11 Nisan 2010 Pazar

Martin Scorsese ve Shutter Island

Martin Scorsese, her filmini beğendiğim yönetmenlerden değildir. Bu günceye ister istemez sık sık konu olan Hollywood alerjimi yoğunlaştıran klişeler yer yer filmlerine hakimdir. Esasında eski filmlerini daha çok severim. Al Pacino gibi, filmlerinde genelde hep aynı rolü oynadığını düşündüğümden beğenmediğim Robert De Niro'nun farklı yüzlerini göstermeyi başardığı "Taxi Driver (1976)", "Raging Bull (1980)" ve "The King of Comedy (1982)" birer şaheser olmamakla beraber başarılı filmlerdi. Belki de bu başarıların sonucunda yönetmenin üzerinde prodüktörlerin baskısı ve herkes tarafından beğenilen filmler yapma arzusu artmış olabilir ki sonraki yıllarda yaptığı filmler bence çok sıradandır, hatta "Goodfellas (1990)", "Cape Fear (1991)", ve bol para harcandığı belli "Gangs of New York (2002)" beni Scorsese'den iyice soğutan filmler olmuştur.
2004 yılında çekilen "The Aviator" derli toplu bir film olmamakla beraber, Scorsese'nin ilk filmlerinin vazgeçilmezi Robert De Niro'nun yerini son yıllardaki filmlerinde başarılı bir şekilde dolduran Di Caprio'nun canlandırdığı çılgın yönetmen Howard Hughes'un ilginç hayatı, ve sıkıştığı kalıpların dışına çıkmaya başlayan Scorsese'nin yönetmenliğiyle dikkat çekiyordu.
Scorsese'nin 2006'da çektiği "The Departed" çok çok başarılı bir polisiye filmdi. Baştan sona temposunun hiç düşmemesi, iyi oyunculuklar ve sürükleyici hikayesiyle beni ekrana bağlamıştı. Filme gölge düşürebilecek tek şey bir remake oluşuydu, ancak daha sonradan izlediğim orjinali "Mou Gan Dou (2002)" (Infernal Affairs) muhteşem Tony Leung'ün varlığına rağmen (belki de konuyu bilmem sebebiyle) beni Scorsese'nin versiyonu kadar etkilemedi. Dolayısıyla "The Departed" çok iyi bir film olmakla beraber bence Hoollywood'dan bugüne kadar çıkmış en iyi remake'dir.
"The Departed"ın olumlu etkisiyle 2010 yapımı "Shutter Island"ı önyargısız bir şekilde izleyebilecektim. Bu da filmle ilgili beklentilerimin ister istemez yükselmesine sebep oluyordu. Ancak yüksek beklenti tuzağına düşemeyeceğim kadar kaliteli bir filmle karşılaştım. Leonardo Di Caprio muhteşem biroyunculuk sergiliyor, önümüzdeki sene dağıtılacak Oscar'larda aday olursa, bu performansın geçilmesi pek kolay olmayacak. Ama Sandra Bullock parmağını dahi oynatmadan ödül alabildiği için, Oscarları çok da ciddiye almamak gerek.
Filme geri dönersek, oldum olası gerçekle hayalin iç içe geçtiği, neyin yaşanıp, neyin kurgu olduğu belli olmayan filmleri sevmişimdir. Izole bir adada bulunan bir akıl hastanesinde yaşanabilecekler de bu tür bir film için bulunmaz bir hazine. Seyredecekler için filmin detaylarına girmiycem ama filmde gerilim had safhada (hem de ucuz yollara başvurmadan) ve müthiş klostrofobik bir atmosfer yaratılmış. Filmdeki tek sorun, filmin sonunda neyin ne olduğunun, hiç hem de hiç gerek olmadığı halde, en ince ayrıntısına kadar netliğe kavuşturulması, işte bu da canımı en sıkan Hollywood geleneklerinden biri, halbuki ne olurdu, acaba öyle miydi, sence böyle miydi, yoksa şöylemiydi diye filmden sonra da günlerce kafa patlatabilseydik. Neyse buna da şükür diyelim, film hararetlen tavsiye edilir.

Hiç yorum yok: