31 Temmuz 2011 Pazar

Álex de la Iglesia ve The Oxford Murders

Bir Avrupa yönetmeninin daha ülkesinden çıkıp kendisini uluslararası bir yapımda imha etmesine şahitlik ediyoruz. "La Comunidad" (2000) ve "Crimen ferpecto" (2004) ile İspanya sinemasının çok iyi iki filmine imza atmış olan Iglesia "The Oxford Murders" da her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor. İyi bir oyuncu kadrosu (bkz. John Hurt) ve iyi olabilecek bir seri cinayetler hikayesi var. Ama filmde ne bir heyecan var, ne de inandırıcılık, baştan sona hamuru tutmamış. Kendi dilinin dışına çıkması mı , yapımcıların müdaheleleri mi bilemiyorum, ama ben şahsen bu kadar kötü bir filme üzüldüm. Umarım Iglesia dersini alır ve İspanya'da kendi sinemasına geri döner.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

Marc Evans ve Snow Cake (2006)

İzlediğim filmlerle ilgili tuttuğum veri bankama göre Evans'ın daha önce başrolünde Colin Firth'ün oynadığı "Trauma"'sını izlemişim, ama çok hayal meyal hatırladığımdan, beğenmiş miydim emin olamadım. Kıyaslayamadığımdan "Snow Cake" daha iyi bir film mi bilemiyorum ama daha hatırda kalıcı olacak gibi. Bir önceki yazımda bahsettiğim "The Black Balloon" ile tesadüfen yakın zamanlarda izledim. Tesadüfen diyorum, çünkü her iki filmin de merkezinde otistik karakterler bulunuyor. Bu sefer kızını bir trafik kazasında kaybeden otistik bir anneyi izliyoruz. Başrollerde Sigourney Weaver ve Alan Rickman'ın olması filmin en büyük artıları. Ölen kız karakteri o kadar ilgimi çekmişti ki, bir yol filmi gibi başlayan hikayenin bu şekilde devam etmesini tercih ederdim. Ama trafik kazasının ardından, kazanın aktörlerinden olan Alan Rickman'ın anneyi arayıp bulmasıyla olaylar gelişiyor. Film beni açıkçası "The Black Balloon" kadar etkilemedi, rahatsız edecek kadar suyunu çıkarmasalar da klişe olaylar, ve bir hayli klişe yan karakterler de mevcuttu. Yine de otizm üzerine beni şaşırtan, otizmin farklı yelpazelerine dair bir nevi bilgilendiren vasatın üzerinde seyreden bir film.

29 Temmuz 2011 Cuma

Elissa Down ve The Black Balloon (2008)

Genç Avustralyalı yönetmen Elissa Down'ın ilk uzun metrajlı filmini çok beğendim. Bir ailedeki ergenlik çağındaki iki oğuldan biri otistiktir, ve bunun sevgi dolu ebeveynin ve yetişkinliğe adım atmanın krizlerini yaşayan diğer kardeş üzerindeki etkileri üzerine samimi ve gerçekçi bir film. Klişelerden uzak durması, duygu sömürüsüne hiç prim vermemesi filmin güçlü yanları. Başta Toni Colette ve beni acaba gerçekten de otistik mi diyecek kadar şüpheye düşüren Luke Ford olmak üzere performanslar da çok başarılı. Gönül rahatlığıyla tavsiye edebilirim.

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Agnès Varda ve Sans toit ni loi (1985)

Son yıllarda en beğendiğim filmlerden olan "Nothing Personal"'ın esin kaynağına sanırım Varda'nın bu filmiyle inmiş oldum. İngilizce ismi "Vagabond" (Serseri) olan film çok ham ve gerçek. Tek başına yaşamak, göçebe olmak, toplumun dayattığı her norma karşı çıkmak, insanlara zerre kadar güvenmemek ancak Sandrine Bonnaire'in büyük başarıyla canlandırdığı serserinin bedelini ödeyebileceği bir hayat tarzı. Zincirlerle bir yerlere, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı biz toplum bireylerinin cesareti ve özgürlüğü dolayısıyla saygıyla önünde eğilmek yerine yüzünü buruşturarak acıdığımız bu karakter bir belgesel çiğliği ve gerçekçiliğiyle usta yönetmen Varda tarafından anlatılıyor.
İzlenmesi zor olan bu filmin daha rafine ve daha sinematik versiyonunu ise yukarıda ismi geçen muhteşem "Nothing Personal"'da izleyebilirsiniz.

22 Temmuz 2011 Cuma

François Girard Red Violin (1998)

Akbank Oda Orkestrası'nın geçen sene izlemiş olduğumuz şu konserinde "Kırmızı Keman" filmini çok merak ettiğimden bahsetmiştim, izlemek anca nasip oldu. Konusu bir hayli ilgi çekici;
Günümüzde kırmızı bir kemanın açık arttırmaya çıkmasıyla başlayan hikaye yüzyıllar öncesine dönerek, bizleri kemanın ilk yapılışından bugüne gelirken, kıtalarca dolaştığına, devrimler gördüğüne, fakirlerin ve şımarık dahi sanatçıların elinden geçtiğine tanıklık ettiriyor.
Yüzlerce yıl aynı ailenin elinde kalsa tabii çok çekici bir hikaye ortaya çıkmayabilirdi, ama bu şekliyle baktığımızda da senaryonun yer yer abartılara kaçtığına ve klişelere başvurduğuna da şahit oluyoruz. Yine de başından sonuna ilgiyle izlenebilen bir film, güzel müzikleri de cabası.

21 Temmuz 2011 Perşembe

François Ozon ve Potiche (2010)

François Ozon'un bugüne kadar beğenmediğim filmi olmadı, izlediklerim kronolojik sırayla;

Regarde Le Mer (1997)
Sitcom(1998)
Les Amants Criminels (1999)
Sous Le Sables (2000)
8 Femmes (2002)
Swimming Pool (2003)
5x2 (2004)
Le Temps qui reste (2005)

2005'ten bu yana henüz izleyemediğim "Angel" ve "Ricky" var, kısmet önce 2010 tarihli "Potiche"e imiş.

Başrolünde Truffaut'nun "Le Derniere Métro"(1980)'su ile hafızamda sıkı yer edinmiş bir ikili var; Catherine Deneuve ve Gérard Depardieu. Ozon, yıllar sonra bu ikiliyi tekrar bir araya getiriyor. Film pek çok yönüyle "8 Kadın"'ı hatırlatıyor, aynı atmosfer ve mizah bu filme de hakim. Erkek egemen iş dünyasında, varlıklı ve kocasının sözünden çıkmayan ev kadını, kocası rahatsızlanınca, işçileri isyanda olan fabrikanın başına geçer. Ozon daha önce özellikle "Sitcom"'da gösterdiği katı burjuva eleştirisini burada da tekrar vurguluyor.
Fransa'da 70'li yıllarda kadınların uyanışını ve kabuklarından çıkışlarını komik ve nostaljik bir dille anlatan filmin ülkemizde de, günün birinde nostalji olarak algılanabilmesi dileğiyle...

Wang Kar-Wai ve The Grand Master

Tartışmasız en beğendiğim yönetmen olan Wang Kar-Wai'nin son filminin fragmanı yayınlandı. Büyük heyecanla bekliyorum.

7 Temmuz 2011 Perşembe

Patrick Hughes ve Signs

Zaman zaman çok güzel kısa filmlere denk geliyorum, ama bir yere not etmiyorum, bir süre sonra da unutuyorum. Madem bu günce bir nevi sanal hafızam, o halde beğendiğim kısaları neden buraya bağlamayayım.
Aşk işaretlerle bu kadar mı güzel anlatılır?