24 Ocak 2023 Salı

La Bayadère - L. Minkus

Bu günceye eski yazılarımda denk gelenler bilir, yıllardır AKM kapandığından beri hakkıyla klasik bale izleyebileceğimiz bir sahnemiz kalmayışından dert yanıyordum. AKM opera salonu açılır açılmaz ilk izlemeye koştuğum eser de çok sevdiğim Don Kişot balesi oldu. Opera Salonu'ndan önce açılan AKM Tiyatro salonunda ise "Yunus Mana / Alaz ile Cemre"'yi ve son yıllarda izlediğim en etkileyici modern bale eseri "Bir Bedenden İçeri"'yi seyretmiştik. AKM'nin müthiş kompleksinde bir de çok amaçlı salonu bulunuyor, orada da "4x8 Dar Alanda Retrospektif"'i izlemiştik.

Sanal hafızama düştüğüm bu notlardan sonra gelelim La Bayadère balesine. Daha önce izleyip izlemediğimi hatırlayamadım, en azından bu güncede notu yok. Çocuklarla yıllar içerisinde pek çok bale eseri izledik, genelde Dalya beğenir ama Cem çok etkilenmezdi. Ben de ona büyük bir sahnede bale izleyene kadar, baleden zevk alıp almadığına karar veremezsin derdim. Bu sefer de Dalya gitmeye istekli ama Cem biraz isteksizdi. Önyargısız yaklaşmasını, en azından Minkus'un güzel müziklerine odaklanmasını rica ettim. Sahnenin büyüklüğünün, hem koreografilerin tüm güzelliğini ortaya çıkaracağını, hem de solistlerin insan vücudunun sınırlarını zorlayacak estetik dolu atletik hünerlerini göz önüne serebilecekleri bir platform sağlayabileceğini anlattım.

Çok güzel bir de bale seyircisi vardı, dansçıların sergiledikleri yetenekleri, aralarda alkış ve bravolarla yüreklendiriliyordu. İlk perdenin sonunda Cem bunun normal olup olmadığını sordu, klasik müzikte bölüm aralarında dahi alkış yapılmaması gerekiyordu. Gerçi AKM 'nin kapalı kaldığı yıllarda bu kültürü maalesef yitirmiş olan daha yeni kuşak izleyicilerimiz henüz bunu idrak edemediler. Broşürlerde dahi alkış simgeleriyle belirtilmiş olan alkış yerleri, coşkulu seyircimiz tarafından ısrarla göz ardı ediliyor. Bir de parçanın bitmesini, hele o son notanın tınlamasını, tamamen kaybolmasını beklemeden marifetmiş gibi (hatta çoğu zaman bitmeden) alkışı basan işgüzarlar hiç azımsanacak sayıda değiller. Bu konudaki tutucu tavrımı çocuklara da geçirmiş durumdayım, alkış için ısrarla tüm bölümlerin tamamlanmasını bekliyoruz.

Baleye dönersek, operada da olduğu üzere seyircinin bu konuda daha özgür olduğunu belirttim. Hele balerinlerden biri 32 fouettes dönüşünü (tek ayak üzerinde yapılan 32 dönüş) yaparsa, seyirci bunu hisseder hissetmez, alkışlamaya başlar, bir crescendo şekilde alkış şiddeti yükselir diye anlattım. 2. perdede bir Petipa koreografisinden beklediğim üzere bu dönüş geldi, kaç kere döndüğünü sayamadım, ama Ami Naito çok güzel bir şekilde icra etti ve seyirci de hakkını verdi.

3. perdedeki rüya sekansında 24 dansçıdan oluşan corps de ballet'nin teker teker eklenerek sahneye çıktıkları bölüm ve onların önüne katılan solistlerin sundukları etkileyici pas de deux'ler klasik bir bale eserinin tüm güzelliklerini gözlerimiz önüne serdi. Cem en çok Solor'un akrobatik danslarından etkilendiğini ve baleyi beğendiğini söyledi. Eserin Hindistan'da geçiyor olmasının etkisiyle oryantalist ve gösterişli kostüm ve dekorlar da renklendirici bir unsur oldu. Benim için klasik baleden daha çok zevk alabilmem için tek bir eksik unsur kaldı, o da şu anda sahnede olan dansçıları farklı eserlerde izleyebilmek, onları tanıyabilmek ve zaman içinde yıldızlaşmalarını gözlemleyebilmek.

Gençliğimin sahne sanatlarıyla ilgili en güzel anıları, adeta bir futbol fanatiğinin takım tutması şeklinde takip ettiğim yıldızlar idi. Gösteri akşamına kadar kimin sahneye çıkacağını bilemez, elime broşürü aldığımda Hülya Aksular, Ayfer Zeren, Oktay Keresteci veya Deniz Berge gibi yıldızların (opera özelinde tabii ki Zehra Yıldız) isimlerini gördüğümde daha yerime oturmadan kalp atışlarım hızlanırdı. Şu anda sahnedeki gençlerimizin tecrübe kazanmaya, takdir edilmeye, kendilerine güvenlerini insan üstü bir noktaya çekmeye ihtiyaçları bulunuyor ki, yukarıda saydığım (ve niceleri) isimlerin sahip oldukları sahne ışığına sahip olabilsinler.

La Bayadere'in konusuna hiç girmedim, ama zaten çok kritik de değil. Çok klasik bir imkansız aşk hikayesi "Romeo & Juliet" tarzında anlatılıyor. Müzikleri de gerçekten çok güzel, özellikle Nikiya'nın ölüm dansındaki çello parçasından çok etkilendim.

Nikiya: Berrin Kocabaşoğlu

Solor: Yılmaz Berkay Günay

Gamzatti: Ami Naito

Altın İdol: Can Bezirganoğlu

Koreograf: M. Petipa
Sahneye Koyan ve Düzenleyen: Ayşem Sunal Savaşkurt
Orkestra Şefi: Zdravko Lazarov
Dekor Tasarımı: Efter Tunç
Kostüm Tasarımı: Gülden Sayıl
Işık Tasarımı: Önder Arık
    

19 Ocak 2023 Perşembe

Cannes 2019

Cannes Festivali yazılarımda en son 2018 ana yarışma filmlerini listelemişim. Hatta o yazıyı yazdığım tarihte de aşağıdaki 2019 listesini oluşturmuşum, ancak (hep yazageldiğim üzere) filmlere kısa yorumlar eklemeyi planladığım için yayınlamamışım. Bazılarına eski yazılarda değindiğimi hatırlıyorum. Neredeyse iki senedir taslaklarda beklemekten sıkılmış olabileceğini düşünerek, kendisini şimdi o haliyle dokunmadan özgür bırakmaya karar verdim :)

Parasite - Bong Joon-ho   9/10


A Hidden Life - Terrence Malick 9/10

Les Misérables - Ladj Ly 8/10

Il traditore - Marco Bellocchio 8/10

Once Upon a Time in Hollywood - Quentin Tarantino 7/10

Dolor y gloria - Pedro Almodóvar 7/10 

Sorry We Missed You - Ken Loach 7/10

Portrait de la jeune fille en feu - Céline Sciamma 7/10

Little Joe - Jessica Hausner 7/10

It Must Be Heaven - Elia Suleiman 7/10

Le Jeune Ahmed - Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne 7/10

Sibyl - Justine Triet 7/10

Roubaix, une lumière - Arnaud Desplechin 6/10

Matthias et Maxime - Xavier Dolan 6/10

Atlantique - Mati Diop 6/10

La Gomera - Corneliu Porumboiu 6/10

Frankie - Ira Sachs 6/10

The Wild Goose Lake - Diao Yinan 5/10

The Dead Don't Die - Jim Jarmusch 5/10

Bacurau - Kleber Mendonça Filho, Juliano Dornelles 4/10

Henüz İzleyemediğim;

Mektoub, My Love: Intermezzo - Abdellatif Kechiche

18 Ocak 2023 Çarşamba

Klara and the Sun - Kazuo Ishiguro 8/10

2023'te ilk okuduğum kitap Nobel ödüllü yazar Ishiguro'nun "Klara and the Sun"'ı oldu. Ishiguro'nun daha önce "Buried Giant"'ını bayılarak okumuş, "Never Let Me Go" ve "Remains of the Day"'in de film versiyonlarını izlemiştim.   

Distopik bir Dünya'da geçen romanda yapay zeka sahibi "çocuk" robotlar, evlere birer hizmetli olarak satın alınabiliyorlar. Yeni versiyonları çıktıkça, daha geniş yeteneklere sahip olan bu robotlar, geliştikçe insanlar arasında giderek daha bir kuşkuyla bakılır hale geliyorlar, evlere kadar sızmış olmaları bir nevi korkuyla karışık (yapay zekalara karşı) ırkçılığa yol açıyor. Bu yapay zekalı robotlar tek kalıptan çıkmış fabrikasyon birer ürün değiller, karakter olarak birbirlerinden (rastlantısal) farklılaşan bir mizaca sahipler. Hikayenin baş kahramanı Klara meraklı, naif ve iyimser bir karaktere sahip bir yapay zeka. Satış mağazasında adeta öksüz bir çocuk gibi kendisini sahiplenecek bir ailenin gelişini beklemekte ve biz okuyucular da onun iç sesini dinlemekteyizdir. Bir gün kronik ve ölümcül olabilecek bir rahatsızlığı olan ergen kız Josie ve annesi tarafından, Josie'ye arkadaşlık etmesi ve ona göz kulak olması için satın alınıyor.

Kitabın devamına girmek sürpriz bozanlar içerecektir, o sebeple detaya girmeyeceğim. Bana çok yoğun şekilde çocukluğumuzun meşhur çizgi filmi, İsviçre Alpler'indeki Heidi'nin, şehirdeki hasta Klara'nın yanına gitmesi ve o ailenin bir parçası olmasını anımsattı. Kızların ilişkileri ve bir araya geliş sebepleri arasında büyük paralellikler bulunuyor. Hatta Heidi'nin arkadaşı çoban Peter da, Josie'nin çocukluk aşkı, doğa dostu Rick olarak çıkıyor karşımıza. "Anne" karakterleri arasında da büyük benzerlikler var. , her iki anne de eve gelen "bakıcı" arkadaşa karşı çok temkinli ve yer yer okuyucuyu tedirgin edici bir tavırla yaklaşıyorlar. Böyle bir esinlenme var mı diye araştırmadım, ama böyle bir benzerliği yoğun şekilde kitap boyunca hissettim.

Chatgpt'nin hayatımıza girdiği (Cem'in okulunda aktif şekilde kullanılmaya başladı bile.) şu günlerde, yapay zekanın gelişimi ve hayatlarımıza sızıyor olması, sayısız felsefi sorunun daha net bir şekilde zihinlerimize düşmemizi sağlıyor. İnsanı insan yapan nedir? Çok gelişmiş bir yapay zeka bir gün insanın yerini alabilir mi? İnsan gibi sevebilir mi, insan gibi sevilebilir mi? Zamanla insanlar onlara karşı nasıl bir tavır alacaklar, onlar insanlara karşı nasıl refleksler, kompleksler geliştirecekler?

Yapay zeka sorunsalının yanı sıra, kitabın işlediği diğer bir tema da beni çok değişik yönlere düşünmeye sevk etti. Anlatılan distopik Dünya'da varlıklı ailelerin çocukları okul çağına geldiklerinde genlerine yapılan tıbbi bir müdahale ile "yükseltiliyorlar". Bu yükseliş, yüksek eğitim görmek için ve toplumda ayrıcalıklı bir yer edinebilmek adına adeta bir norm haline gelmiş. "Yükseltilmiş" Josie ile maddi imkanları buna elvermemiş (annesi de tercih etmemiş) olan "yükseltilmemiş" Rick arasında da bir uçurum yaratıyor bu durum, ilişkilerine ve küçüklüklerinden itibaren birlikte kurmakta oldukları gelecek hayallerine de yansıyor.

Bizim ülkemizde, özel okula (hatta imkan var ise iyi bir (veya çok iyi bir)) özel okula gönderilmiş çocukla, bu imkana sahip olmayan çocuk arasında oluşan imkan uçurumuna benzer olan bu durum, distopik bir ülkede yaşıyor olduğumuza da bir nevi işaret ediyor. Velilerde sıklıkla gözlemleyebildiğim akıl almaz ve aç gözlü hırs, bana velilerin "yükseltme" teknolojisi ülkemize gelir gelmez (hatta imkanı olan ABD'ye, muhtemelen gelecekte Çin'e koşturarak), ilgili operasyon merkezleri önünde uzuuuun kuyruklar oluşturacaklarını, araya tanıdık, fors ne varsa sokmaya çalışacaklarını düşündürüyor.

Kitapta net bir şekilde ortaya konmuş olmasa da, bu "yükseltme" işlemi ile Josie'nin rahatsızlığı arasında bir bağ bulunduğunu hissediyoruz. Günümüz biliminin de ortaya koyduğu üzere, belli fonksiyonlara sahip olduğunu bildiğimiz genlere yapılabilen müdahaleler, başka noktalarda öngörülemeyen çok farklı sonuçlara yol açabiliyor. DNA örgülerimiz arasında, gizemini çözemediğimiz çok karmaşık bağlar bulunuyor. Çocuklarımızın gelecekleri için onları soktuğumuz bu ucube eğitim sistemi de, onlarda hiç öngöremediğimiz bambaşka hasarlara yol açıyor. Ben keza sadece gözlemleyebildiğim kadarıyla, kendi çocuklarımda yaratıcılıklarının ve meraklarının nasıl yok edilmeye çalışıldığına ve kısmen bunda başarılı olunduğuna bizzat şahit olabildim.

Rick, mühendislik konusunda çok doğal yeteneklere sahip ve kendi çabalarıyla kendini eğitmiş ve kuş şeklinde drone'lar (uçan robotlar) üretmekte olan bir delikanlı. Onun "yükseltilmemiş" olmasına rağmen, yüksek öğrenim görebilmesi için hasta annesinin vermekte olduğu mücadele, günümüz Dünya'sına çok vurucu bir ışık tutuyor. Zenginlerle fakirler arasında her anlamda giderek açılmakta olan makasın, artık eğitimde fırsat eşitliğinin de neredeyse imkansız hale gelmesi sebebiyle, kolay kolay kapanmayacağının altı çiziliyor.

Kitaba ismini veren Klara ile Güneş arasındaki bağ ise, yapay bir zekanın bir kere var olduktan sonra düşünce, kabulleniş ve inanışlarında nereye evrilebileceğinin öngörülemezliği hakkında düşündürdü beni. İnsan olarak bizim zihnimizde topladığımız bilgilerden kaynaklı verilerin yanı sıra, matematiksel olarak (belki de sadece henüz) ortaya konulamayan bir bilincimiz, bir vicdanımız bulunuyor. Yeterince gelişmiş bir yapay zeka, belki de otonom şekilde bir bilinç/vicdan geliştirebilecek noktaya geldiğinde, bu durum tamamen insanın kontrolünün dışına çıkacak. Günümüz bilim kurgu külliyatı büyük oranda bu konuya yönlenmiş durumda. "Klara and the Sun" sonrası başladığım ve şu aralar okumakta olduğum, Martha Wells'in "Murderbot" kitap serisi de bu konuyu işliyor. Seriyi bitirince günceye not düşebilmeyi umuyorum.

Ishiguro'nun bu son romanı, tüm bu konuları ve nicesini çok güzel bağlar örerek, farklı analojilerle irdeliyor. Kitabın ortalarına kadar da kanımca hikaye çok sürükleyici bir şekilde ilerliyor, ama kitabın ortasından itibaren, biraz da (o tedirgin edici) gizemini ortadan kaldırdıktan sonra, ritminde hafif aksamaya başlıyor. Sonuna kadar çok keyifle okumakla birlikte, ikinci yarısı itibariyle dimağımda birazcık ham bir tat bıraktığını not düşmeliyim.


17 Ocak 2023 Salı

Flüt Dünyası - Bülent Evcil & Rüstam Rahmedov

AKM'nin kapalı olduğu yıllarda ikinci evimiz haline gelen Kadıköy Süreyya'da nedense artık hiç opera sahnelenmiyor, işin garibi AKM'de de opera sahnelenmiyor. İnternetten de biraz araştırdım, ama neden hiç opera sahnelenmediğine dair hiç bir bilgi bulamadım. İstanbul Devlet Opera Balesi'nin programı boş, bulabildiğim tek etkinlik heyecanla beklediğimiz bale eseri La Bayadere. Idobale'nin çok uzun yıllardır müdürlüğünü sürdüren Suat Arıkan geçen sezon sonunda emekli olmuş, bununla bir ilgisi var mıdır bilemiyorum, ama kimsenin bu konuyu merak etmemesi de çok garibime gidiyor.

Kadıköy Süreyya Operası'na gitmek, ailecek en keyifli rutinlerimizden biri haline gelmiş olduğundan, opera yokluğunda biz de hafta içi konserlerine ve tiyatro oyunlarına gitmeye başladık. Programda beni en çok heyecanlandıran Bülent Evcil'in bulunduğu konser idi. İsmini çok uzun yıllardır duyuyordum, ancak kendisini hiç canlı dinleme fırsatım olmamıştı. Dün akşam da İnci Pastanesi'ne uğrayıp marmelatlı kurabiyelerimizin tadına vardıktan sonra salona geçerek yerlerimize oturduk. Biletleri çok erken aldığımdan ilk sıradan yer bulabilmiştim. Programın tamamı Fazıl Say'ın flüt için yaptığı eserlerden oluşuyordu. Say ile Evcil'in uzun yıllara dayanan bir dostluğu bulunuyormuş, ve Evcil Say'dan, çok kısıtlı olan yerli flüt repertuarımız için eser üretmesini rica ettiğinde, Say onu kırmamış ve "Flüt Dünyası" bestesini de ona adamış.

Fazıl Say'ı sahnede canlı izleme imkanım olmadı, ama bestelerini çok beğenerek dijital platformlardan dinliyorum. Seslendirilen ilk eser Flüt Dünyası bana biraz fazla sade geldi, kulaklarımın bir eşlik aradığını itiraf etmeliyim. Yine solo olan Flüt Sonatı'nı ise çok beğendim. Evcil, bu eseri Salzburg Orkestrası ile canlı kaydettiğini ve şubat ayında dijital platformlarda dinleyebileceğimizi iletti.

Aradan sonraki ikinci bölümde, Bülent Evcil'e piyanoda Rüstem Rahmedov eşlik etti. Fazıl Say, Portreler'de çok değer verdiği 8 kişiye ithaf ettiği parçalar yazmış. Bu parçaların hikayelerine dair bilgileri ise müzikolog Ersin Antep sahneye gelerek anlattı. Bu kısmı da ailecek çok beğendik. Bülent Evcil, Yaşar Kemal ve Türkan Saylan için yazılmış olan parçaları bas flüt ile seslendirdi. İlk yarıda Flüt Dünyası'nın bir bölümünü de alto flüt ile seslendirmişti. Verilen arada Cem'e bu enstrümandan haberdar olmadığımı söylediğimde, bana bas flütün de olduğunu, hatta kontrbas flütün de olduğunu söyleyip şekillerini tasvir etmeye çalıştı, sonunda telefondan bana Florida Flüt Orkestra'sının bir videosunu açarak teker teker enstrümanları tanıttı. Sonra söylevine caz için farklı malzemelerden üretilebilen flütlerden bahsederek devam etti. Yani boynuz kulağı çoktan geçti.

Konserin sonunda şunu düşündüm, keşke tüm klasik müzik konserlerinde sanatçılar, orkestra şefleri, hep seyirciler ile iletişim içinde olsalar ve/veya işin uzmanları gelip eserler hakkında bilgi verseler. Dinleme keyfini o kadar arttıran bir unsur ki. Maalesef neredeyse tüm klasik konserler seyirciyle (duyguların ötesinde) tek kelime iletişim kurulmadan sonlanıyor. Bunun en güzel istisnası bu güncede sık sık bahsetmiş olduğum Akbank Oda Orkestrası ve Cem Mansur idi. Mansur her eserden önce mutlaka besteciyle ve parçayla ilgili çok güzel bilgiler paylaşırdı.

Fazıl Say - “Flüt Dünyası” Op. 84 Bülent Evcil’e

    1-Dignified Loneliness (Onurlu Yanlızlık)

    2-November Tunes (Kasım Ezgileri)

    3-Rainy Morning (Yağmurlu Sabah)

    4-Garden of Thoughts (Düşünceler Bahçesi)

    5-Childhood Memories (Çocukluk Anıları)

Flute Sonata op.91b (solo flüt sonatı)

”Portreler” flüt ve piyano için Op.101

    1-Fikret Otyam

    2-Babam Ahmet Say

    3-Nejat Eczacıbaşı

    4-Yıldız Kenter

    5-Yaşar Kemal

    6-Şarık Tara

    7-Türkan Saylan

    8-Tarık Akan

Bu sezon diğer dinlediğimiz diğer konserler;

9 Ocak - Brezilya'dan Ruısya'ya


    H. Villa-Lobos - Fantasia Concertante Piyano, klarnet ve fagot için Trio

    S. Acim - Anılar

    W. Hurlstone - Klarnet, fagot ve piyano için Trio, Sol minör

    F. Mendelssohn - Konzertstück No.1, Fa minör, Op. 113

    F. Mendelssohn - Konzertstück No.2, Re minör, Op. 114

    M. Glinka - Trio Pathétique, Klarnet, fagot ve piyano için, Re minör

19 Aralık - Borusan Quartet & Camille Thomas



    1. Keman: Esen Kıvrak

    2. Keman: Nilay Sancar

    Viyola: Efdal Altun

    Viyolonsel: Çağ Erçağ

    D. Şostakoviç - Yaylı Çalgılar Dörtlüsü No.3, Fa Majör, Op.73

    F. Schubert - Yaylı Çalgılar Beşlisi, Do Majör, D 956

23 Eylül - Sirba Quartet

    Hora de Bessarabie
    Hora de Mana Pe Batai / Di Mashke
    Fantaisie Roumaine
    Les Deux Guitares
    Doina Ciobanului / Sirba
    Vu Bistu geven / Der yid in Yerushalaim / Baruta de la Sarata
    Oyfn Veg Shteyt A Boym / Avreml der Marvikher
    Fantaisie Hongroise
    Jalea Tiganilor / Opa Tsupa / Yom Shabes yom
    A Gute Vokh
    Hora Dance / Hora Flacailor
    Doina clarinette / Ciganski Stakato
    Ikh Shtey Unter a Boskerboym
    Geamparale de la Babadag
    Coragheasca / L'Alouette

16 Ocak 2023 Pazartesi

Ölesiye - Ankara Devlet Tiyatrosu

Berlin'de öğrenciyken Berlin Tiyatro Festivali'ne Ankara Devlet Tiyatrosu gelmiş ve Murathan Mungan'ın "Geyikler ve Lanetler" oyununu muazzam bir şekilde sahnelemişti, kendimden geçtiğimi hatırlıyorum. İstanbul Devlet Tiyatroları'nın bu sezonki programında Ankara Devlet Tiyatrosu'nun misafir oyununu görünce hemen üstüne atladım.

İnternette oyuna yapılmış olan iyi yorumlar da beklentimi yükseltmedi değil. Yazarı Nikolai Erdman, bu eseri 100 yıl önce kaleme almış, ve o dönem Sovyetler Rusya'sına, komünizmin uygulanış şekline, kiliseye, siyasete, hükümete, toplumdaki gözü dönmüş fırsatçılığa çok sıkı bir eleştiri getiriyor. Eğer zamanında kaçmayı başaramadıysa veya zaten önden başka bir ülkeye göç ederek yazmadıysa başına neler gelmiştir tahmin dahi edemiyorum. 

Konusu çok kısaca; yoksulluktan ve işsizlikten bunalan baş karakter hayatına son vermeye karar verdiğinde, onun ölümünden kendilerine bir paye çıkarmak isteyen akbabalar başına üşüşüyor. Oyun, uzun süresine rağmen sahip olduğu kara mizahın da sayesinde sıkılmadan izlenebiliyor ama sanırım artık bu klasik oyunların dokunulmadan sahnelenmelerinden biraz sıkılmaya başladım. 

Daha yenilikçi ve aynı şeyleri de söylese, biraz daha farklı söyleyen oyunlar hoşuma daha çok gidiyor. Biliyorum, eski Yunan tragedyalarından ve tabii koca bir Shakespeare ekolünden sonra tiyatroyu belli bir zümrenin elinden alarak son derece gerçekçi ve yalın bir dil ile halka indirmek, onların sorunlarından, yoksulluktan, sefaletten bahsetmek zamanında çok değerli idi, ama günümüze gelirken bir şeyler de katarak uyarlamak gerekiyor sanki. Hakkını da vermek lazım, Erdman gerçekçi bir tiyatro eseri ile sadece döneminin geniş kitlelerinin dertlerine tercüman olmamış, günümüzde de aynı temalar güncelliğini neredeyse birebir koruyor. 

Bu sebeple eserin ülkemizde bu kadar beğenilmesine şaşırmamak gerekir, keza oyun arasında ve çıkışta da herkes ne kadar güzel bir oyun olduğundan bahsediyordu. Ankara Devlet Tiyatro'sunun başının henüz yanmamış olmasını, tiyatroyu sadece çok dar bir kesimin izliyor olmasına bağlıyorum :) Tabii metne sadık da kalınmış, eğer bundan 25 sene önce sahneleniyor olsaydı, ufak tefek dokunuşlarla bir nevi Devekuşu Kabare'ye rahatlıkla çevrilebilirdi, ve salon da oyunu muhtemelen kendinden geçerek ayakta alkışlardı.

Cem, okulunun hiking kulübüyle Kartepe'ye yürüyüşe gittiği için bize katılamadı, ama Dalya oyunu beğendi. Sırf onun için dahi gitmiş olmaya değerdi. Bu sezon çocuklarla birlikte izlediğimiz devlet ve şehir tiyatroları oyunlarını da IDSO yazımda olduğu şekilde aşağıya arşivlemeye karar verdim;

İstanbul Devlet Tiyatroları;

Sahnelenmeleri hala devam eden "Radyum Kızları" ve "Bir Nefes Dede Korkut" yazılarımı da buraya tekrar bırakıyorum.






İstanbul Şehir Tiyatroları:

Sahnelenmeleri devam eden daha önce izlediklerimiz; "12. Gece" ve "Ay, Carmela!"





Nilüfer Belediyesi Kent Tiyatrosu


15 Ocak 2023 Pazar

Project Hail Mary - Andy Weir 10/10

 

2022'de en büyük keyifle okuduğum kitap Andy Weir'in "Project Hail Mary"'si oldu. En iyi satan bir diğer kitabı The Martian'ı okumamıştım, ama filmini çok beğenerek izlemiştim. O kitabını ve Artemis'i de 2023'te mutlaka okumak istiyorum.

Baş karakterimiz Ryland Grace uyandığında hiç bir şey hatırlamıyor ve kendini güneş sisteminden faklı bir yıldız sistemine yolculuk eder halde buluyor. Hikayede geriye dönüşlerle yavaş yavaş, Dünya'yı kurtarmak üzere bir misyonda bulunduğunu anlamaya başlıyor. Kitabın yoğun olarak bilimi işlediği kısımlar o kadar rahat okunur ve anlaşılır bir şekilde verilmiş ki, o kadar da tatlı bir mizahla işlenmiş ki, müthiş bir keyifle bir çırpıda çekiverdim tüm sayfaları gözlerime.

Güneş'in gücünü yitiriyor olması üzerindeki gizemi çözmek için çıktığı yolculukta, muhtemel çözümün bulunduğunun düşünüldüğü Alfa Centauri'de, aynı çözüm için oraya gelmiş olan (yine farklı bir yıldız sisteminden) bir canlı türüyle karşılaşıyor. Bir şekilde iletişim kurmayı başardıklarında aralarında derin bir dostluk kuruluyor, ve birlikte gezegenlerini kurtarabilmek için çalışıyorlar. Bu arkadaşlık o kadar güzel işlenmiş ki, yer yer göz yaşlarıma hakim olamadım, bolca da güldüm.

Dünya gerçekten de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalsa, kitapta anlatıldığı üzere tüm devletler kendi çıkarlarını ve aralarındaki sorunları bir kenara bırakır ve insanlığı kurtarmak için birlikte çalışırlar mı hiç emin olamıyorum ama kitabın bu konudaki iyimser bakış açısı da ruhuma iyi geldi.

Evrende bizden farklı yaşam türlerinin olması ihtimali üzerine ufkumu genişleten harika bir okuma oldu.

Tek kelimeyle bayıldım, bayıldım, bayıldım...


14 Ocak 2023 Cumartesi

Soyoung Yoon - İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası


Dün akşam öylesine muazzam bir konser dinledik ki, hemen buraya not düşmek istiyorum. İDSO'nun dün akşam AKM Opera salonunda verdiği konserde solist Güney Koreli Soyoung Yoon idi. IDSO programında Sibelius'un keman konçertosunu gördüğümüzde ailecek çok heyecanlanmıştık. Cem'le evde beraber ara ara klasik müzik dinliyoruz. Konserden önce Sibelius'un keman konçertosunu da bir kez daha dinleyelim dediğinde aman dedim, iyi bir kayıt dinleyerek beklentilerimizi yükseltmeyelim, soliste haksızlık olmasın. Meğer esas haksızlığı ben yapmışım. Dinlemiş olabileceğimiz hiç bir kayıt beklentilerimizi yeterince yükseltemezmiş, zira Soyoung Yoon kusursuz, ve kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyüleyiciydi. 2023 yılının ilk saf mutluluk doruğunu yaşamama vesile oldu, tüm eseri tüylerim diken diken olarak dinledim. Tüm müzikal virtüözitesine, sahnedeki ışığı ve zarafeti eklenince tüm deneyim masalsı bir rüyaya dönüştü. Salondaki herkes büyülendi, bitmeyen alkışlarla tekrar tekrar sahneye davet ettik, ısrar üzerine çaldığı bis parçası da başka bir Dünya'dandı. Nina ve çocuklar da çok etkilendiler.

Esasında konserin tamamı muhteşemdi. Çocukluğumdan bu yana pek çok kez izleme fırsatı bulduğum Rengim Gökmen yönetiminde IDSO'muz her zamanki gibi müthişti. Hatta konser sonunda çok nadir olarak gerçekleşen şekilde orkestraya da bis yaptırdık. IDSO hayatımın gerçekten çok önemli bir parçası. Alman Lisesi'ndeyken ortaokulda konserlerine kendi başıma gitmeye başlamıştım. O zamanlar internet yoktu tabii, Taksim'de gişesinden bilet alır, cuma günleri okuldan sonra folklor koluna kalır, akabinde arkadaşlarla Beyoğlu'nda takılır ve akşam 19'da salonda yerimi alırdım. Sonra zamanla arkadaşlarım için de bilet almaya başladım. Bugüne kadar hayatımın sabit rutinlerinden biri haline geldi (yurtdışında olduğum yıllar hariç).

Çocuklar 5 yaşına geldiklerinde, onları da konserlere götürmeye başladım. Tabii AKM'nin kapalı olduğu yıllarda düzenli izleyemedik, arada evimize yakın CKM'ye geldiklerinde gitmeye başladık. AKM tekrar açıldığından beri de her fırsatta konserlerine gidiyoruz. Çocukların klasik müzikten çok büyük bir keyif almaları beni çok mutlu ediyor.

Neredeyse 35 yıldır takip ettiğim konserleri keşke bir kenara not etseydim diye düşünmemek elde değil. Geç olsun ama güç olmasın diyerek, en azından bu sezon izlediğimiz konserleri aşağıya not düşmeye karar verdim. Sezon sonuna kadar izleyeceklerimizi de ekleyeceğim, o sebeple yazının yayınlandığı tarihten sonraki konserler de aşağıda olacak. Kazayla bu yazıya denk gelen biri olursa, şaşırmasın, hayır zaman içerisinde ileri geri gidebiliyor değilim :)

13 Ocak 2023

Şef : Rengim Gökmen
Solist : Soyoung Yoon (Keman)
R.Wagner: Nürnbergli Usta Şarkıcılar Üvertürü
​​J.Sıbelıus : Keman Konçertosu
R. Strauss : Güllü Şövalye Süiti

6 Ocak 2023

Şef : Hasan Niyazi Tura
Solist : Elçim Özdemir (Viyola)
Ahmet Adnan Saygun: Süit Op. 14
Yalçın Tura : Viyola Konçertosu
Hasan Uçarsu : , Portreler “Yenı Bölümüyle İlk Seslendiriliş”

30 Aralık yılbaşı konserine biletimiz olmasına rağmen yılbaşı trafiğinden (bayağı) korkmam, biraz da ailecek hasta olmamızdan dolayı gidemedik.

16 Aralık

Şef : Danıel Smıth
Solist : Hande Küden (Keman)
Solist : Knut Weber (Viyolonsel)
J.Brahms: İkili Konçerto
E. Elgar : Senfoni No.19 Aralık

9 Aralık

Şef : Josef Suılen
Solist : Gülsin Onay (Piyano)
H. Berlıoz: Roma Karnavalı Üverütürü
S.Saens : Piyano Konçertosu No:2
E.Elgar : Enigma Varyasyonları

18 Kasım

Şef : Dmıtry Sıtkovetsky
Solist : Sergeı Nakarıakov (Trompet)
F. Amirov : Azerbaycan Kapriçyosu
J. Haydn : Viyolonsel Konçertosu Do Majör
P.I.Tchaıkovsky : Senfonı̇ No:2

11 Kasım

Şef : Antonio Pirolli
Solist : Gökhan Aybulus (Piyano)
S. Barber: Yaylılar İçin Adagio
L.V.Beethoven : Piyano Konçertosu No. 3
L.V.Beethoven : Senfoni No:3

13 Ocak 2023 Cuma

Everything Everywhere All At Once (2022) - Dan Kwan / Daniel Scheinert 8/10

Hayatımızdaki yol ayrımlarında bir tercih yapıp dümeni bir tarafa kırıyoruz, peki diğer tarafı tercih etseydik hayatımız nasıl gelişirdi, biz nasıl biri olurduk? Belki de her düğüm noktasında, başka bir versiyonumuz, paralel bir evrende, diğer yoldan yürüyor. Böyle düşünürsek, bir ömür boyunca neredeyse sonsuz (ölüm vesilesiyle sonlu) paralel evrenlerde, farklı versiyonlarımız bambaşka hayatlar yaşıyor olabilir. Bu durum mutlaka önemli bir yol ayrımıyla da oluşmak durumunda değil, mesela Sliding Doors (1998)'da Gywneth Paltrow'un canlandırdığı karakterin metroya son anda yetişmesi veya kaçırması hallerinde hayatı iki farklı yönde ilerliyordu.

Yani günlük hayatımızda da gayet sıradan olaylar, rastlantılar, hayatımızda farkında olmadığımız büyük değişiklikler yaratıyor olabilir. Peki bu sayısız paralel evrenlerdeki versiyonlarımıza erişebilseydik, hatta eriştiğimizde, onların sahip oldukları yetenekleri üstümüze geçirebilme şansımız olsaydı, neler olurdu? İşte dün akşam izlediğim, yaratıcılığın dibine vurmuş bu film, bu fantastik tema üzerine dönüyor. Esasında filmle ilgili bir şeyler çiziktirmeye çalışmadan önce filmi bir kaç kere daha izlemek gerekir, zira o kadar yüksek bir temposu var ki, muhtemelen filmin neredeyse 2,5 saatlik süresinde verilenlerin çok küçük bir kısmını algılayabildim. Bu noktada filmin sayısız artılarından birini hemen vurgulamak mümkün; Tüm kaosa rağmen, eserin ana iskeleti rahatlıkla takip edilebiliyor.

Sinemanın neredeyse her türünü bu filmde harmanlamayı başarmış yönetmen ikilisi. Dram, absürt komedi, fantastik, bilim kurgu, Uzakdoğu dövüş sporları, macera ve nicesi. Tüm bunları da çorbaya çevirmeden kıvamında yapıyorlar. İşledikleri konular da çok çeşitli; hayattan beklentilerimiz, anne-kız, karı-koca ilişkileri, kuşaklar arası çatışma, göçmen sorunu ... Çeşitlilik tür ve konularla da sınırlı değil, sinema tarihinin pek çok başyapıtına da göndermeler var, pek çok sahne deja vu etkisi yapıyor. Sadece hangi filmlere referans verdiğini tespit edebilmek için dahi tekrar izlemek gerekir. En bariz olanı, taptığım In The Mood For Love (2001) filminin (bkz. güncenin arka plan görseli) Dünya'sında geçen (romantizm temalı) paralel evrendi. Star Wars'un karanlık tarafa geçip geçmeme meselesi de çok "tatlı" bir mizahla verilmiş. Ratatouille (2007) ise Raccacoonie olarak neredeyse birebir alınmış. Daha niceleri, yani film, isminin hakkını da tam olarak veriyor.

Bir önceki yazımda hayatımın eksilen potansiyellerinden bahsederken esasında daha çok, farkında olduğum tercihlerimi, hayallerimi düşünmüştüm. Ama bir de hayat yolumuzda farkında olmadığımız çatallar yanı başımızdan gelip teğet geçiyor, hissetmiyoruz. Dün akşamdan beri kafamda bu düşünceler fingirdiyor. Belki de aklımın ucundan dahi geçmeyen yaşam seçenekleri defalarca sıyırdı bedenimi. Bir dansçı veya bir yönetmen olmayı (en azından bu yönde bir mücadele vermeyi) tercih etmedim, ama belki bu bariz tercihlerimin dahi farklı şekillenmesine sebep olabilecek bir sürü olaylar zinciri (veya tekili) gerçekleşebilirdi. Hayatımıza soktuğumuz, hayatımızdan çıkardığımız insanlar dahi kim bilir nasıl etkiliyor yaşam çizgimizi.

Bu konuda düşünmek dahi eğlenceli bir zihin jimnastiği. Diğer yandan filmde olduğu üzere gerçekleşmemiş potansiyelleri paralel evrenlerde görebilmek ve hatta deneyimleyebilmek, kendi evrenimizde kendimizi daha fazla hırpalamamıza sebep olurdu. Keşke öyle yapsaydım, böyle yapmasaydım diyerek de geçmez bu hayat. Zaten neyse ki o bizde gerçekleşmemiş potansiyelleri görme şansımız da yok. Benim canımı sıkabilen zaten esasında geçmişte aldığım kararlar, yaptığım tercihler değil, hepsinin arkasında duruyorum çok şükür, ama yaş ilerledikçe üzerinde yürüdüğümüz yol daralıyor ya, hayat artık (gençken algılanabildiği üzere) sonsuz seçenekler sunmuyor, sorumluluklar üzerimize çullanıyor. Yaşlanmanın esas can sıkıcı kısmı bu kanımca.

Filme pek çok konuda övgüler düzmek mümkün, es geçmemem gereken bir tanesi oyunculuklar. Crouching Tiger Hidden Dragon (2000)'da izlediğimden itibaren büyük hayranı olduğum Michelle Yeoh bu sene bence (Tar (2022)'daki performansıyla) Cate Blanchett'le birlikte bütün ödülleri toplayacak. Filmin efektleri, baş döndürücü kurgusu da çok başarılı. Kabuğunda çok yüzeysel gibi gözüküp, içine girdikçe katman katman derinlik içeren bu filme tam puan vermemi engelleyen, tek seferde hazmedememiş olmam, benim açımdan filmin etkisinden eksilten bu durum tabii ki benden kaynaklanıyor, ama puan da zaten benim gayet öznel puanım :)


4 Ocak 2023 Çarşamba

2022

2021 Ağustos yazımı aradan geçen 1,5 sene üzerine tekrar okuduğumda, bu günceye (her ne kadar yazı yazmayı hiç sevmesem de, aralarda uzun boşluklar versem de) tekrar tekrar dönme sebebimi anımsadım. Bana her şeyin ne kadar gelip geçici olduğunu hatırlatıyor. Bütün tasalar, sıkıntılar gelip geçiyor, yerlerine tabii ki hemen yenileri ekleniyor, hayat adeta bir kaygılar manzumesi, ben de bu günce sayesinde kaygılarımın çetelesini tutuyorum. Bir sinema güncesi olma amacıyla başlasa da yıllar içinde giderek daha öznel bir hal aldı bu mecra, salgında yazmaya başladığım, tamamen kişisel yazılarla da çıkış noktasından oldukça uzak bir noktaya yerleşti. Başka konularda yazmış olsam da, satır aralarında farklı yaşlardaki bana dair ipuçlarına rastlamak hoşuma gidiyor.

Şimdi dönüp eski yazılara bakmadım, ama bu günceyi tutma amacımı kesin daha önce de sorgulamışımdır. Artık yaş da ilerledikçe daha fazla fikir sahibi oluyorum sanki.  Şu anlamsız hayatta küçük bir iz bırakmak gibi beyhude bir çaba olmaktan öte değil muhtemelen. Bir gün artık ben bu Dünya'da olmadığımda belki çocuklarım, en iyi ihtimalle de belki (olursa) torunlarım uğrayacak bu satırlara ve belki iki nesil daha tamamen unutulmayacağım.

Bilemiyorum neden korkuyorum unutulmaktan, hatırlanmamaktan. Gençken düşündüğüm konular pek (hiç) değildi, zira ölmeyecek gibi yaşıyor insan gençken. Hayat bana çok yakınlarımın ölümlerini de göstermedi henüz, çok şanslı olduğumu  biliyorum. Ölümle erken yüzleşmek eğer ölümü daha çok düşündürecekse hayattan kesin eksiltiyor olmalı. Korku, kaygı, endişe zaten bitiriyor insanoğlunu, ölüm kavramı ne olur mümkün olduğunca uzak olsun.

Ama gel gör ki bizim algıladığımız zaman tıkır tıkır işliyor. Ölümü bilinç üstünde düşünüyor veya korkuyor değilim (en azından farkında değilim) ama 2022'nin ikinci yarısı üzerimde yoğun bir melankoli hissettiğim bir dönem oldu. Bu melankolinin temeline inmeye çalıştığımda çok tanıdık duygularla karşılaşıyorum; yoğun bir yetersizlik hissi, o yetersizliğin getirdiği güvensizlik ve kaygılar. Çok tanıdık, zira kendimi bildim bileli bu yetersizlik, bu eksiklik hissiyle boğuşuyor, kendimi acımasızca yargılıyorum. Kendimi sevmeme ve iç huzuru bulmama engel oluyor, biliyorum. Hayat geçip gidiyor ama gençken sahip olduğum o sarsılmaz ve kesin "bir iz bırakacağım" hissi giderek benden uzaklaşıyor, yerinde bıraktığı boşluk dolmuyor. Paydos zili çalmak üzere, ama ben daha elimdeki sınavın başındayım. Hayatımın barındırdığı potansiyellerimin kapıları teker teker bir daha açılmamak üzere yüzüme kapanıyor.

Biliyorum bu eksiklik ve kayıp hislerinin boşuna olduğunu, giderilmesinin veya bir şekilde tatmin edilmesinin imkansız olduğunu da biliyorum. Ama olur olmaz yerlerden fışkırıp, boğazıma sarılmalarından da çok sıkılıyorum. Düşünmeye vakit ayırabilen, aynaya dönüp de kendine dürüstçe bakmaya yeltenen herkes gibi acıyorum muhtemelen. Ama neden bu ara bu melankoli daha yoğunlaştı? Buna bir cevabım var sanırım, ve bu satırlara düşmeye başlarsam, ileri yıllardaki bana iyi geleceğini hissediyorum.

Evet kabul ediyorum; yaşlanıyorum. Yıllardır saçlarıma sinsice sızan beyazlar ilk ipuçlarını veriyordu, ama umursamadım, hala yerlerinde duruyor olmalarına şükrettim. Ancak ağustos ayında sağ gözümün görüşü hızla bozulmaya başladı, gittiğim göz doktoru katarakt başlangıcı dedi. Bu nasıl olabilirdi, katarakt sadece yaşlı insanların yakalanabileceği, dolayısıyla bana çok uzak bir rahatsızlık değil miydi yani, yok canım doktor kesinlikle saçmalamıştı, ama daha bir ay geçmeden neredeyse göremez hale gelip, katarakt ameliyatı olunca Hanya'yı Konya'yı anladım. Süreci yaşarken moralim bozulmadı, çok da önemsemedim. 47 senedir gözümden geçen ışığa yol veren mercekle yollarımızı ayırdık, ve onun yerine yapay bir mercek kondu alt tarafı. 

2-3 aydır gözüm bu yeni merceğe alışmaya çalışıyor, ama henüz muvaffak olamadı. Sürekli kasılmak suretiyle o yabancı parçayı dışarı fırlatmaya çalışır gibi bir hali var. Bu satırları yazarken dahi gözüm çılgın gibi kasılmakta. Peki, katarakt gibi ciddi bir riski neredeyse olmayan basit bir operasyon mu paçalarıma ölüm korkusu sardırdı, emin değilim, belki de başka bir derdim vardır ama evet, sanırım en azından bir katalizör görevi gördü. Adına da ölüm korkusu demeyelim de, hayatın sonlu olduğunun hakiki idrakı ve onun getirdiği melankoli diyelim.

Hayatımın filmlerinden La Grande Bellezza, Il Gattopardo, 8 1/2 gibi filmlerde bu melankoliyi iliklerime kadar hissetmiş olduğum fikrine/sanrısına rağmen, tecrübe ettiğimle eşleştirmek konusunda yaşadığım şaşkınlık da hayatın bir cilvesi olsa gerek. Çocukken bir pazar sabahı TRT'de tek başıma izlediğim ve bir uzman incelese çocukluk travmalarımdan biri olarak teşhis koyabileceği "Logan's Run" (1976) filmini ise son yıllarda daha çok anımsar oldum. İnsanların 35 yaşına geldiklerinde ruhani bir törenle yok edildikleri, çocukların ise sanal rahimlerde Dünya'ya geldikleri bir distopyayı anlatıyordu, aradan geçen 35! yıla ve tekrar izlememiş olmama rağmen pek çok karesi dün gibi hala gözlerimin önünde. İnsanların avuç içlerinde bir ışık yanıyordu, önceleri yeşil olan ışık yaş 35'e gelince kırmızıya dönüyordu ve bir arenada toplanmış insanların tuttukları alkış içinde ölüme yollanıyordunuz. Avuç içindeki ışık kırmızıya dönünce panikleyip, yok oluşlarından kaçmaya çalışan insanları anlatıyordu film. Yani uzun lafın kısası sanırım artık avuç içimdeki ışığın rengi dönmeye başlıyor.

Yaş 48'e doğru yol alırken, genlerim, koşullar, şans ve muhtemelen de biraz kendime iyi bakmam sayesinde hala çok dinç ve genç hissediyorum. Hele oğlumun hiç durmaksızın bir ihtiyar gibi sızlanmalarına bakarsak (ama işine gelince hiking kulübüyle gidip 40.000 adım atmasını biliyor) bir 14 yaşındaki delikanlıdan geri kalır bir yanım (henüz :)) yok. Ama gözümün bir kısmını bir kalemde kaybetmek vücudumun artık çürümekte olduğunu iliklerime kadar hissettirdi, evet demek bende de sonsuz gençlik iksiri yokmuş, mutasyona da uğramamışım.

İnsanoğlunun (bilinç ardında) ölümsüz olduğu sanrısı olmadan yaşaması çok güç olurdu kabul ediyorum, demek evrim bizi böyle şekillendirmiş. Ben sanırım bu yaşım itibariyle, artık bugüne kadar oturduğum Olimpos dağından yeryüzüne inmiş bulunuyorum. Bakalım gelecek yıllar ne gösterecek, şimdiden 20 yıl sonraki (bak nasıl da bildim hala hayatta olacağımı, demek ölümsüzlük hissi o kadar da hızlı kaybolmuyormuş) şahsımın bu satırlara acı acı güleceğini hisseder gibiyim. Sen o gözünün kasılmasını daha mumla arayacaksın der gibi bakar herhalde. Gerçi ben 10 sene önceki çiğ hallerime baktığımda öyle acımasız olmuyorum ama yaşlılığın pençesine düştüğümde bunun ruhum üzerine yapacağı etkileri de öngöremiyorum.

Gençliğimin avucumun içinden kayıp gittiği ve zamanın acımasızca eksildiği hisleri, hayatta yürüdüğüm yolun umarsızca daraldığı (potansiyellerini logaritmik olarak yitirdiği) gerçeğiyle birleşince, bunun adına herhalde bir nevi orta yaş bunalımı da diyebiliriz. Günceme notumu düşüyorum; eğer tespitimde yanılmıyorsam ben bu hisle 47 yaşımı sürerken tanışmış oldum. Bakalım yıllar içinde bu duygularla nasıl başa çıkma yöntemleri geliştirebileceğim, nerelerde minik zaferler kazanabilip, nerelerde havlu atacağım. Yazmanın, ve de zaman içinde dönüp yazdıklarıma bakmanın iyi geleceğini hissediyorum.

Bu yazıya başladığımda aklımın ucundan dahi bunları yazmak geçmiyordu, bir çırpıda dökülüverdi satırlar, vay kardeşim ne kadar da dertlenmişim, neyse bir nebze de olsa içimi döktüğüme göre 2022 özetime döneyim;

Salgın sanırım geçti, ama pek emin de değilim, biz ailecek fark edebildiğimiz kadarıyla hastalanmama şansına sahip olabildik, ama hala Dünya'nın farklı yerlerinden salgının devamıyla ilgili değişik haberler gelmeye de devam ediyor. En azından Türkiye gündeminden tamamen düştü. Güzide ülkemizin gündeminde salgını dahi mumla aratacak gelişmeler yaşanıyor gerçi, ama kararlıyım, o tür konulara girerek, yılın ilk günlerinde bu satırlarda bir öfke nöbetine tutulmaya niyetim yok.

100% üstü enflasyon gibi absürt bir gerçekliği bir yana bırakırsak, salgının gündemden çıkmasıyla işler çok şükür normale döndü, ve 2022 yılında önceki iki senenin tüm maddi yaralarını bir şekilde sarmayı ve (varoluş) kaygı seviyemi dayanılabilir düzeylere çekmeyi başarabildim (ama şükrediyor muyum, tabii ki hayır, bakınız yukarıdaki sızlanmalar.)

2022 yılı çok şükür konserlere, tiyatrolara, operalara döndüğümüz bir yıl oldu. Çocukları hemen her hafta bir konsere ya da bir oyun izlemeye götürüyorum. Eskisi kadar (hatta hiç) direnmiyorlar, çok da keyif alıyorlar. Dalya da artık tamamen klasikçi oldu. Devlet senfoni orkestrasının konserlerini kaçırmıyoruz. Devlet ve şehir tiyatrolarının da abonesi olduk. İstanbul bütün zorluklarının yanı sıra zengin kültürel hayatıyla çok çeşitli seçenekler sunuyor. Yaz aylarında da yine çok güzel Kalamış konserleri izledik. Tüm izlediklerimizi gruplayarak kısa yazılara zaman içinde dökebilmeyi umuyorum.

Akşamları Nina'yla film ve dizi ritüellerimiz yıllardır olageldiği şekilde devam ediyor, o kadar çok birikti ki, onların hepsini listelemem mümkün olamayabilir ama belki en beğendiklerime değinebilirim. Salgın esnasında merak saldığım Felsefe Dünya'sı, işlerin ve çocukların tekrar eski tempolarına dönmeleriyle sekteye uğradı. Felsefe, en azından benim yorgun bir zihinle vakit ayırabildiğim bir uğraş değil. Seneye eylül ayında uzaktan eğitimle felsefe gibi, beni bu konuya daha sistematik yaklaşmaya yönlendirebilecek bir girişimde bulunarak öğrencilik hayatına dönme hayalim var. Tekrar öğrenci olmak orta yaş bunalımıma da iyi gelebilir, tüm kapılar da tamamen kapanmadı henüz :).  2022'de yine bilimkurgu ağırlıklı çok güzel kitaplar okudum, kafamı en güzel onlar dinlendiriyor/boşaltıyor.

Kış aylarında Nina'yla belediyenin pilates kurslarına başladık. Bu kış da devam ediyoruz, pazar sabahları Kalamış'a pilatese gidiyoruz, çok iyi geliyor, vücudumun esnekliğini kaybetme hızını azalttığını çok net hissediyorum. Yaz aylarında da sahilde günlük yürüyüşlerimize devam ettik. Akşamları Kalamış konserlerine de yürüyerek gidip gelmek çok keyifli oldu. Yani gözü kurtaramamış olsam da yaşlılığa karşı koymaya tam gaz devam etmek lazım.

2022'de tek bir oyun oynadım; Elden Ring. Vicdan azabı çekmeden (kendimi tebrik ediyorum) ve çok keyif alarak oynadım, gerçekten müthiş bir deneyimdi. Hayatta vaktimi harcamaya değer/değmez saçmalığını bünyemden bir nebze daha çıkarabileceğim bir bakiye hayat diliyorum.

2022 ve mutluluk deyince aklıma iki seyahat geliyor, bir can dostumla Mayısta Mardin'e Temmuz'da Fatsa'ya gittik. Her ikisi de çok büyüleyici deneyimler oldu. Mardin, yüksek beklentilerimin dahi üstünde etkiledi beni, biz bienali bahane ederek (bienalden haberdar olduğum gün aldım bileti) gittik, ama şehrin taşı, toprağı, insanları, kısacası her şeyi beni benden aldı. Kısa zamanda çevresini de şöyle bir dolandık, havasını soluduk, Midyat ve Nusaybin'e de ayak bastık. Tekrar tekrar gideceğim, taş teraslarında oturup uzun uzun o manzarayı içime çekeceğim.

Fatsa - Ordu arasında ise varlığını hayal dahi edemeyeceğim bir cennet parçası yatıyormuş, yeşilin her tonunda bir doğa ve mavinin her tonunda bir deniz ile karşılaştık, Karadeniz kesinlikle kara değilmiş. Kurulan yeni arkadaşlıklar, doyumsuz özgürlük hissi, tasalardan, dertlerden uzak bir kaç gün ilaç gibi geldi ruhuma. Dönerken yolumuzu uzatıp yaylasına da çıktık, oralar bu Dünya'dan değil.

2023 için hedefim kesinlikle daha çok seyahat ve dostlarımla daha sık bir araya gelmek. Sağ olsunlar her biri Dünya'nın başka bir tarafına dağılmış durumda, dolayısıyla bu iki dilek güzelce de birleşebilirler. Bu şehirde kendi rutinimde boğulurken kesinlikle insanlıktan çıktığımı hissediyorum. O asabi tosbağa hallerimden nefret ediyorum, sokaktaki tiksindiğim insanlarla dalaşmaktan, kimseye güler yüz gösteremeyecek kadar ruhumun zedelenmesinden büyük rahatsızlık duyuyorum, İstanbul bu kalabalığı ve bu ülke bu kadar sorunu, depresyonu kaldıramıyor, artık, herkes herkesi boğazlamak üzere, ve o harala gürele arasında kendimi kaybeder gibi hissediyorum. Hızla ve sıklıkla buralardan uzaklaşmaya, kafamı biraz yukarı çıkarıp bir nefes almaya çok ihtiyacım var. Her seferinde geri dönüp hayatla yaşadığım bu boks maçında, yeni raunda çıkmaya hazır hale gelebilmem gerekiyor.

Şu yazıda bile ruh halim gitti gitti geldi, yeni yılda kendimi biraz daha pamuklara sarmam lazım, 2022'de çocuklar konusuna şimdilik hiç girmedim, onları da ayrı yazılarda yazarak içimi dökeceğim (bakalım dökebilecek miyim?).

2 Ocak 2023 Pazartesi

2021 Ağustos

"Aşağıdaki yazıyı 2021 Ağustos'unda yazmış ancak yayınlamamışım. 2023 dileklerimden biri bu günceye devam etmek olduğundan, bu yazıyı olduğu gibi yayınlıyorum."

Korona günlüğüme düştüğüm son not altı ay önce şubat ayında şu yazıda kalmış. O yazının özellikle sonuna yansıyan olumlu ruh halim, nisan ayının sonunda aniden alınan 20 günlük tam kapanma kararıyla sekteye uğradı. Son bir senedir salgın sebebiyle çok ciddi şekilde zarar etmekte olduğumuz aile işimiz, bayramın da yaklaşıyor olması itibariyle çok ağır bir darbe daha aldı. Kendi işini yapanların nasıl dayanabildiklerini gerçekten anlamakta zorlanıyorum. Bu güncede kendime sıklıkla vermekte olduğum, sağlığımız yerinde olduğu sürece hiçbir şeye üzülmeme salığımı yine dinlemeyerek, içimi o dönemde bir kez daha kararttım ve her bunaldığımda olduğu üzere de günceye yazı yazmayı bıraktım.

Öncelikle çok şükür tüm ailem ve sevdiklerimin sağlığı yerinde, tüm ailem aşılarımızı tam olduk, artık aşıların çocuklar için de sunulmasını bekliyoruz. Son 6 aydaki en önemli olay tabii Cem'in LGS sınavı konusuydu. 6 Hazirandaki sınav yaklaştıkça, Cem'in ders çalışmaya (daha doğrusu sadece verilen ödevleri yapmaya dahi) olan direnci giderek artmaya başladı. Okulda verilen ödevlerin yapılmasının, kendisinin asgari sorumluluğu olduğu noktasında taviz vermemeye kararlı olduğumdan dolayı, her geçen gün evde daha fazla sürtüşmeye başladık. Sınava 1 ay kala annem büyük bir fedakarlık daha yaparak Cem'i tam zamanlı yanına aldı. Ben de iş çıkışı anneme giderek derslerine destek olmaya başladım.

Annemin çocuklarla çok sağlıklı bir otorite ilişkisi var. Ben ne dersem prensip olarak hayır diyen çocuklar, annem ne söylerse dinliyorlar. Cem de çok daha düzenli ödev yapmaya başladı. Ben annemlere gittiğimde de deneme sınavları çözmeye başladık. Hiç kursa gitmemesine, özel ders almamasına, yıllardır herhangi bir LGS hazırlığı yapmamasına rağmen okulda yapılan deneme sınavlarında hep çok başarılı sonuçlar alıyordu. Son bir ayda grafik iyice yükseldi ve sonunda 6 Haziran günü geldi. Cem bu süreçte en ufak bir heyecan belirtisi göstermezken, potansiyel olarak girebileceği okullarla dair de en ufak bir ilgi kırıntısı göstermedi. Görünüşte onun için tüm bu süreç abesle iştigalden ibaretti. (çok haksız olduğunu da söyleyemeyeceğim.)

Sınavdan yüzü düşük çıktı, matematikten yapamadığı bir boşu olduğunu, bir sorudan da emin olmadığını söyledi. Anlaşılan bu onun için başarısız bir sonuçtu. Biz onu ne kadar övdüysek de fayda etmedi. Eve geldiğimizde sınav soruları youtube'a düşmüştü bile. Cem'in soruları ve verdiği yanıtları saniyesinde hatırlıyor olması karşısında bir kez daha keskin hafızasına olan hayranlığım arttı. İlk olarak sözel kısmı dinlediğimizde, Türkçe, İnkılap Tarihi, Din ve İngilizce bölümlerini hatasız yaptığını gördük. Fende bir hata, matematikte ise bir boş ve iki hata çıktı. Fende ve matematikte birer hatasına Cem çok bozuldu, bilgi hatası değil, soruyu yanlış okuma hatası yaptığı için kendine çok kızdı.

Bu sırada twitter'da, önceki yıllara kıyasla matematik sorularının aşırı zor olduğuna dair sayısız tweet dolaşıyordu ama Cem'i yine teselli edemedik. Cem'e önemli olanın yaptığı net sayısının değil, sınava giren öğrenciler arasındaki yüzdelik dilim olacağını anlatmaya çalıştım ama görünürde bu bilgiyle de pek ilgilenmedi. Sonrasında sonuçların açıklandığı 30 Hazirana kadar bu konuyu bir daha hiç konuşmadık. Sınavın ertesinde ailecek çok güzel geçen bir tatile çıktık. Cem üstünden kalkan yükün etkisiyle çok mutlu ve pozitifti. Dalya ise 1,5 sene evde kapalı kalmış olmasının verdiği gerginliğinin üzerine, Cem'in LGS başarısıyla tüm övgü ve ilgileri üzerine çekmiş olmasının verdiği hırçınlığı üzerinden atmakta zorlanıyordu.

30 haziranda sonuçlar açıklandığında, Cem'in yüzdelik diliminin 0,28 olduğunu öğrendik. Yani sınava giren yaklaşık olarak bir milyon öğrenci arasında ilk 2800'e girmişti. Hedefimiz olmasa da arzumuz en iyi 3 devlet okulu olan Galatasaray, İstanbul Erkek veya Kabataş'a puanının yetmesiydi. Geçmiş yıllarda bu okullarda alınan öğrenciler hep ilk 0,15'lik yüzdelik dilimde olmuşlar, dolayısıyla şansımız çok düşüktü. Özel okulların ise hepsinde şansımız vardı. Bu noktada yine o kadar saçma sapan bir sistem kurmuşlar ki; önce özel okulların kayıtları yapılıyor. Cem'i özel okullardan birine ilgili dönemde kayıt yaptırmaz isek, özel okullara kayıt hakkımızı kaybediyoruz, devlet okullarında yerleştirme sonucunun ne olacağı ise özel okul kayıtları kapandıktan haftalar sonra belli oluyor. Eğer özel okula kayıt yaparsak da bu sefer devlet okullarına başvurma hakkını kesin olarak kaybediyoruz.

Cem'in yüzdelik dilimi 0,16-0,17 gibi bir noktada olsa ne yapardık gerçekten bilemiyorum ama biz özel okullara başvurmaya karar verdik. Bazı okulların ön kayıt ile birlikte ihtiyaç bursu başvurularını da kabul edip, hemen sonuçlandırdığını öğrenince pek bir ümitlendim. En azından mevcut ekonomik durumumuzla ilk sene bir burs alabilsek belki sonra işleri toparlayabilirdim. İhtiyaç bursu alamaz isek, yıldız özel okullar dışında neredeyse tüm özel okullar Cem'e 100% başarı bursu sunuyorlardı. Bahsettiğim 3 devlet okulu dışındaki tüm devlet okullarına da ayrıca puanı tutuyordu. Mesela benim öğrencilik yıllarımın yıldız okullarından Kadıköy Anadolu'ya çok rahat giriyordu, ama Kadıköy Anadolu'nun (ve nicelerinin) mevcut yönetimce mahvedilmiş olduğunu farklı kaynaklardan defalarca duyduk.

Cem'in puanı tüm özel okulların ön kayıt koşullarını sağladı. Robert, Alman, Üsküdar Amerikan, Saint Joseph, SEV, İELEV ve Koç'a ön kayıt başvurularını online olarak gerçekleştirdim. Burs başvurusu kabul eden Robert, Üsküdar Amerikan, SEV ve Koç için de burs başvurularını yaptım. Sayısız belge yükleyip, formlar doldurdum, ahret soruları yanıtladım. Biraz (bayağı) ağrıma da gittiğini itiraf etmeliyim. Neyse yine de hepsini tam bir gün süren uğraş sonunda tamamlayabildim.

Sonuçlar açıklandığında Robert dışında tüm okullara kayıt hakkı kazanmıştık, ve Robert'de de yedeklerden sıramız gelirse kayıt yapma hakkımız baki idi. Burs başvurularımızın ise hepsi reddedilmişti, ortaya koyduğumuz tablonun bir ihtiyaç bursuna nasıl yetmediğini çözebilmiş değilim. Üsküdar Amerikan'ın kardeş okulu olan SEV başarı bursu da sunuyordu. Okulu arayarak başarı bursu alıp alamayacağımızı öğrenmeye gayret ettim. İnternet sitesinde, kayıt yaptıran en yüksek puanlı öğrencilere başarı bursu verileceği yazıyordu. Cem listede ilk yirmideydi, ve o listede bulunan öğrencilerin muhtemelen hepsi, eğer maddi imkanları varsa diğer yıldız okulları tercih edecekti. Bana dönüş yapacaklarını söyledikleri halde tüm gün dönüş yapmadılar. Ben de saat 17'de sonlanacak olan kayıt saatinden önce orada olacak şekilde, taa Alemdağ'daki okula gittim. Cem'i oraya verirsek belki oralara taşınırız diye düşünmüştük, ama nasıl bir dağ başında (kelimenin tam anlamıyla) olduğunu görünce bunun mümkün olamayacağını anladım. Yine de kampüs çok modern idi, başarı bursu almamız durumunda, Cem'in hayatının bir kısmı okul servisinde geçebilirdi.

Okulda kimseler yok gözüküyordu, tahminimce okul kayıt konusunda henüz siftah yapmamıştı. Bu durum biraz ümitlenmemi sağladı. Talebimi ileterek sonunda kendimi ilgili direktörün karşısında buldum. Bana başarı bursu tekliflerini gün içerisinde yapmış olduklarını iletti, biraz nazikçe sorularımın etrafından dolaştı ama sonunda ısrar ederek net bir şekilde söylettirmeyi başardım; İnternet sitelerinde yazdığı üzere kayıt yaptıran en yüksek puanlı öğrencilere değil, ön kayıt listesinin tepesinde bulunan, eğer maddi imkanı varsa Robert'e, yoksa Galatasaray'a kayıt yaptıracak öğrencilere gitmişti teklifler ve tamamen göstermeliklerdi. Bir veli olarak daha fazla keriz yerine konmuş hissedemezdim kendimi.

Böyle bir sonuç gerçekten beklemiyordum, çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadım, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Biliyorum yeryüzünde insanların yaşadıkları sayısız trajediler düşünülünce çok şımarıkça bir söylem olacak, ama hayatımda kendimi daha kötü ve daha köşeye sıkışmış hissettiğim bir an var mıydı hatırlayamadım. Cem üzerine düşenleri yapmış, müthiş bir sonuç elde etmişti ama ben bir baba olarak ona hak ettiği imkanları sunacak koşulları yaratamamıştım.

Kayıt sürecinin başında kardeşim bize her türlü maddi desteği vermeye hazır olduklarını bize söylemişti ama onu kırmamak için hemen ret edemesem de, bu seçeneği değerlendirmeye almamıştım. Her ne kadar pandeminin getireceği yıkıcı maddi güçlükleri öngöremeyecek olsam da, bu şekilde hazırlıksız yakalanmış olmaktan dolayı kendime çok kızgındım. Bizimki gibi bir ülkede kendi işimi yapmayı tercih etmiş olmamın bedelini, er ya da geç pahalı bir şekilde ödemem gerekeceğini en başından beri biliyordum. Çocuk sahibi olmaya karar verdiğimizde, onları kendi imkanlarım dahilinde en iyi şekilde yetiştireceğime, elimden gelmeyen konular için de kendimi hırpalamayacağıma dair naif bir inancım vardı.

Ama çocuk sahibi olunca her şey değişiyor, insan ne pahasına olursa olsun onlar için en iyisini istiyor. Eve geldiğimizde Cem ile konuştum. Evimizin yanı başındaki Irmak Okulları'ndan, Terakki'ye, Işık okullarından TED'e sayısız köklü okulda tam başarı bursu imkanı vardı. Ama Cem (kendince haklı olarak) hala Robert'e yedekten girme ihtimaliyle daha yakından ilgiliydi ve kendine hala "nasıl o iki soruyu yanlış okuyabildim" diye kızmakla meşguldü.

Kendimi bildim bileli söylerim; "Hayat tükürdüğünü yalama sanatıdır". Kararları, prensipleri keskin bir karakterimdir, ama hayat bana ne zaman bir cümleye "Asla" ile başladıysam tersini tıpış tıpış kabul ettirerek ilerliyor. Egomu, prensiplerimi, hissettiklerimi bir kenara bırakarak, oğlum için en iyisini yapmak zorundaydım. Canım kardeşim eşiyle birlikte Cem'in en azından bu senelik (ama seve seve tüm öğrenim hayatı için) sponsoru oldular.

Hemen ertesi sabah erkenden Nina'yı Robert Kolej'e bırakarak ben Üsküdar Amerikan'a geçtim. Kayıt hakkımız olan Alman Lisesi'ni pas geçtik. Her ne kadar baba-oğul Alman Liseli olmak fikri çok romantik gelse de, anadili Almanca olan Cem hazırlık okusa abes olacak, hazırlığı atlasa, henüz daha 4 yaşını sürerken ilkokula başladığı için, bu sefer de ortalamada kendinden 2-3 yaş büyüklerle bir sınıfta olacaktı. Ayrıca anadili kadar iyi hakim olduğu İngilizce de Alman Lisesi'nin ikinci diliydi, yeni bir dil öğrenemeyecekti.

Üsküdar Amerikan Lisesi'nde ben kayıt sırasına girdiğimde, Nina Robert'te yedek listeyi bekliyordu. Özel okulların başını çektiği için Robert diğer okulların tersine asıl listeden kayıt almış, ve yedek liste neredeyse hiç kaymadan kontenjanını doldurmaktaydı. Yine de Nina her ihtimale karşı gün sonuna kadar bekledi. Eğer kayıt hakkı kazansaydık, ben Üsküdar Amerikan'a yüklü bir ceza ödeyerek kaydı hemen alacaktım ve Nina Robert'e kayıt yapacaktı. Yeryüzünde bundan daha saçma bir sistem var mıdır, emin değilim. Eğer Cem kız öğrenci olsaydı Robert'e kayıt hakkı kazanıyordu, ama erkeklerde son kayıt yaptırandan 5-6 puan aşağıda kaldığından ucundan da kaçırmadık, dolayısıyla bu konu da bu şekilde kapandı.

Cem'i sabah telefonla birkaç kez aradım, açmadı, sonunda ulaştığımda öğrendim ki, sabah geç kalkma huyu olmayan Cem, uyanmak istememişti. Onun penceresinden sanırım her şey daha farklı görünüyordu, okulun internet sitesini bile ziyaret etmediği halde Robert'i kazanmayı gerçekten istedi, anladığım kadarıyla onun için konu belli bir okulu değil, en iyisini kazanmak idi, ama ihtimalin düşük olduğunu da biliyordu. Üsküdar Amerikan'a kayıt yaptırdığımızı öğrendiğinde sevinmeyi pek başaramadı, Robert'te durumun ne olduğunu sordu, o sırada teorik olarak hala şansı vardı. Üsküdar Amerikan'ın güzel kampüsünden çeşit çeşit fotoğraflar çekip gönderdim ona, okula bayıldığımı söyledim, bizim Alman Lisesi'nin düz beton binasıyla kıyaslanamayacak kadar güzel olduğunu anlattım. Eski bir okulundan çok sevdiği bir arkadaşı da aynı gün kayıt yaptırdı, annesiyle karşılaştım. Onlara haber verince hemen kendi aralarında yazışmışlar. Sonunda Cem'in yüzü gülmeye başladı.

Hiç umursamaz gözükürken, ve de biz onun üzerinde hiçbir okulu kazanması yönünde telkinde bulunmamışken, bu kadar hırslanması bir yandan hoşuma gitti, onu bekleyen zorlu hayatta ihtiyacı olacak bir özellik. Bugüne kadar hangi sınava girdiyse hep başarılı oldu, Robert'e girememek onun gözünde bir nevi ilk yenilgiydi, ama bu hisle de başa çıkmayı öğrenmesi çok iyi oldu. Sonunda hepimiz ailecek çok rahatladık. Bir gün öncesinde birisi boğazımı sonuna kadar sıkıyormuş gibi hissederken, ertesi günü böylesine bir rahatlama gerçekten bir nevi sarhoşluk etkisi yaratıyor, bunu da deneyimlemiş oldum.

Bu arada daha sürecin en başında Üsküdar Amerikan Lisesi'nin internet sitesinde milli sporcular ve konservatuar mezunları için 50% başarı bursu verdiğini okumuş ve hemen Cem'i konservatuar sınavlarına kaydettirmiştim. Kadıköy Çocuk Sanat'tan geçen sene mezun olup, çocuk orkestrasına katılacaktı, pandemi yüzünden eğitimi bir sene uzamış ve orkestra seçmeleri gerçekleşememişti. Haziran ayında dönem biterken çello öğretmeni ile konuştuk, fikrimizi çok destekledi. Hatta Mimar Sinan'dan bir öğretmenle zoom üzerinden bir görüşme ayarlayarak, görüş almamızı da sağladı. Cem'in Okan kolejindeki müzik öğretmeni de onu koroya alırken bir solfej sınavına tabi tutmuş ve piyanoda bastığı 3 sesi hatasız tekrar edebilen Cem'i çok övmüştü.

Eylül başında hem İstanbul Üniversitesi'nin hem de Mimar Sinan Üniversitesi'nin yarı zamanlı konservatuar sınavlarına girecek. Başarırsa hem önünde yepyeni imkanlar açılacak, hem de yarıya düşecek olan okul ücretini, durumumuzu düzeltebilirsek, kendi imkanlarımızla karşılama şansımız olacak. Ayrıca çello öğretmeni, orkestranın mutlaka yeni bir çelliste ihtiyacı olduğunu, salgın engellemez ise eylül-ekim gibi yeni seçmelerin olacağını söyledi. Cem'le o kadar çok gurur duyuyorum ki, bazen gerçekten içim içime sığmıyor.

Sınav döneminden çıktığımızda, Cem hareketsizlikten biraz kilo almıştı ve masa başında oturmaktan da kamburu çıkmıştı. Dalya ise hareketsizlikten dolayı ruhen çok hırpalanmıştı. Okullar kapandığında, yıllardır onları götürdüğüm belediyenin spor okullarındaki müthiş hocamız Murat Bey'den ilaç gibi bir mesaj geldi. Spor okulları tekrar açılıyordu, ve bu yaz boyunca bizim çocukların favori sporu badminton dersleri yapılacaktı. Hemen ikisini de kaydettim ve hafta içi 4 gün sabahları spora gidiyorlar. Onları Feneryolu'ndaki okula sabah erkenden bırakıyorum, dönüşte parklara uğraya uğraya, verdiğim harçlığı pastanelerde harcayarak (ilk gün Cem 5 adet açmayı tek seferde yemiş) öğlen ancak eve dönüyorlar.

İkisini de çok seven Murat Hoca onları iki farklı yaş grubunda da oynatıyor, böylece her gün bir değil en az iki saat katılıyorlar. Pedagojik olarak, tüm okullarda gördüğümüz rehberlik birimlerini toplamından daha yetkin olan Murat Hoca, hemen Dalya'nın Cem'le rekabetten çok olumsuz etkilendiğini, neredeyse havlu atmak üzere olduğunu, bu konuya çok dikkat etmemiz gerektiğini, kendisinin de özellikle Dalya'yı derslerde öne çıkarak ve överek desteklediğini iletti. Çok haklıydı, zaten yıllardır Dalya'yla bu konuyu konuşuyoruz ama Dalya'ya 3 yaş farkın ne kadar önemli olduğunu anlatamıyoruz. Sanki yaşıtlarmış gibi, Dalya her konuda kendini Cem ile ölçüyor. Halbuki bugünkü Dalya 3 sene önceki Cem'i çok fena sallar, çünkü Cem'i hırslandıran, gelişmesine vesile olan bir büyük kardeşi bulunmuyor.

Esasında yıllar içinde Dalya kendince bir takım çözümler üretmişti, ilgi alanlarını farklılaştırmıştı; Cem voleybol oynarken, Dalya basketbola meraklıydı, Cem müziğe, Dalya daha çok resme ilgiliydi. Ama salgın çeşitliliğe darbe indirince, sürekli aynı evde olmak özellikle Dalya'yı çok hırpaladı. Ben bütün sene hep Cem'in dersleriyle ilgilenmek durumunda kaldım. Dalya'nın dersleriyle ilgilenen Nina ona hiçbir şekilde sözünü geçiremediği için, Dalya akademik olarak da maalesef çok geri kaldı. En büyük şanssızlığımız Doğa okulları batınca, dönem içinde geçtiğimiz Okan Koleji'nin salgın sebebiyle iki hafta içinde kapanması oldu. Son derece sert ve sabırsız bir sınıf öğretmenine denk gelen Dalya, kendini iletişime tamamen kapattı ve dersleri de hiç umursamadı. Benim gücüm ancak Cem'e yettiğinden, bu süreçte olan Dalya'ya oldu. Doğa Okulları'nda deneme sınavlarının birincisiyken, akademik olarak dibe vurdu.

LGS sonrası Dalya ile çok daha fazla ilgilenmeye başladım. Onun hoşuna pek gitmese de her gün bir miktar ders çalışıyor ve biz destek oluyoruz. LGS sonrası Cem'e söz vermiş olduğum telefonu aldığımızda, babaannesi de eski telefonunu Dalya'ya verdi, böylece ikisi de aynı anda telefonlandılar. Yıllardır Dalya'nın kendisinden en az 3 sene sonra bir telefona sahip olması gerektiği konusunda düzenli nutuklar çeken Cem'in bu konuya hiç itiraz etmemesine çok sevindim. Dalya'nın telefonuna matematik çalıştıran programlar yükledim, onları da düzenli olarak yapıyor.

Telefon demişken Duolingo uygulamasına bir parantez açmam gerekiyor. Babaannesinde kalmaya başladığı dönemde Cem bana müthiş bir doğum günü hediyesi hazırladığını söylemeye başladı. 2 ay boyunca doğum günüme kadar bu hediyenin reklamını dinledim. Doğum günümde öğrendim ki Cem iki aydır Duolingo programıyla Japonca ve İspanyolca öğreniyormuş, bir hayli de ilerletmiş. Bana telefonda gösterdi, gerçekten de o karmakarışık Japon harflerini/sembollerini biliyor ve karmaşık cümleleri zorlanmadan anlayabiliyor. İlk anda bunun benim için nasıl müthiş bir hediye olabileceğini birkaç saniye için idrak etmekte zorlansam da, bir çocuğun kendi rızasıyla kendini geliştirmesi gerçekten de bir babaya verilebilecek en güzel hediyelerden biri, bu noktada hakkını kesinlikle teslim ediyorum.

Bu Duolingo furyası ailemizde kuzenimle başlamış, ondan teyzeme, teyzemden anneme, ve sonunda bizlere bulaştı. Ben de hemen Fransızca, İtalyanca ve İspanyolcamı tazelemeye giriştim, ve programa bayıldım. Ailecek birbirimizi takip ediyor ve uygulama üzerinden destekliyoruz, birbirimizin gelişimini takip edebiliyoruz. Program hem yazdırıyor, hem okutuyor, hem de konuşturuyor. Dalya da düzenli olarak İspanyolca ve Korece çalışıyor. İspanyolca'yı okulda gördüğü için pekiştiriyor. Korece'ye de sanırım hem Cem'in Japonca'sına cevap olarak hem de son dönemde merak saldığı K-Pop müzik akımına olan ilgisi nedeniyle başladı. Gangnam style ile tüm Dünya'ya hakim olan Kore Pop müziği planlı bir devlet politikası olarak destekleniyormuş, zamane gençleri çok meraklı. Ben de Dalya'yla birlikte youtube'da BTS, Blackpink gibi grupların video kliplerini izliyorum, böylece baba-kız olarak da Cem'siz vakit geçiriyoruz. Klasikçi olan Cem pop müziğin her türüne hala çok mesafeli duruyor.

Arada Dalya ile Caddebostan sahile basketbol oynamaya da gidiyoruz, Cem basket sevmediği için ona da katılmak istemiyor, iyi oluyor. Badminton dışında çocukları belediyenin doğa kampına yazdırdım. Salgın öncesi Cem 15 gün izci kampına gitmiş ve çok eğlenmişti. Eğer salgın olmasa şehir dışındaki kamplara da göndermeye başlayacaktım. Yatılı kamplar düzenlenemediği için günübirlik kamplar var bu sene. Çocuklara kamp haberini verince kıyameti kopardılar. Zaten onlara hiçbir şeyi sormuyormuşum, hep emir vaki yapıyormuşum, bu sıcakta ne işleri varmış kampta vs. Özellikle Cem kampa gitmeden önce 3 gün boyunca söylendi. Sözde özgürlükçü babaymışım, bu nasıl özgürlükmüş. Onlara bir kez daha özgürlük anlayışımın, onların tüm yazı koltuk üzerinde ellerinde telefonla geçirmelerine izin vermekle bağdaşmadığını, bu anlamda kesinlikle özgürlükçü olmadığımı açıklamak durumunda kaldım. Umarım bir gün, kendi çocukları olduğunda bu satırlara denk gelir okurlar.

Neyse sonunda kamp günü geldi çattı, sabahın köründe onları kartalda servisin kaldığı noktaya bırakmaktan nasıl bir mazoşist zevk alıyorsam artık, görevimi yerine getirdim. Akşam onları almaya aynı noktaya giderken, alacağım azarlar karşısında vakur bir duruş sergilemek konusunda kendime telkinlerde bulunuyordum ki bir de ne göreyim Cem Bey pek mutlular, çok güzel geçmişmiş, çok kafa arkadaşlar bulmuşmuş, çok eğlenmişmiş. Neyse ki kendime hakim olup, peki öyleyse niye üç gündür canıma okudun demedim, ufacık bir sitem dahi etmedim, memnun kalmasına ne kadar sevindiğimi söylemekle yetindim.

Ormanda hazine aramışlar, tırmanma ve okçuluk yapmışlar, survivor pistinde yarışmışlar ve daha nicesi. Dalya ise görece olarak daha az memnundu, küçük yaş grubunda olduğu için tüm faaliyetlerin basit versiyonlarına maruz kalmaktan mustaripti, yine de Cem o kadar mutluyken fazla söylenmemeyi tercih etti. Na-özgürlükçü babaları yerinde durmadı onları bir de belediyenin yelken kursuna yazdırdı. Sabahları badminton yetmezmiş gibi, öğleden sonra da yelkene gidecekti zavallı çocuklar. Kursun ilk iki günü rüzgar olmayınca söylenmeye başladılar, ama üçüncü rüzgar çıkınca Cem aşırı keyif aldı. Hemen öğretmenin gözdesi olmuş, dümene bile geçmiş. Kursta sözde 8 öğrenci var, ama hiç gelmiyorlar, genelde iki üç öğrenci oluyorlar ve teknede yelkenle ilgili her işi yapıyorlar, Kalamış'tan çıkıp Moda - Bostancı arasında her gün 3 saat geçiriyorlar.

İlk haftanın sonunda Dalya evde bir saatli bombaya dönmüştü. Salgından önceki sene halası onu kuzeniyle birlikte bir yelken kursuna göndermişti ve Dalya Optimist kullanmıştı, dolayısıyla şimdi optimist değil bir yelkenli teknede de olsalar yetkin kişi Dalya olmalıydı. Ancak Cem dışadönük karakteriyle ortamda hemen yıldızlaşmış, yaşı tutmadığı halde kayıtlı diğer öğrenciler gelmediği için ricayla kursa kabul ettirdiğimiz Dalya ise içedönük tavrıyla biraz fasulye muamelesi görmüştü. Onları bu şekilde aynı kursa vermekle hata etmiştim, bu durumu Dalya'ya da açıklamaya çalıştım. Sinirli olmasının Cem'le alakalı olmadığını söylese de, dediğimi içinden anladığını ve sakinlediğini hissettim.

Kurs bir haftalıktı ama ben Cem'i hemen 2 hafta daha aynı kursa kaydettim, zira çok keyif aldı, artık bir nevi asistan gibi oldu teknede. Dalya'nın sorununu çözmek ise çok kolay oldu, zira ikinci hafta başlamadan Dalya'yı halasının yanına Zürih'e gönderdik. Müthiş anlaştığı kuzeni ile birlikte oralarda gününü gün ediyor. Çocuklar bu anlamda çok şanslılar, hem müthiş bir babaanneleri hem de müthiş bir halaları var.

Yaz akşamlarını da güzel değerlendiriyoruz. Arkadaşlarımızla Caddebostan ve Maltepe sahilinde piknik yapıyoruz, Göztepe parkında voleybol ve badminton oynuyoruz, Kalamış parkında açıkhava konser ve sinema akşamlarına gidiyoruz. Dün akşam mesela açıkhavada Persepolis'i bir kez daha izledik. Afganistan'da olanlar gündemdeyken bir kez daha içimiz bu müthiş eserle burkuldu. Cem de filmi çok beğendi, onun beğenmesine de ayrıca çok sevindim.

Cem bu sene Almanya'ya anneannesinin yanına gidemediği için biraz üzgün, anneannesi delta varyantına karşı etkin olmayan bir aşı olmuş, dolayısıyla bu bir risk, bu sene Cem'i göndermemeye karar verdik. O da önümüzdeki hafta sonu babaannesiyle birlikte Rize'ye büyük anneannesinin çay bahçeleri içindeki köyüne gidecek. Eminim çok eğlenecekler. Dalya bu hafta İsviçre'den dönüyor, biz de Cem'leri havaalanına bıraktıktan sonra bir son tatil yapmayı planlıyoruz.

Bir sonraki hafta hepimiz İstanbul'a döndüğümüzde Cem'in Üsküdar Amerikan'da oryantasyon eğitimi olacak. Okulunu ilk defa görecek, tabii korona sebebiyle yine iptal edilmezse. Bu hafta okulda İngilizce seviye sınavı olacaklardı, hatta tüm tatil planlarımızı ona göre ayarladık. Ama sonra iptal edip  online'a çevirdiler. Bir avuç çocuk koca kampüste güvenli bir şekilde yarım saatlik bir İngilizce sınavı yapamayacaklarsa, bu pek de iyiye işaret değil.

Ülkenin gündemine hiç girmek istemiyorum, zira çıkamam. Yangın ve sel felaketleri dört bir yanımızı sarmış, felaket olabilir ama nasıl yönetildiklerini görüp düzgün nefes alabilmek mümkün değil. Diğer yandan ülkenin yarısı aşılandığı halde hasta sayıları yaz vakti yine tavan yaptı. Aşı yaptırmayı reddeden garip bir güruh, aynı zamanda salgın yokmuş gibi alt alta üst üste yaşamaya devam ediyor, maskeni takanı bulabilmek mümkün değil, sanki salgın yok. Hatta bugün kabine okulların durumu için toplanıyormuş, yine kaparlar muhtemelen, gerçi tahminimce son saniyeye kadar bekler, tam okul açılırken ceee derler. Olan yine çocuklara olacak biliyorum. Tüm ülkede işleyen tek bir ama gerçekten tek bir önlem bulunmazken, ilk iş okulları kapayacaklar.

Yaz güzel geçiyor derken yine bağladım öfke patlamasına, ne yapayım her şeye rağmen seviyorum bu ülkede yaşamayı, hem göçsem de haberlerini almaya ve sinirlenmeye devam edeceğim. Derin bir nefes alıyorum ve şükrediyorum; hayattayız. Umarım korona günlüğümün 6. yazısı sonuncusu olur.