31 Ekim 2011 Pazartesi

Hayal ve Hakikat - Türkiye'den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar

Bienal'i gezdikten hemen sonra kapı komşusu İstanbul Modern'deki "Hayal ve Hakikat" sergisine girdik. Son bir yüzyılda hayallerini hakikate çevirmeye başarmış kadın sanatçılarımızın eserlerini çok beğendim. Küratörler sergiye ismini ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye'nin eserinden vermişler.
Beni en etkileyen eser Nur Koçak'ın Cahide Sonku'yu (Öncesi-Sonrası) resmedişiydi.


"Hayal ve Hakikat"'ten sonra aynı mekanda kurgulanmış diğer bir sergiyi de ilgiyle gezdik; Kadın fotoğraf sanatçıların eserlerinden oluşan "Tekinsiz Karşılaşmalar".


30 Ekim 2011 Pazar

Bienal 2011

Bienali ziyaret edeli birkaç hafta geçmiş olmasından dolayı izlenimler hafızamda taze değil. Bu sene "isimsiz" olan 12. Bienal, Küba asıllı sanatçı Felix Gonzales-Torres’in 5 eserini merkezine alarak, bu eserler etrafında farklı sanatçıların yapıtlarını sergiliyor.
Öncelikle Bienali gezdiğimiz art arda iki pazar günü de gençlerin yoğun ilgisi çok sevindiriciydi, uzun kuyruklar oluşmuştu. Antrepo 3'ü gezdiğimizde fazlasıyla yorulmuş olduğumuzdan Antrepo 5'i bir sonraki haftasonu gezmeye gittik. Bienali gezerken mutlaka 5TL'ye satılan kataloğun kullanılmasını tavsiye ederim. İçinde, ağır ve okunması zor yazılar yerine her eserin sahibiyle soru cevap şeklinde yapılmış kısa röportajlar bulunuyor, bu da serginin rahat gezilmesini çok kolaylaştırıyor.
Geçmiş bienaller gibi bu bienal de güncel sorunlar ve siyaset üzerine yoğunlaşmış. Eserlerin büyük kısmı olabildiğince minimalist. Sanırım güncel sanatta ne kadar minimalist o kadar iyi anlayışı hakim, ama nacizane fikrimce işin estetik kısmı bu durumda çok kısa kalıyor. Eserler sadece beyne değil biraz da göze hitap etse kanımca daha da etkileyici olacaklar. Yine de bu seneki bienali geçmiş senelere oranla çok daha fazla beğendiğimi (başarılı kataloğun da katkısıyla) belirtmeliyim. Sanal hafızama özellikle şu iki eseri not düşmek isterim;
* Martha Rosler, Vietnam savaşından görüntüleri, aynı dönemde ABD'de yayınlanan iç mimarı dergilerindeki görsellere yerleştirmiş.
*  Wael Shawky'nin 200 yıllık kuklalar kullanarak Haçlı seferlerini anlattığı 45 dakikalık filmi çok etkileyiciydi.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Jaume Collet-Serra ve Unknown (2011)

"Taken" (2008) 'de kayıp kızını arayan Liam Neeson bu sefer "Unknown"'da kendisini kaybediyor. Bir konferans için gittiği Berlin'de geçirdiği trafik kazasıyla hafızası sarsılan profesörü, karısı dahi tanımamaktadır. Kazaya yol açan taksinin şöförü Diane Kruger'le birlikte gizemi çözmeye uğraşırlar. Yoğun şekilde Polanski'nin "Frantic"'ini de anımsatan, ama onun yanına dahi yaklaşamayan kötü bir yapım.

28 Ekim 2011 Cuma

George Nolfi ve The Adjustment Bureau (2011)

Nolfi'nin ilk filmi Emily Blunt'ın güzelliğini içermesi dışında kayda değer bir yapım değil. Tipik bir Hollywood filmi olarak özgün olduğuna inandığı fikrine sarılıp suyunu çıkaran yapımlardan biri.

27 Ekim 2011 Perşembe

Fingersmith (2005)

Arka arkaya izlediğimiz BBC yapımlarından biri de 180 dakikalık mini dizi "Fingersmith" oldu. Konusu ilginç; 19. yüzyıl Britanya'sında bir çete, evlendiğinde zengin bir miras sahibi olacak bir genç kızı dolandırmayı planlıyor. Onun güvenini kazanmak için hizmetkarını kovdurarak yerine kendilerinden bir kızı geçiriyorlar. Bütün düzeni tehlikeye atan ise hizmetkar ile evin genç kızı arasında gelişen ve arkadaşlığın ötesine geçen duygusal bağ.
"Happy-Go-Lucky"'nın Poppy'si Sally Hawkins, çok zıt bir karakter olan hizmetçi kızı canlandırırken de başarılı. Dizi yer yer sıkıcı bir hal alıyor ama özellikle ortasında şaşırtıcı bir gelişmeyle ters köşeye yatırıyor. Sonuç itibariyle izlenebilir ama bana çok hitap etmemiş bir yapım.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Upstairs Downstairs (2010)

Downton Abbey'in başarısı, sanırım BBC'yi 70'li yıllarda yayınlanan 5 sezonluk bir diziyi tekrardan pişirmeye sevk etti. Konu birebir aynı mı bilemiyorum ama ortaya çıkan 3 bölümlük mini dizinin en büyük sorunu çok sıkıştırılmış olması ve bu yüzden karakter gelişimi ve derinliğiyle ilgili ciddi sıkıntıların bulunması. Pek çok olay fazla hızlı gelişiyor, ve dizi de biraz yüzeysel kalıyor. Taşrada geçen Downton Abbey'in Londra'da geçen şehir versiyonu olarak nitelenebilinecek "Upstairs Downstairs" kalite olarak onun gerisinde kalıyor. Yine de keyifle izlenen bir BBC dizisi.

25 Ekim 2011 Salı

Sherlock

Tüm zamanların en iyi komedi dizilerinden BBC yapımı "Coupling"'in yaratıcısı Steven Moffat bu sefer Sherlock Holmes'e el atmış ve çok da iyi etmiş. Günümüz Londra'sında modern bir Sherlock versiyonu izliyoruz. İlk sezon 90 dakikalık 3 bölümden oluşuyor. Bazı mantık hataları barındırsa da zekice yazılmış senaryoyu, Sherlock rolüne müthiş oturan aktör Benedict Cumberbatch'ın karizması sürüklüyor. Bence çizilen Sherlock karakteri Guy Ritchie'nin versiyonundakinden de daha başarılı olmuş. Pek çok dizi ve filmden göz aşinalığımız olan Martin Freeman da Watson rolünde Sherlock'u çok iyi tamamlıyor.
İkinci sezon için biraz sabretmek gerecek, zira mayıs 2012'de başlayacakmış.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Olivier Assayas ve Carlos (2010)

Assayas'ın daha önce "Les destinées sentimentales" (2000) ve Maggie Cheung'lü "Clean" (2004) filmlerini izlemiştim ama pek kayda değer filmler değildi. "Carlos" ise Assayas ismini artık hafızamda tutmamı sağlayacak bir mini dizi.
Carlos kod adlı uluslararası teröristin 70'li, 80'li yıllarda Avrupa'daki belli başlı terör olaylarına liderlik etmesini anlatan dizi esasında 10 sezon sürecek kadar  malzemeye sahip. Bunu 330 dakikaya indirmenin sıkıntısı 3 bölümlük dizide hissediliyor, konu ve zaman dilimleri çok hızlı ve zıplayarak geçiyor. Dizinin bu zaafı aynı zamanda başarısına da işaret ediyor, çünkü tüm bu sıkışmışlığa rağmen konuyu baştan sona takip edebiliyoruz, ve hatta neden- sonuç ilişkilerini de rahatlıkla anlayabiliyoruz. "Carlos" 20-30 yıla yakın bir dönemle ilgili az bilgi sahibi olanların ciddi bir bilgi açığını kapatırken, uluslararası terörizmin, devletlerin istihbarat teşkilatlarının elinde nasıl bir oyuncak olduğunu, insan hayatının zerre kadar değeri olmadığını, her fırsatta insan hakları hakkında ahkam kesenlerde zerre kadar insani duygu ve ahlak bulunmadığını gözler önüne seriyor.

23 Ekim 2011 Pazar

Diziler

Günceye düzenli yazmanın en sağlam yolu (şu ana kadar ki tecrübeme dayanarak) yazılara ara vermemekten geçiyor. Birkaç gün yazmayınca/yazamayınca geri dönüş her geçen gün zorlaşıyor. Düzenli yazabilmem için de doğal olarak düzenli film izleyebilmem lazım. Buna engel genelde iki temel sebep oluyor; biri akşam yorgunluğu, bu da filmin sonunu nasılsa getiremem argümanıyla ikinci sebebe bağlanıyor; dizi izlemek. Evet son zamanlarda yine ağırlıklı olarak dizi izledik, o halde neler izliyorum bir not düşeyim;
 * Downton Abbey : Yeni sezona en sağlam giren dizimiz oldu. Soylu Crawley ailesinin çevresinde gelişen hikayenin ikinci sezonu birinci dünya savaşına denk geliyor ve savaşın insanlar ve sınıflar üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
* The Big Bang Theory : Dizilerin genelde bir yükselme - duraklama ve gerileme dönemleri oluyor. Son yılların beni en çok güldüren dizisi 5. sezonunda korkarım duraklama devrine girdi. Bir an önce silkelenmesini diliyorum.
 
* How I Met Your Mother : Duraklama devrine önceki sezonlarda çoktan girmiş olan dizimiz 7. sezonda da düşüşe geçmemek adına mücadele veriyor.
* Entourage : Sekizinci ve final sezonuyla bu yazı kurtaran dizi oldu. Sekiz sezon boyunca bizi hiç üzmedi, sonunda tadında bırakmayı da bildi.
 
 * How To Make It In America : Entourage'ın ardından yeni favori dizimiz olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyor. İkinci sezon da çok iyi başladı.
* Skins : Arka arkaya yoğun bir şekilde takip ettiğimiz bir dizi değil, ara ara, birkaç haftada bir bölüm izleyerek 4 sezonu geride bıraktık. İlk iki sezonda gençlerin sorunlarına, bunalımlarına eşlik eden, dizinin sert havasını yumuşatan komik/çılgın ögeler ve mizah, kadronun yerini yeni bir nesile bıraktığı üçüncü ve dördüncü sezonda neredeyse tamamen ortadan kalkınca, dizi iyicene karanlık bir hal aldı. Bakalım beşinci sezondaki yeni nesil nasıl olacak.
Hayal Kırıklıkları;
 
* Damages : Glenn Close'un ilgi çekici karakteriyle ilk sezonunda sürükleyen, ikinci sezonda duraklayan ve üçüncü sezonda kamikaze yaparak dibe çakılan avukatlık dizisinin dördüncü sezonunu, dizisiz kaldığımız bir dönemde izleme hatasına düştük, en az üçüncü sezon kadar kötüydü. 
* The Playboy Club : NBC'nin diziyi, 60'lı yıllarda geçen hikayesiyle "Mad Men"'e rakip olarak çıkaracağını duyunca çok heyecanlanmıştım, ama birinci bölümün sonunu zor getirdik, bu kadar iyi bir malzeme, bu kadar mı kötü işlenir. Zaten sanırım iki bölüm sonra dizinin iptal haberi gelmiş.

Bunların dışında bir de mini diziler var, onları da ayrı yazı konusu edeyim.


21 Ekim 2011 Cuma

Mike Cahill ve Another Earth (2011)

Filmekiminde biletler satışa çıktığında fark ettik ki, izlemek istediğimiz filmlerin, istediğimiz seanslarda biletleri çoktan tükenmiş. Sanırım Lale Kart sahipleri, önce satın alma haklarını yoğun bir şekilde kullanmışlar. Biz üzülsek de mutlaka desteklenmesi gereken İKSV için sevindirici bir haber bu.
Çok sevdiğim bir dostumun, üniversiteden yakın bir arkadaşının çektiği filmin, Sundance'de ödül aldığını biliyorduk, ve filmekiminde gösterileceğini öğrenince mutlaka izlemeliyiz dedik. Mike'ın, editörlüğünü yaptığı, Leonard Cohen üzerine bir belgesel olan "I'm your Man"'i de rahmetli Emek Sinemasında birlikte çok beğenerek izlemiştik.
Yönetmenlik yaptığı bu ilk uzun metrajlı filmine sadece haftaiçi seanslarında yer kalması üzerine, işten kaytarmanın vicdan azabıyla, iş stresinden uzaklaşmanın verdiği rahatlamanın karışımı duygularla, bir işgünü sabahı sinemanın yolunu tuttuk.
Filmin, (neredeyse birinci ağızdan) ne zorluklarla ve ne kadar düşük bir bütçeyle çekildiğini bildiğimden, filmin yazarı, yönetmeni, sinematografı, editörü... Mike'ı çok takdir ettim. Filmi yönetsel ve görsel açıdan çok başarılı buldum. Başrolde yine aynı üniversiteden arkadaşları Brit Marling büyük başarıyla oynuyor. Güzelliğinin yanısıra çok da iyi bir oyuncu, bana duygu yüklü yüz ifadesiyle biraz Juliette Binoche'u anımsattı.
Filmin en önemli zaafı bence senaryoda idi. Mike ve Brit birlikte yazmışlar. Film, trajik bir trafik kazasıyla başlıyor, ve sonrasında bu kazanın iki baş aktöründeki travmaları anlatıyor. İspiyon vermemek adına detaya girmeyeceğim ama sinemada çok sık işlenmiş bir konu olduğunu söyleyebilirim. Farklılaşabilmek adına yeni bir şeyler söyleyebilmek lazım. Film içerdiği bilim-kurgu katmanıyla bunu başarabilirdi, keza kazada rolü bulunan, filme de ismini veren bir "diğer Dünya" söz konusu. Ancak hassas konulu bir filme böyle bir öge ile derinlik verebilmek için, kullanılan metaforun içinin çok iyi doldurulması gerekiyor ki, bence senaryo bu anlamda oldukça yetersiz kalıyor. Bu zaafın yanısıra, bağımsız filmlerde olmamasını ümit ettiğim (esasında sadece benim gibi takıntılı sinemaseverleri üzecek) birkaç ufak klişe de söz konusuydu.
Uzun lafın kısası, kendisinin 100 katı bütçesinde hergün yüzlerce üretilen filmlerden daha iyi bir film ve Mike, bu filmin başarısı ile biraz daha rahat bütçeli filmler yapma fırsatını bulduğunda, eğer bir de iyi senaristlerle çalışma şansını yakalarsa, ismini sık sık duyacağımız bir yönetmen olacaktır.