Tom Dicillo'dan şu ve şu yazılarda bahsederek, az sayıda çektiği filmlerini çok beğendiğimi not etmiştim. Filmografisinde görüp izlediğim The Doors belgeselini de çok başarılı buldum. Hatta bence Oliver Stone'un "The Doors"'undan çok daha etkileyiciydi. Her ne kadar Val Kilmer çok iyi bir Jim Morrison portresi çizdiyse de orijinali kadar kimse iyi olamaz, işte belgeselin gücü de buradan geliyor. Gerçek kişiler, gerçek konser görüntüleri, DiCillo'nun kamerası ve Johny Depp'in anlatımıyla buluşunca ortaya filminden de daha sürükleyici bir eser çıkıyor. Müzikleriyle kısa sürede ortalığı kasıp kavuran, çılgınlığın sınırında dolaşan solistiyle manşetlerden inmeyen bu efsane grubu, olduğu şekline en yakın ve en yalın haliyle tanımak istiyorsanız bu belgeseli kaçırmayın.
Bu arada bu belgeselin 1986'dan beri yayınlanmakta olan, Amerikalı ünlülerin biyografilerinin verildiği "American Masters" dizisi kapsamında yayınlandığını okudum. Bu aralar 25. sezonu yayınlanıyormuş, yani karıştırılması, incelenmesi, izlenmesi gereken 25 sezonluk dev bir belgesel arşivi, belgefiller görev başına.
14 Mart 2012 Çarşamba
13 Mart 2012 Salı
James Marsh ve Project Nim (2011)
James Marsh deyince aklıma hemen muhteşem belgeseli "Man on Wire" (2008) geliyor. 1974 yılında New York'taki Dünya Ticaret Merkezi'nin iki binasının çatıları arasına yasadışı bir şekilde gerdiği ip üzerinde yürüyerek bir binadan diğerine geçen çılgın ip canbazı Philippe Petit'nin hikayesini anlatmıştı.
Marsh yine 70'li yıllara dönerek "Project Nim" ile çok çarpıcı diğer bir hikaye anlatıyor. Nim, bir deney için doğar doğmaz annesinden koparılarak insanların arasında büyütülmeye başlanan bir şempanzenin adı. Amaç yeryüzünde insan dışında bir canlının dil öğrenip öğrenemeyeceğini araştırmak ve Nim'e işaret dili öğretilmeye çalışılıyor. Ancak Nim doğası gereği daha henüz bebeklikten çocukluğa geçerken dahi zaptedilemez, öngörülemez ve kontrol edilemez bir hale gelince bu sevimli şempanze için ciddi bir dram başlıyor, sonra da bir trajediye dönüşüyor. Bu belgeseli izlerken çok sinirlenecek, çok üzülecek, hatta projenin başındaki profesörü gırtlaklamak isteyeceksiniz, ama bu size sakın engel olmasın, bu belgeseli kaçırmayın, nefesinizi tutarak izleyeceksiniz.
Marsh yine 70'li yıllara dönerek "Project Nim" ile çok çarpıcı diğer bir hikaye anlatıyor. Nim, bir deney için doğar doğmaz annesinden koparılarak insanların arasında büyütülmeye başlanan bir şempanzenin adı. Amaç yeryüzünde insan dışında bir canlının dil öğrenip öğrenemeyeceğini araştırmak ve Nim'e işaret dili öğretilmeye çalışılıyor. Ancak Nim doğası gereği daha henüz bebeklikten çocukluğa geçerken dahi zaptedilemez, öngörülemez ve kontrol edilemez bir hale gelince bu sevimli şempanze için ciddi bir dram başlıyor, sonra da bir trajediye dönüşüyor. Bu belgeseli izlerken çok sinirlenecek, çok üzülecek, hatta projenin başındaki profesörü gırtlaklamak isteyeceksiniz, ama bu size sakın engel olmasın, bu belgeseli kaçırmayın, nefesinizi tutarak izleyeceksiniz.
12 Mart 2012 Pazartesi
Asif Kapadia ve Senna (2010)
Formula 1'e kendimi 1997 senesinde kaptırmıştım, 15 yıldır yarış kaçırmamaya özen gösteriyorum. 1997'den 3 sene evvel pistte geçirdiği kazada hayatını kaybeden Ayrton Senna ismini, formula 1 takip etmeyenler dahi duymuştur. Ben de ismini ve başarılarını bilmekle birlikte o dönem hakkında fazla bilgi sahibi değildim. Bir belgesel olduğunu unuttururarak adeta sürükleyici bir aksiyon filmine dönüşen "Senna", bu efsane pilotu ve onu ölüme götüren kariyerini, Alain Prost ile giriştiği ölümcül rekabeti kusursuz bir şekilde gözler önüne seriyor. Bir formulasever olarak konuya tarafsız yaklaşmam mümkün değil, ama öyle sanıyorum ki, hayatlarında tek bir formula yarışı seyretmemişler dahi filme kilitlenecekler.
Eğer bu kalitede belgeseller çoğalırsa, çoğunluğun kafasındaki "belgesel" kavramı yıkılarak, çok farklı bir yere konumlanacak.
Eğer bu kalitede belgeseller çoğalırsa, çoğunluğun kafasındaki "belgesel" kavramı yıkılarak, çok farklı bir yere konumlanacak.
6 Mart 2012 Salı
Simon Curtis ve My Week with Marilyn (2011)
Bugüne kadar TV ve dizi filmleri çekmiş olan yönetmenin ilk sinema filmini beğendim. En iyi kadın oyuncu Oscar ödülünde yarıştığı "The Iron Lady" ile kıyaslayarak eserden bahsetmek isterim. "The Iron Lady"'de Meryl Streep Thatcher'ı sesiyle, görüntüsüyle, mimikleriyle birebir mükemmel bir şekilde canlandırmıştı, ama film biraz yüzeyde kalıyordu, Thatcher'dan çok Thatcher'ın kariyerinden ve başardıklarından bahsediliyordu, bu da normaldi, çünkü Britanya dışında çok da iyi bilinen konular değildi bunlar. Marilyn'in hayatından bir kesit sunan film ise, Monroe tüm Dünya'ya mal olmuş bir karakter olduğundan, sadece Marilyn karakterine konsantre olabiliyor ve imajının arkasındaki gerçek kişinin dramına, korkularına, güven ve mutluluk arayışına odaklanıyor. Bu tabii sinemasal olarak çok daha ilginç ve etkileyici bir malzeme. Michelle Williams bir Streep kadar başarılı bir profil çizemiyor, ara ara Marilyn'i anımsatsa da bu anlar azınlıkta. Kamera arkasındaki Marilyn'ı tasvir ederken ki oldukça melankolik yorumu anlatılanlarla mükkemmel bir şekilde örtüşüyor, ancak kamera önündeki Marilyn de bir o kadar melankolik. Halbuki Marilyn Monroe'nun dehası doğal yeteneğiyle kendini kamera karşısında saf çocuksu ama kadınsı sarışına dönüştürmesiydi, Marilyn'in hiçbir filminde ben onun içinde kopan fırtınalardan, sevgi arayışından, güvensizliğinden eser göremedim. Michelle Williams da bu kontrastı daha iyi verebilseydi, filminin de daha iyi olması dolayısıyla Streep'e ciddi bir rakip olabilirdi. Başta Branagh olmak üzere yan roller de çok başarılıydı, ve film anlatmak istediklerini izleyiciye tuzaklar kurmadan yalın bir şekilde iletti. Marilyn üzerinden anlatılan hikaye esasında özellikle büyük prodüksiyon sinema sektöründeki vahşi kapitalist anlayışa da bir eleştiri getiriyor.
5 Mart 2012 Pazartesi
Martin Scorsese ve Hugo (2011)
Scorsese'nin beğendiğim "Shutter Island"'ından sonra, yönetmen beni bir kez daha büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Biliyorum büyük çoğunluk bu filme bayıldı, ama ben aynen "Avatar" ve "Inception"'da olduğu gibi teknik göz boyamalardan arındırıldığında çok kötü ve dağınık bir film olduğunu düşünüyorum. Oyunculuklar da kötüydü, hele baş kahramanın kız arkadaşı son senelerde gördüğüm en kötü performansı sergiliyordu, ben olsam neye mal olursa olsun, oyuncuyu değiştirir, o sahneleri tekrar çekerdim. Neyseki Oscar ödülleri "Avatar"'da düşmediği tuzağa bu filmde de düşmedi, ve en iyi film ödülünü gerçekten hak eden "The Artist"'e verdi. "Hugo"'nun aldığı teknik ödüller ise anlaşılırdı, çünkü film teknik ve görsel olarak çok iyi kotarılmış. Ama işte beni en çok kızdıran nokta da bu, bu kadar muhteşem teknik imkanlar ve iyi filmler çekebilmiş bir yönetmen varken, bunların gişe için yeterli olacağı inancıyla (ki bu inanç asılsız sayılmaz) sinema adına filme hiçbir şey katmamak. Hikaye özensiz, diyaloglar kötü, görüntüler evet üç boyutlu ama karakterler iki boyutlu. Üç boyuta hiç karşı değilim, ama bir filmin üç boyutlu olması iyi bir film olması için kesinlikle yeter bir kriter değil. Filmde anlatılan bir masal ama masal içinde de (hele buna imkan varsa) birazcık mantık kullanılmalı, kendi içinde biraz tutarlı olmalı, ayaklar yere değilse de duvarlara biraz basabilmeli.
Sonuç itibariyle sinemasal değeri benim gözümde bulunmayan bir büyük prodüksiyon göz kamaştırma girişimi. Gerçi girişimin başarılı olduğunu da belirtmeliyim, Oscar ödülleri öncesi NTV kanalındaki bir programda, diğer TV kanallarının kültür ve sanat programlarını hazırlayanlara en iyi film tahminlerini sorduklarından büyük çoğunluk "Hugo"'ya işaret etti.
Sonuç itibariyle sinemasal değeri benim gözümde bulunmayan bir büyük prodüksiyon göz kamaştırma girişimi. Gerçi girişimin başarılı olduğunu da belirtmeliyim, Oscar ödülleri öncesi NTV kanalındaki bir programda, diğer TV kanallarının kültür ve sanat programlarını hazırlayanlara en iyi film tahminlerini sorduklarından büyük çoğunluk "Hugo"'ya işaret etti.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)