "Agora"sını büyük bir heyecanla izledim. Film muhteşem bir İskenderiye dekoruyla açıldı, ancak çok para harcandığı belli bu şehir dekorunu fazla gurur duyarak göstermeye başlayınca eyvah içi boş bir büyük bütçe filmi mi izleyeceğiz acaba diye endişeye kapıldım. Ama neyseki tüm endişelerim boşa çıktı, filmin içeriği üzerine sayfalarca yazabilecek kadar zengin. Hani hep okuyup duymuşuzdur ya geçmişte İskenderiye'nin müthiş bir kütüphanesi olduğunu ancak acımasızca binlerce eserle birlikte yakılarak yıkıldığını, işte film o dönemin çok meşhur kadın filozofu Hypatia'yı merkezine alarak bu çok etkileyici hikayeyi, bizi kendine kitleyerek anlatıyor. Film, esasında binyıllardır süren din mücadelesinin bir inanç mücadelesi değil, tam bir sınıflararası savaş olduğunu çok net gözler önüne seriyor. Bizim ülkemizde son on yıllara damgasını vuran olaylar da temelinde bir sınıf mücadelesi değil mi? Neyse bu günceyi politikaya fazla kaydırmadan filmi odağımıza geri çekelim. Oynadığı her filmde hayranlığımı bir kez daha katlayan, bence günümüzün genç nesil tartışmasız en iyi oyuncusu Rachel Weisz, yeteneği ve karizmasıyla filme büyük bir güç katıyor. Oynadığı Hypatia karakterinin filmde ağrılıklı olarak astronomi ile ilgilendiğini ve dünya- güneş - gezegenlerin yörüngeleriyle ilgili araştırmalar yaptığını görüyoruz. İskenderiye kütüphanesi yıkılmasaydı muhtemelen Dünya'nın eliptik bir yörüngede döndüğünü öğrenmek için yüzlerce yıl Kepler'i beklemeyecektik. Filmin, uzayda Dünya görüntüsüyle başlayıp google haritaları misali İskenderiye'ye zoomlanıyor ve aynı şekilde uzaya geri dönerek sonlanıyor olması, esasında bu evrende ne kadar önemsiz minik varlıklar olduğumuzu ve ne kadar anlamsız meseleler yüzünden, geçen binyıllara rağmen, birbirimizi boğazlamaya devam ettiğimizi iliklerimize kadar hissettiriyor.
Sonsuz teşekkürler Amenabar...

16 Mart 2010 Salı

Juan José Campanella ve El Secreto de Sus Ojos

Bu günceye daha önce düştüğüm bir notta belirttiğim üzere bence 2009'un en iyi filmi olan Haneke'nin "Das weisse Band"ını geçerek en iyi yabancı film oskarını alan "The Secret in Their Eyes" bu ünvanı hak etmese de başarılı bir polisiye film. Haneke'nin filminin yanısıra diğer adaylardan "Un Prophet" de görüşümce daha iyi bir filmdi. Akademi üyeleri kimler arasından nasıl seçiliyor bilemiyorum ama sinemadan pek anlamadıklarını iddia etme cüretinde bulunacağım.
Campanella'nın daha önce "El Hijo de Novia"sını izleyip beğenmiştim, filmin başrolündeki Ricardo Darin "El Secreto de Sus Ojos"'da da başrolü üstleniyor (pek çok başka Arjantin filminde de olduğu gibi, herhalde ülkesinde büyük bir yıldızdır) ve filmin başarısına önemli bir katkıda bulunuyor. Bir tecavüz-cinayet olayının peşini bir ömür boyu bırakmayan kahramanımız, emekliliğinde yaşadıklarını bir kitaba dökerken kendini yine hikayenin içinde buluyor. Arjantin'le ülkemiz arasında özellikle ekonomik konularda yapılan kıyaslamalara adalet konusunu da ekleyebileceğimiz, filmde afişe edilen adalet sisteminin çürümüşlüğü ile akıllara geliyor. Keşke böyle konular yerine mesela sinema konusunda kıyaslamalar yapabilsek. İzleyebildiğim kadarıyla kıyaslama yapacak kalitede filmimizin bulunmadığı 2009 yılını hızlıca geçerek, 2010'da Türkiye'den daha iyi filmler çıkmasını dileyelim.

Jane Campion ve Bright Star

Jane Campion deyince aklımıza hemen 1993'te çektiği "The Piano" geliyor, yönetmen uzun yıllar bu filmin gölgesinde kaldı. Neyseki yeni filmi "Bright Star" ile bu gölgeden sıyrılmayı başarıyor. Karşımızda bir başyapıt olmasa da çok şiirsel bir film var. Çok genç yaşta hayatını kaybetmiş ünlü şair John Keats'in kısacık hayatının aşkını izliyor ve şiirlerini dinliyoruz.
Film, çok severek okuduğum ve kitapları defalarca filme çekilen Jane Austen'ın bir hikayesi gibi başlıyor. Aynen "Aşk ve Gurur"daki gibi bir Mr. Darcy ve Elizabeth Bennet çekişmesine şahit oluyoruz ama bu çok kısa sürüyor, filmin geriye kalanına parasızlık ve hastalıklar pençesinde imkansız hale gelen bir aşk hakim. Başrolde Abbie Cornish'in başarıyla canlandırdığı Fanny'nin annesi de Austen romanlarındaki iyi evlilik konusunda hırslı annelere hiç benzemiyor. Tom Tykwer'ın bence imkansızı başararak çektiği Patrick Süskind'in "Parfüm"ünde, o çok zor rolü müthiş bir başarıyla canlandıran Ben Wishow'u tekrar izlemekten büyük memnuniyet duydum, keza melankolik şairi aynı derinlikle yansıtabilmiş.
Keats'in filmde okunan şiirlerini ağır dilleri sebebiyle tam olarak anlayamadıysam da tınılarından keyif aldım. Film şiirseverlere tavsiye olunur.

Scott Cooper ve Crazy Heart

Jeff Bridges'in en iyi erkek oyuncu oscar'ını kazanmasını sağlayan film, Scott Cooper'ın ilk filmi. Hollywood'un en sevdiği temalardan olan "bir dönem başarının ardından bir kaybeden haline gelenler" serisine yeni bir film eklenmiş oldu, ama kanaatimce eklenmese de olurdu. Geçen seneki çok çok iyi bir film olan "The Wrestler" bu filme her açıdan büyük fark atıyor;

* Başrol oyuncusu Mickey Rourke, Jeff Bridges'ın fena olmayan performansına büyük fark atıyor, Mickey'in Oscar alamayıp Jeff'in bu ödülü alması ise tam bir kamera şakası.
* Aynı göz ardı edilemeyecek farkı Marisa Tomei de Maggie Gyllanhaal'a atıyor. Maggie'nin bu kadar zayıf bir performansına daha önce hiç şahit olmamıştım, kötü oynadığından değil, sadece diğer filmlerinde çok daha iyi oynadığı için. Bu performansla oscar adayı olması da ayrı bir kamera şakası, tüm sene çekilen yüzlerce filmde daha iyi bir performans bulamamışlar demek ki.
* Yönetmenler arasında bir kıyaslama dahi yapmak favori yönetmenlerimden muhteşem Aronosfky'e hakaret olur.
"Crazy Heart"da ayrıca İrlandalı Colin Farrel'ı kovboya çevirmeye çalışmak büyük hata olmuş, çünkü olmamış.
Sıradanlığına, yeni hiçbir şey söylememesine rağmen kötü bir film değil, sıkılmadan izlenebiliyor, ama önümüzde seyredilecek binlerce film varken ilk tercih olmamalı, hele "The Wrestler" henüz izlenmediyse kesinlikle tercih edilmeli.

Lynn Shelton ve Humpday

Bu sanal güncenin muhtemelen tek takipçisi kardeşimin yazdığı yorumda tavsiye ettiği "Humpday"i izledim ve çok beğendim. Film ve yönetmeni hakkında daha önce bilgi sahibi değildim, çok hoş bir sürpriz oldu.
Çok kaliteli bir bağımsız film örneği ve insanı, evlilikler ve ilişkiler üzerine bir hayli düşündüren bir eser. Uzun süredir görüşmemiş iki arkadaşın hayatları, ayrı kaldıkları zaman zarfında farklı rotalar izlemiş. Bir tanesi bohem ve bağsız bir hayat sürerken, diğeri iş ve eş sahibi yaşıyor. İkisi tekrar bir araya gelip beraber vakit geçirmeye başladıklarında iş ve eş sahibi olan bir zamanlar olduğu gibi tam bağımsız olmadığını (her ne kadar film boyunca bunu kabullenmeye dirense de) fark etmeye başlıyor.
Film o kadar önemli bir konuya o kadar sade, esprili ve yargılamadan yaklaşıyor ki bravo. Bence başarılı evliliğin en önemli sırrı, eşler arasında bu bağımsızlık dengelerinin çok dengeli bir şekilde oturmuş olmasıyla alakalı. Evlilik her iki tarafın da kendi önceki hayatlarını sıfırladıkları bir kurum olmamalı, çünkü bu eninde sonunda ilişkinin bir yerden patlamasına sebep oluyor.
Kaçırılmayacak bir film...

Annemin Cesareti - İstanbul Devlet Tiyatrosu

Oyunun konusuna, hakkındaki yorumlara bakmadan bir kez daha Üsküdar Tekel binasının yolunu tuttuk ama binanın güzelliği bir yana sanırım artık oyunlar hakkında biraz daha seçici olmanın vakti geldi. Hakkında onlarca oyun ve kitap yazılmış, belki yüzlerce filme ve belgesele konu olmuş 2. Dünya Savaşı'ndaki soykırımı bir kez daha sıradan bir oyunda izlemeye gerçekten de gerek yoktu.
Oyun aynen bir hafta önce izlediğimiz "Kuzguncuk Türküsü"ndeki gibi neşe içinde dans eden, şarkılar söyleyen mutlu ve kardeşçe yaşayan insanların görüntüsüyle başlıyor. Genç kadro gerçekten de hem dans hem de müzik konusunda çok başarılı ancak aynı şeyi oyunun başrollerinden büyük oğul karakteri için söylemek maalesef mümkün değil. Aşırı teatral oyunu temiz olmayan diksiyonuyla (ş'ler ç'ler hızlı diyaloglarda bir çorbaya dönüşüyordu) birleşince, oyun da yeni hiçbir şey söylemeyince sıradan bir tiyatro akşamı geçirdik.
Siz siz olun, güzel binaların gazına gelip, önünüze gelen her oyunu izlemeyin.

12 Mart 2010 Cuma

Kuzguncuk Türküsü - İstanbul Devlet Tiyatrosu

Üsküdar Tekel Binasının güzelliği bir siren gibi bizi tekrar sahnesine çekti. Tarihleri şaşırdığımız için yanlış gittiğimiz oyunu, kapalıgişe olmasına rağmen tiyatronun nazik çalışanlarının ayarladığı yerlerden izleyebildik. Oyunun başında Rumların, Ermenilerin, Musevilerin, Türklerin karışık ve barış içinde yaşadıkları Kuzguncuk'taki neşeli idilik hayatlarından bir kesiti izliyoruz. Türküler okunuyor, halaylar çekiliyor. 1955'de patlak veren 6-7 eylül olaylarıyla bir bir aileler göç etmeye başlıyor, gitmemeye direnenler de zamanla arsalarına evlerine göz diken rantçılardan bunalarak İstanbul'u terk ediyorlar. Bu planlı programlı devlet eliyle gerçekleşmiş provokasyon olmasaydı İstanbul'un ne kadar daha renkli ve kozmopolit bir şehir olacağını düşünmemek elde değil. Neyseki son dönemde yakın tarihimizdeki hatalarla yüzleşmeye başlayabildik, dilerim ki genç nesiller bu hatalardan ders çıkarabilmeyi başarabilsin ve her geçen gün ülkemizde insanların birbirlerine olan tahammülsüzlüklerinin artmasına gem vurulabilsin.
Oyun, biraz da hikayesinin doğası gereği yer yer fazla didaktik olabiliyor ama kurgusu ve kadro gayet başarılı, tüm İstabulluların izlemesi ve eski günleri özlemesi dileğiyle... 

Otto Preminger ve Laura

Oscar adaylarıyla geçen 2 haftadan sonra sinefil damarlarımda klasik fılm ihtiyacı vuku buldu. Neyseki krizi kaliteli bir filmle hafif atlattım. Otto Preminger'in çok bilinen filmlerinden daha önce "Anatomy of a Murder"ı izlemiş ama çok sevdiğim James Stewart'ın varlığına rağmen filme pek ısınamamıştım. "Laura" daha sağlam ve hikaye örgüsüyle daha klasik bir polisiye. Her ne kadar filmin başında katili doğru şekilde tahmin ettiysem de, film tekrar tekrar kararımdan şüpheye düşmeme yetecek kadar olaylara gebeydi. Filmin mükemmel bir polisiye olmasına en büyük engel oyunculukların (özellikle de Vincent Price'ınki) yer yer oldukça zayıf olmasıydı. Bu film bir Marlene Dietrich ve Humphrey Bogart'ın elinde müthiş bir film noir'a dönüşebilirdi. (Dietrich ve Bogart acaba hiç bir araya gelmişler midir, ben hiç rastlamadım)
Hikayeyi karmaşıklaştırmak adına, çok rahatsız edici olmasa da, bir takım ufak tefek mantık hatalarına da göz yumulmuş. Bir de filmin sonlarına doğru şekillenen abes ve inandırıcı olmayan aşk hikayesi de çok fuzuli idi ama enteresan bir bağlantı kurmama vesile oldu, Metin Erksan'ın "Sevmek Zamanı"ndaki bir portreye aşık olma fikri bu filmden esinlenilmiş olabilir.
Polisiye filmleri sevenlere tavsiye olunur...

Roger Melis - Chronist und Flaneur

Kısa iki günlük Berlin seyahatinde araya bir fotoğraf sergisi sıkıştırma şansım oldu. Eski ve fonksiyonlarını yitirmiş binaların sanat alanlarına dönüştürülmesi, yeni yapılan binalardan daha çok cezbediyor beni. Santralistanbul, Istanbul Modern ve Üsküdar Tekel Binası örneklerinde olduğu gibi Berlin'in eski ve ihtişamlı postahane binası Postfuhramt da yıkılmak yerine C/O Berlin sanat oluşumuna devredilerek sergilere ev sahipliği yapmaya başlamış.

Binanın içi olduğu gibi korunmuş, hatta boya badana bile yapılmamış, ve bu hafif dökülen hali gezme şansı bulduğum Roger Melis'in retrospektifine steril bir binadan çok daha iyi uyuyor. Çünkü Roger Melis'in ışığı ve netliği makinece hesaplanmamış fotoğrafları da bugünkü gelişmiş fotoğraf tekniklerinin ürettiği steril ve kusursuz fotoğraflara karşı bir duruş sergiliyor. Melis fotoğrafçının nasıl çalıştığıyla değil de ne gördüğüyle ilgilenilmesi gerektiğini hatırlatıyor. İki-üç sene önce Berlin'de büyük reklamı yapılan modern fotoğrafçıların en tanınmışlarından Wolfgang Tillmans'ın sergisi benim açımdan büyük hayal kırıklığıydı. Tekniği iyi midir kötü müdür bir yana Tillmans'ın gördükleri beni hiç mi hiç ilgilendirmemişti.
Roger Melis'e dönersek, tamamı siyah beyaz gerçekçi eserlerinde ağırlıkla Doğu Almanya'da günlük hayattan kesitler görüyoruz. Yalnız ve melankolik insan portreleri yer yer favori ressamım Hopper'ın resimlerini anımsatıyor.Sergide ayrıca Londra, Paris gibi şehir portrelerine yer veriliyor. 2009 yılında hayatını kaybeden Roger Melis'e arkasında bıraktığı eserler için teşekkürler...

6 Mart 2010 Cumartesi

Oscar Ödülleri 2010 - En iyi Oyuncular

En iyi oyuncu ödüllerine adayların filmlerinin hepsini henüz izleyemedim, ama izleyebildiğim kadarıyla bir değerlendirme yapayım.
En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Helen Mirren dışında tüm diğer adayları izleyebildim, ve kesinlikle favorim Meryl Streep. "Julie & Julia"yı izlerken çok abartılı oynuyor gibi gelmişti, ancak internette Julia Child videolarını izleyince ne kadar müthiş bir performans göstermiş olduğunu fark ettim, çünkü anlaşılan Julia Child nev'i şahsına münhasır bir karakter ve kolay kolay taklit edilebilir biri değil. Zaten Meryl Streep'in kötü filmlerine şahit oldum ama hiç kötü oyunculuğuna şahit olmadım. Hazır sözü gelmişken filmi de beğenerek izlediğimi belirteyim. 2 farklı dönemde kendini ararken benzer şekilde boşluğa düşen iki kadının bu boşluktan çıkış yolları çok güzel paraleller çizilerek anlatılıyor. Modern kadının hayatın temposuna sıkışmışlığı ve bunun getirdiği gerginliği, esasında hepimizin öyle veya böyle içinde döndüğümüz çarkın, nasıl her geçen yıl daha da hızlı döndüğünü gösteriyor.
En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: Bu ödül hakkında ahkam kesmek daha zor olacak, çünkü 5 adaydan sadece üçünü izleyebildim, ve favori gösterilen Jeff Bridges ve Colin Firth'ü henüz izleme şansım olmadı, biri Golden Globe'u, diğeri de BAFTA'yı aldı. Diğer adaylar arasından favorim Morgan Freeman. Sanırım gerçek karakterleri başarıyla canlandıran oyuncuları daha çok beğeniyorum, elde sağlam bir kıstas oluyor. Son yıllarda birbirinden güzel filmlere imza atan Clint Eastwood, "Invictus" ile yine başarılı. Mandela'nın Güney Afrika Başkanı seçilmesinden sonra, ülkede beyazların sporu olarak görülen rugby'nin, kutuplaşmış iki toplumu nasıl biraraya getirdiği anlatılıyor. Daha önce Mandela'nın hapishane yıllarını anlatan "Goodbye Bafana"yı çok beğenmiştim, bu filmde de Mandela'nın 30 yıl hapis hayatından sonra ülkesinde bir bütünlük sağlamak için nasıl her kesimi kucaklayıcı bir politika izlediği gösteriliyor. Keşke bizim mecliste de bu filmin gösterimi yapılsa, acilen bizim ülkemizde de kutuplaştıran değil birleştiren bir politika anlayışına ihtiyaç var. Konuyu bağlarsak, Mandela'yı çok başarılı şekilde oynayan Morgan Freeman bu ödülü hak ediyor.
En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü: Maggie Gyllanhaal dışındaki adayları izleyebildim, ve bence bu sene ödülü Precious'deki kabus anne rolüyle Mo'nique hak ediyor.
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Tüm adayları görmeye hiç gerek yok, bugüne kadar gördüğüm tartışmasız en iyi yardımcı erkek performansını sergileyen Christoph Waltz bu ödülü alacak.

4 Mart 2010 Perşembe

Oscar Ödülleri 2010 - En iyi Film

Bu seneki Oscar ödüllerinin sahiplerinin açıklanmasına birkaç gün kala ben de kendi sıralamamı oluşturmak istedim. 2009 yapımı en beğendiğim film kesinlikle Haneke'nin "Das Weisse Band"ı idi, amerikan yapımı olmadığı için en iyi yabancı film dalında aday. Yine çok başarılı olan ve BAFTA'yı alması itibariyle en dişli rakibi olarak da "Un Prophet" gözüküyor ama bu filmi de çok beğenmeme rağmen kalbim Haneke'nin başyapıtından yana.
Son yıllarda en iyi film adaylarının kalitesinde bir yükselme söz konusu, özellikle geçen yılki aday filmlerin hepsini beğenerek izlemiştim. Bu seneki adaylar için, belki aday sayısının da 10'a çıkmasıyla aynı şeyi söylemek maalesef mümkün değil, hele bir de favori gösterilen iki filmden birinin (hatta daha büyük favori olanın) son derece kalitesiz bir film olması klasik Oscar tutarsızlıklarından biri. Filmlere beğeni sırama göre değinirsem;
1) Inglourious Basterds : Aday filmler arasından favorim Tarantino'nun fılmi. Filmin tek falsosu çok kötü bir oyunculuk sergileyen Brad Pitt, neyseki filmin tek karakteri değil, ve en iyi yardımcı ödülünü çok hak ederek alacak olan Christoph Waltz muhteşem oyunuyla bu açığı dengeliyor. Tarantino yine genre'ları çok güzel ve kıvamında karıştırıyor, kesinlikle zorlama değil ve adı konmamış yeni bir tür ortaya çıkarıyor. Film son derece sürükleyici, tempo hiç düşmüyor ve baştan sonra kendini büyük bir ilgiyle izlettiriyor. Tarantino'nun filmin sonunda tarihi tekrar yazmasına da bayıldım, çok basit bir fikir, ama benim izlediğim kadarıyla daha önce kimsenin aklına gelmemiş. Bir de bana hikayesi ile Verhoeven'ın başarılı filmi "Zwartboek"ı hatırlattı. Kısacası dört dörtlük bir film.
2) The Hurt Locker : Daha önce Sam Mendes'le ilgili yazımda bahsettiğim üzere savaş filmlerinden, özellikle de bir mesajı seyircinin gözüne sokmak için çırpınıp duran savaş filmlerinden hiç hazzetmiyorum. Mendes'in "Jarhead"'i bir mesaj vermeye çırpınmamasıyla hoşuma gitmişti, ama hatırımda derin izler bırakmamıştı. "The Hurt Locker" Jarhead'i hatırlatmakla birlikte her açıdan daha da başarılı bir film. İtiraf etmek gerekirse yine önyargılarımla Cameron'la bir dönem evli kalmış birinin çektiği savaş filmi hiç çekilmez diye düşünmüştüm, ama önyargı bir kez daha yanılttı beni. Umarım bu film, bir film müsveddesi olan "Avatar"'a en iyi film ödülünü kaptırmaz.
3) Up in the Air : Bu filmden daha önceki bir yazımda bahsetmiştim.
4) An Education : Dogma Manifestosunun kurallarıyla çekilmiş filmlerin en güzel örneklerinden biri olan "Italian for Beginners"'in Danimarkalı yönetmeni Lone Scherfig'in elinden yine sade ve güzel bir film çıkmış. En iyi kadın oyuncu adaylarından Carey Mulligan'ın gerçekten de başarılı oyunculuğuyla (BAFTA'yı da aldı) baştan sona ilgiyle izlenen hoş seyirlik bir film.
5) Precious: Based on the Novel Push by SapphireHollywood'un elinde tamamen duygu sömürüsü kompostosuna dönüşebilecek içler acısı bir hikaye, gerçekçi ve gösterişe girişmeden başarıyla anlatılıyor. Seyirciyi ağlatmak için çırpınan bir yönetmen ve arka fonda duyguları manipüle etmeye yardım eden yaylılar yok, ortada çarpıcı bir hayattan bir kesit var. Başına gelen her olayı dünyanın en büyük talihsizliği olarak yorumlamayı adet etmiş insanoğlunun izlemesi gereken bir film. Filmin kadınları da hak ederek en iyi & en iyi yardımcı kadın oyuncu adayılar.
6) District 9 : Tamamen belgesel havasında başlayıp uzun süre bu şekilde devam eden film, belgeselle science-fiction'ı çok başarılı bir şekilde birleştiriyor.Ortasından sonra da bir aksiyon filmine dönüşüyor ancak bence özellikle bu ikinci yarıda ritim bozuklukları var. Yine de çok başarılı efektlerin hakkını da verirsek izlenilesi bir film var karşımızda.
7) A Serious Man : Tipik bir Coen kardeşler kara mizah örneği. Yer yer bana "American Beauty"i hatırlattı, ama yer yer de sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Coen kardeşlerin son yıllarda ürettikleri tüm filmler, benim gözümde özellikle eski filmleri "Fargo" ve "Big Lebowski"nin gölgesinde kalıyor.
8) Avatar : Kesinlikle önyargıyla izlememek üzere kendime telkinler yaptım, en ufak bir kıvılcımda filmi sevmeye hazırdım ama yine büyük bir hüsrana uğradım. Evet 3 boyutlu gözlüklerimi taktığımda Navi'lerin dünyasını çok büyüleyici bulduğumu itiraf ediyorum, özellikle baş kahramanların ilk karşılaştıkları gece ormandaki fosforlu renkler başımı döndürdü. Ama bu 3 boyutlu renk cengamesini filmden filtrelersek karşımızda hilkat garibesi klişe bir senaryo ve gerçekten de kötü ötesi oyunculuklar kalıyor. Hele çok saygı duyduğum tüm zamanların en karizmatik oyuncularından Sigourney Weaver'ın da karizmayı bu kadar kötü bir oyunla çizdirmesine çok üzüldüm. Filmde Hollywood'da ne kadar nefret ettiğim malzeme ve klişe varsa sonuna kadar kullanılmış, saymaya kalksak ne sayfalar, ne de benim sinirim yeter. En iyi film ödülünü alması benim gözümde tam bir skandal olur. 
9) Up : Son yıllarda çok güzel animasyonlar izledik, hatırımda en son sevimli Wall-e kalmış. "Up" bence bu güzel animasyon filmlerinden biri değil, hatta bence bir hayli de sıkıcı bir film. Muhteşem Miyazaki'nin "Howl's Moving Castle"'nin kötü bir kopyası.
10) The Blind Side : "The Blind Side" sadece bu listedeki en kötü film değil, son yıllarda izlediğim büyük arayla en kötü film, tam bir klişeler yumağı, Avatar'ı bile mumla aratıyor. Sonuna kadar gerçekten çok zor dayandım, bu listeyi tamamlayabilmek adına sayrediyor olmasaydım, ilk 60 saniyeden sonra bırakırdım. Sandra Bullock bu filmdeki oyunculuğuyla ödül alırsa, "Avatar"ın en iyi film ödülünü alması kadar büyük bir skandala imza atar (gerçi bu yeni bir skandal olmaz çünkü Bullock ocak ayında Golden Globe'u kazandı).

1 Mart 2010 Pazartesi

70'lerden 3 Klasik...

Seyredilecekler listemde uzun süredir bekleyen 75-76 senelerinden klasikleşmiş 3 filmi haftasonunda izleme fırsatı buldum;
Sidney Lumet ve "Network" ve "Dog Day Afternoon"
Sidney Lumet, en beğendiğim filmlerden biri olan "12 Angry Men" ile hafızama kazınmıştı. Daracık bir jüri odasında hiç mekan değişmeden 12 adamın bir cinayeti tartışmaları ancak bu kadar sürükleyici bir dille perdeye yansıtılabilirdi. Buraya hemen bir de parantez açayım, Nikita Mikhalkov 2007'de "12" ismiyle bu filmin mükemmel bir remake'ini yaptı, orijinali kadar başarılı. Lumet'e dönersek 12 kızgın adamı dışında izlediğim filmleri vardı ama vasatın üzerinde olmakla beraber hatırda kalıcı başka bir filmine rastlayamamıştım.
Meğer "Network"ü atlamakla büyük hata etmişim. Film, 70'li yıllarda televizyonda kanalların da sayısının artmasıyla, insanların iyice televizyona bağımlı hale gelmesini ve kızışan rekabette rating uğruna işin iyice çığrından çıkmasını çok başarılı bir şekilde anlatıyor. Tahmin edileceği üzere bugün dahi filmde yapılan sert eleştiriler olduğu gibi geçerli, tüm televizyonculara ders olarak izlettirilmesi gereken bir eser. Özellikle bizim bence birer kabus olan haber programlarını yapanlar izlemeli. Filmin bence en zayıf noktası şaşırtıcı derecede kötü bir performans gösteren Faye Dunaway, rolü kolay değil ve bariz şekilde ona iki numara büyük gelmiş, elini kolunu koyacak yer dahi bulamıyor. Neyseki William Holden'ın karizması ve iyi oyunu bu açığı dengeliyor.
Al Pacino Hollywood'da en sıkı alerjim olan oyunculardan biridir, hemen tüm filmlerinde hep aynı maço karakteri canlandırıyormuş gibi gelir bana, pek çok kişi bayılır kendisine ama ben gerçekten triplerine pek tahammül edemiyorum. Aklımda olumlu kalmış tek filmi (pek sevdiğim Michelle Pfeiffer'in etkisi olsa gerek) "Frankie and Johnie"ye şimdi "Dog Day Afternoon" da eklendi. Film bir şaheser değil ama gerçekten alınma karakteri Al Pacino doğal ve inandırıcı oynamayı başarıyor. Uzun zamandır bu filmi seyretmeye Al Pacino yüzünden direnmem gereksizmiş, bir kez daha gerçek bir sinefil olabilmenin yolunun önyargısız olmaktan geçtiğini kendime hatırlatmış olayım. Filmin konusuna da kısaca değinirsek, bir bankayı soymaya kalkışan iki sakarın işi ellerine yüzlerine bulaştırıp banka çalışanlarını rehin almalarını anlatıyor.
Alan J. Pakula ve "All the President's Men"
70'lerden iki güzel film izleyince elimi hemen veribankama atıp aynı yıllardan izlenmeyi bekleyen bir filmi daha seçeyim dedim, iyiki de öyle yapmışım. Geçen sene "Frost/Nixon"ı izlediğimde Watergate skandalının detaylarını merak etmiş ve Wikipedia sağolsun bir güzel bilgilenmiştim. Keşke Wikipedia'dan okumak yerine "All the President's Men"i izleseymişim, muhtemelen detayları bilmeyeceğim için fılmden daha da büyük bir keyif alırdım. Ama bu şekilde dahi filmi büyük bir ilgiyle izledim. Film iki genç ve idealist gazetecinin, devletin tüm kurumlarıyla örtbas etmeye çalıştığı skandalı nasıl ortaya çıkardıklarını anlatıyor. Keşke bizim ülkemizde de böyle idealist ve kolay kolay ruhunu teslim etmeyen gazetecilerden çok sayıda olsa. Filmin başarısını mükemmel oyun ve uyumlarıyla Dustin Hoffman ve Robert Redford tamamlıyorlar.