31 Ekim 2019 Perşembe

Mança'lı Adam - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Geçen sene izlediğimiz Cervantes Çeşitlemeleri'nden aldığımız keyif üzerine, bu sene Süreyya Operası'ndaki sezonumuzu Mança'lı Adam ile açmaya karar verdik. Zemin kattaki 4 kişilik localardan yer bulamayınca 1. kattaki locadan bilet alabildim. Bu durum Nina açısından bir hayli sıkıntılı oldu, daha eser başlamadan önce çocuklar locadan aşağı her sarktığında yerinde zıpladı. Tehlikeli bir durum olmadığını ne kadar anlatmaya çalışsam da annelik içgüdüsüyle bütün eser boyunca rahat edemedi.
Nina'nın sıkıntısı çocuklarla sınırlı da kalmadı, 2 perdelik müzikal ikimize de hiç hitap etmedi. Sadece 2 - 3 melodi etrafında dönen 2,5 saatlik eser, opera formasyonlu seslerin müzikal seslendirmesiyle birleşince biraz dakikaları saydık. Büyük opera evlerinin müzikal sahnelemesi ne kadar yaygın bir uygulamadır bilemiyorum, daha önce denk geldiğimi de hatırlayamıyorum. Bir diğer açıdan da idobale yorumcularının asıl uzmanlık alanları tiyatro/diyalog ağırlıklı eserler sahnelemek olmasa gerek. Belki de sorun bizdedir, müzikalleri sevmiyoruzdur, gerçi sinemadaki West Side Story, Hair, Jesus Christ Superstar gibi başyapıtları tenzih ederim. 


Müzikalin konusu; kiliseyi vergi borçları yüzünden icraya veren vergi tahsildarı Cervantes engizisyon mahkemesi tarafından yargılanmak üzere hapse, adi suçluların yanına atılır. Hırsızlar, katillerden oluşan suçlular, Cervantes'in efendi ve ahlaklı halini suç sayıp, onu ve yardımcısını yargılamaya karar verdiklerinde, Cervantes savunmasını yazmış olduğu Don Kişot eserini hapishanede canlandırmak suretiyle yapmayı önerir. Oyun içinde oyunları sergilemek, roller arasında geçişlerin rahat anlaşılabilir olması, mutlaka ki reji ve oyuncular açısından beraberinde çeşitli zorluklar getiriyor. Hikayeler arasında geçişleri iyi sunabilmek, bunu müzik ve dansla birleştirmek kolay değil. Ne kadarı gerçekten eserin bir müzikal olmasından kaynaklanıyor bilemiyorum ama başta Cervantes rolündeki  Suat Arıkan olmak üzere dinlediğim seslerden ve oyunculuklardan maalesef keyif alamadım. Cervantes'i dönüşümlü oynayan Hakan Aysev'e denk gelebilseydik durum fark eder miydi bilemiyorum, zira kanaatimce eserin kendisi melodik zenginlik açısından yetersizdi. 
Neyseki çocuklar bizim gibi sıkılmadılar, her ne kadar Cem müziği "benim zevkim değil" diye nitelese de, 2,5 saat süreye rağmen ilgiyle izlediler. Eserin sonunda seyirci de çok beğenmiş olacak ki, salon inledi, ayakta uzun süre alkışladılar. Biz Nina'yla keyif alma sıramızı biletlerini edindiğimiz Verdi'nin  Requiem'i ve Rachmaninov'un "Aleko"'suna erteledik.

30 Ekim 2019 Çarşamba

Bir Nefes Dede Korkut - İstanbul Devlet Tiyatrosu


Bu sezon izlediğimiz ilk DT oyundan çocuklar da keyif alınca, hemen programdan uygun olabilecek yeni bir oyunu gözüme kestirdim. Bir anlatıcının ağzından Dede Korkut hikayelerini dinlemek çok ilginç olabilirdi. Oğuz Türkleri'nin göçebe yaşam şekli sahnede çok güzel tasvir edilmişti. Oyunu aynı zamanda derleyen ve yöneten Gökçe Kurt Elitez, büyük bir ustalık ve bizi hipnotize edecek şekilde 3 farklı  Dede Korkut hikayesini anlattı. Ona sahnede eşlik eden Ziya Serkan Doğan, Fuat Yıldız ve Bahri Çakır, hikayeleri canlandırmada yardımcı oldular. O dönemin enstrümanlarıyla yapılan müzikler, canlandırmalara eklenen danslar, hamur yoğrulup fırında pişen ekmekler, hepsi kendimizi anlatılan hikayelere kaptırmamızı sağladılar. Boğaç Han'ın, Deli Dumrul'un, Basat ve Tepegöz'ün hikayelerini çok iyi kotarılmış bir canlandırma ile izleme imkanına kavuştuk.




Oyun bittiğinde Nina'yla ikimiz çok etkilenmiştik, ancak çocuklar bizim coşkumuzu paylaşmıyordu, oyun ağır ve sıkıcı gelmişti onlara. Dalya hikayelerden bir şey anlamadığını iletti, Cem içinse eserin en ilginç yanı oyunun finalinde tüm seyircilere dağıtılan ekmek olmuştu. Çıkışta Üsküdar Tekel Sahnesi'nin hemen yanı başındaki Fethi Paşa Koru'sunun yolunu tutarken, onlara hikayeleri tekrar özetledim. Bazı izlediğimiz eserlerde her anlatılanı anlayamasak da, belki müziklerle, danslarla, yaratılan atmosferle, verilmek istenen duygu bize geçebilir, kendimizi "beğenmedik" veya "anlamadık" diye kapatmamamız gerekir diye de biraz başlarını şişirdim. Parkın girişinde alınan dondurmalar keyiflerini tekrar yerine getirdi, korunun içindeki patikalara dalıp, kendi maceralarını kendileri yazmak üzere, hızla gözden kayboldular.


29 Ekim 2019 Salı

IDSO


Dalya'nın 8 yaşını doldurmasıyla birlikte hayatındaki "ilk"ler serisi devam ediyor. Cem'le klasik müzik sevdiği için 5 yaşından beri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın konserlerine gidiyorduk. Geçen sene Dalya'nın da Süreyya operasındaki temsillerden keyif alması üzerine (her ne kadar kabul etmek istemese de Cem vesilesiyle klasik müziğe kulağı fazlasıyla alıştı, aynı şekilde Cem de bugün (gidebilsek) bir rock konserinde bunalmayacak kıvama gelmiştir diye tahmin ediyorum, en azından artık kulaklarını abartılı şekilde kapatmak gibi teatral direnişlere başvurmuyor.) sezonu açacağımız idso konserine biletlerimizi, biletlerin çıkış saatine alarm kurmak suretiyle (ona rağmen son sıradaki son 7 biletin dördünü zor kaptım) edindik.


Program da çocuklar için çok idealdi, Çaykovski'nin keman konçertosu ve 2. senfonisi. İlk yarı solist Anna Savkina melodisi çok bilinen keman konçertosunu müthiş seslendirdi, coşkuyla alkışlayarak ufak bir bis yaptırmayı da başardık. Gözlerim bir yandan hep Dalya'daydı, ilgiyle ve beğeniyle izlediğini fark ettim. Her ne kadar okul günü Cuma akşamı uyku saati geçmiş de olsa esnemedi, ve oflayıp poflamadı. Ara olduğunda fikrini sordum, "Çok da beğenmedim" dedi, ben de üstelemedim. Arada sahnenin önüne giderek, yerlere serpiştirilmiş enstrümanları inceledik. Dalya yeni başladığı gitar derslerinden dolayı farklı enstrümanların tel sayılarının farklı olmasıyla ilgilendi. İkinci yarı Çaykovski'nin daha modern bir eserini, ikinci senfonisini şef Orhun Orhon'un yönetiminde dinledik. Dalya eserin ortasına doğru rüyalar alemine geçerken, Cem tabii sonuna kadar ilgiyle izledi.
İdso'nun konserlerine ortaokul sonlarında gitmeye başladığımı hatırlıyorum. O yıllarda da seyircinin yaş ortalaması bir hayli yüksekti, ancak yıllar içinde çok daha da yükseldiğini gözlemliyorum. Çocuk görmenin imkansızlığı bir yana gençler de çok seyrek iken, bu konserde hemen hiç orta yaşlı da görmedim. Yaş ortalaması rahatlıkla 70'in üzerindeydi diyebilirim. En arka sıradan bakıldığında önümüz bir pamuk tarlası gibi gözüküyordu. Son 20 yılın kültür politikaları ve AKM'nin uzun yıllar kapalı kalması bence klasik müzikle İstanbul'luların arasını iyice açtı. Gençlerin özel müzik konserlerini izlemek için yeterli bütçeleri olmayabiliyor, çok uygun fiyatlı İdso konserlerine ise bilet bulabilmek (büyük konser salonu bulunmadığından) gerçekten çok zor. AKM'nin yenilenmesinden sonra umarım tekrar bir klasik müzik sever kuşak yetiştirme imkanımız olur.


27 Ekim 2019 Pazar

Kerem Görsev Trio - Akbank Caz Festivali


Evvelki akşam Kerem Görsev ve ekibi bize müthiş bir caz ziyafeti verdiler. Festivalin sloganı "şehrin caz hali"'ne uygun şekilde Moda, Galata gibi semtlere adanmış parçaların yanı sıra, Kerem Görsev'in çok sevdiğim albümü "Orange Juice"'dan Sunday'i, saksafonist Earnie Watts'la kaydettiği ve 1 Kasım'da çıkacak olan yeni albümünden iki parçayı (birinin ismi Tiramisu ve muhteşem bir albüm daha geliyor), Kayman Adaları'nda tanıştığı mango için yazdığı eseri, büyük caz piyanistleri Mccoy Tyner ve George Shearing (onunla ölümünden önce New York'da bir caz konserinde karşılaşmasının da hikayesini anlattı) için yaptığı besteleri, caz standartlarından "Just Squezze Me"'yi büyük bir keyifle dinledik. Kerem Görsev'e davulda Ferit Odman ve kontrbasta Volkan Hürsever eşlik ettiler.
Çocukların da hayatlarındaki ilk canlı caz konseri olarak bu günceye notumu düşüyorum (Çocuklar, yıllar sonra bu günceyi okuduğunuzda siz de hatırlamış olursunuz.) Her ne kadar Cem klasik müzik hastası, Dalya da koyu rock'çı olsalar da, ikisinin üzerinde anlaşabildikleri müzik hep caz oldu. Evdeki en modern caz albümlerini dahi sesini sonuna kadar açarak (Nina'yı odasına kaçırmak pahasına) dinlemekten hoşlanıyorlardı. Konu albümlerden açılmışken, bu konuda evde yaptığımız (benim açımdan oldukça) hüzünlü ama bir o kadar da gerekli bir devrimi de bu günceye işlemek istiyorum. Ufak ama çok severek yaşadığımız evimiz, aramıza iki çocuğun katılması, çocukların evde (söylemek zorundayım, özellikle Cem'in) yarattığı tahribatlar, eve yıllar içinde giren (her türlü) eşyanın, çıkandan çok daha yüksek seyretmesi, ciddi bir "cari açığa" ve dolayısıyla evde exponansiyel bir kaosa yol açmıştı, aradan geçen 15 yılda da zevklerimiz değişmiş, evin rengarenk halleri de bizi iyice bunaltmıştı. Bir aydan uzun süren bir süreçte evde ihtiyacımız olmadığına kanaat getirdiğimiz her şeyi, elemeye, atmaya, bağışlamaya başladık. Çocuklar giymedikleri kıyafetleri, oynamadıkları oyuncakları (lego, kapla ve kutu oyunları dışında hemen her şey) ayıkladılar, Nina'yla ben gardırobumuzun dörtte üçünden fazlasını bağış kutularına taşıdık. Sonra en zor kısım başladı, her ne kadar son yıllardır yeni kitap almak yerine evimize yakın kütüphaneden ve kindle'a yüklediğimiz kitaplardan beslensek de, bir ömür birikmiş kitaplar evimizi rehin almıştı, ve duvardan duvara raflarda kitaplar üzerimize üzerimize gelmeye başlamıştı. O büyük kitaplığı evden çıkarıp, iki ufak kitaplık aldık, birine çocukların kitapları yerleşti, diğerine sığacak kadar da biz kitaplarımızı eledik. 9 koli dolusu kitap bağışa gitti. Konu CD'lere geldiğinde, spotify'a üye olduğumdan beri tek bir CD dinlemediğimden, esasında tamamı atıl duruma düşmüştü. Ama her birine sayısız anı bağlıydı. Kimi aşkları, kimi dostlukları, kimi konserleri daha kapağına bakarken hatırlatıyordu. Önce bakarak elemeye çalıştığımda attığımdan çoğunu tuttuğumu fark edince, sonunda tamamını büyük torbalara doldurup evden dışarı çıkardım. Sadece arabada dinlemek için Cem'e bir miktar klasik ve opera CD'si ayırdık. Haftalar süren sancılı ama her aşamasında biraz daha hafiflediğimiz operasyon sonucunda ev bir hayli ferahladı, kalan eşyaları ortaya toparlayıp, tüm duvarları beyaza boyattığımızda gerçekten buna değdiğini fark ettik. Eve çocuklarla beraber yeniden şekil verdik, her ne kadar çocuklar son sözün hep bizde olmasının demokrasiye aykırı olduğunu arada dile getirseler de, bu aralar gelecek mesleğini iç mimarlık olarak tanımlayan Cem, bu fonksiyonu fazla ciddiye alıp, her konuda biraz fazla fikir beyan etmek suretiyle arada bizi biraz bunaltmış olsa da sonunda hep bir orta yol bulduk. Çocuklar, evin duvarlarında asılı (ve artık Nina'yla görmek istemediğimiz) resimlerin tamamına talip olmak suretiyle, hepsini odalarına astılar. Yıllarca ürettikleri sayısız resmi duvarlara asıp sökmekten delik deşik olmuş eski duvarla karşılaştırınca hiç fena da olmadı aslında.
Konuya, güzel konser akşamına dönersek, her ne kadar bir okul günü akşamı geç saatlere sarktığından tatlı rüyalara dalarak konserin sonunu getirmiş olsalar da, Cem de Dalya da konseri çok beğendiklerini beyan ettiler.

25 Ekim 2019 Cuma

Bienal 2019 - Yedinci Kıta


İstanbul bienali bu sene 3 farklı mekan/muhitte gerçekleşiyor. Biz de 3 Pazar arka arkaya bienali ziyaret ettik. İlk ziyaretimiz, daha önceki bir yazımda bahsettiğim üzere Pera Müzesi'ndeki kısıma idi, ve eserlerin, bienalin ana temasına (bize göre) fazla dolaylı yaklaşımı, bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. İkinci Pazar'ımızda tekrar bienale motive olabilmemizi, bienal mekanlarının Büyükada'da olması sağladı. Bienal bizi tatmin etmese de daha önce hiç görmediğimiz veya sadece önünden geçebildiğimiz mekanlara, köşklere girebilecektik. Olası bir erken direnişi engellemek adına da çocuklara adaya varana kadar bienale gittiğimizi de söylemedim.
Güneşli bir pazar sabahı erkenden adaya keyifle ayak bastık. İlk olarak sahilde, iskelenin hemen biraz ilerisindeki yerleştirmeyi gördükten sonra merdivenlerden çıkarak normalde sadece üyelerin girebildiği Anadolu Kulübüne giriş yaptık. Mekan eserlerden daha çok ilgimizi çekmiş olsa da, eski denizbilimcilerin kitaplarından, Marmara Denizi'nde bir zamanlar ne tür canlıların, hatta fok balıklarının bile yaşadığını öğrenmiş olduk. Üçüncü durağımız Hacopulo köşkü oldu. Köşk maalesef oldukça harabe bir durumda olduğundan, yerleştirme içerisinde değil ön bahçesindeydi. Yine de kapıdaki camlara gözlerimizi dayayıp, içerisinin bir zamanlarki ihtişamını zihnimizde canlandırmaya çabaladık. Dördüncü durağımız büyüleyici Mizzi Köşkü'ne geldiğimizde çocukların sabrı yavaş yavaş tükenmeye ve bu sabırsızlık her zaman olduğu üzere "açıııız" nidalarıyla tezahür etmeye başlamıştı. İtiraf etmeliyim, köşkün içinde gösterilen yazar James Baldwin'in İstanbul günlerine dair bir belgesel gördüğümde çok heyecanlanıp baştan sona seyretmeye karar vermem de işleri kolaylaştırmadı. Baldwin'in Sonny's Blues'unu lise yıllarında okuyup, Baldwin üzerinden ırkçılığı anlatan müthiş "I am not your Negro" belgeselinden sonra bir kez daha okumuştum. İstanbul'a gelmiş olduğunu Gülriz Sururi ve Engin Cezzar'la meşhur elele fotoğrafından biliyordum, ama meğer Sedat Pakay 1970 yılında ona eşlik edip bir belgesel çekmiş. Her ne kadar James Baldwin'in İstanbul'da bulunuşunun yedinci kıtayla bağlantısını kuramasam da, hoş bir keşif oldu.


Beşinci ve son durağımız Taş Mektep için oldukça uzun ve dik bir yokuş çıkmamız gerekti, ama buna değdi, bu seneki bienalde ilk etkilendiğim eserle karşılaştım. Hale Tenger, sadece iskeleti kalmış olan Taş Mektep'in bahçesinde bulunan çok ihtişamlı bir ağacın dilinden bize çok etkileyici bir şiir fısıldatıyordu.
Taş Mektep'in bulunduğu tepeden ana caddeye dönmeyip, arka sokaklardan merkeze doğru inmeye başladık, hatta huzur dolu sokaklardan, güzel evlerden gözlerimi alamayıp, merkezi de ıskalayarak adanın diğer yakasına doğru devam etmişim, ve tabii çocuklar sonunda tamamen arızaya bağladılar. Merkeze döndüğümüzde öyle baş döndürücü bir kalabalık vardı ki, dondurmayla çocukları kandırıp saati gelmiş vapura kendimizi zor attık. Bienalin son yıllarda şehre dağılıyor olması, bir yandan yeni mekanlar keşfetmek adına keyifli ama kendimi tek mekanda gerçekleştiği zamanlarda sanatsal olarak daha çok etkilendiğimi düşünmekten alamadım. Mesela Antreponun o çiğ atmosferinde baş kaldıran eserler daha bir vurucuydu sanki.
Üçüncü Pazar bienal için evden erken çıkmaya çalışmam, çocukların ciddi derecede ayak sürümesiyle başarısızlığa uğradı, her Pazar bienale gitmekten bunalmışlardı, hatta Cem "bütün hafta çalışıyorum, bir Pazar rahat vermiyorsun" dahi dedi. Sanatsal beslenmenin önemine dair verdiğim birkaç yüzüncü söylevimi, büyüdükleri zaman bize teşekkür edeceklerine dair vaatlerimi, İstanbul'daki favori hamburgercimiz Black Angus ve dondurma sözleriyle birleştirince, zar zor 11 gibi evden çıkabildik. Yenilenmiş, ancak henüz açılmamış olan Resim ve Heykel Müzesi bienalde son durağımız idi. Mekan gerçekten çok güzel olmuş, inşası devam eden Galataport'un ve yenilenen İstanbul Modern'in yanında sevilen bir uğrak noktası olacağı kesin. Bir diğer komşusu (yıkılmış olan) antrepoların mimarisinde olması da bir önceki hafta bienal özlemimi gidermeye dair bir umut doğurdu. Hayal kırıklığına da uğramadım, eserler gerçekten ekolojiye dair olabildiğince dolaysız ve etkileyiciydiler. Tabii metinleri okumak kritikti, her ne kadar eserler Cem'in ilgisini çekse de Dalya henüz 8 yaşının sabırsızlığıyla hızlı ilerlemek istedi ve çok da ilgilenmedi eserlerle. 4 kattan oluşan serginin ilk iki katını olabildiğince verimli gezebildik, ancak üçüncü kata geldiğimiz Cem "acıkmıştı". Evden erken bu yüzden çıkmak istemiştim, çünkü Cem "acıkınca" akan sular duruyor. 3 ve 4. katları neredeyse koşarak geçtikten sonra bir bienal maceramız daha sonlanmış oldu. Bakalım bu ziyaretler gelecek yıllarda nasıl evrilecek, Cem ergenliğe girdiğinde (çoktan girmiş gibi hissediyorum ya neyse) bizimle "takılma"yı tamamen bırakacak mı zaman gösterecek. 

23 Ekim 2019 Çarşamba

Memet Baydur - Düdüklüde Kıymalı Bamya



Geçen sene çocukları götürdüğüm son çocuk tiyatrosunda isyan edip, biz artık çocuk tiyatrosuna gitmek istemiyoruz, bu oyunlar küçük çocuklar için demişlerdi. Dalya da artık 8 yaşını devirdiğinden bu sene gideceğim ilk devlet tiyatrosu oyunu için onlara da bilet aldım. Favori tiyatro mekanım Üsküdar Tekel Sahnesinde salonlardan ufak olanında en önden yerlerimizi kaptık. Oyunda dile getirilen esaslı toplumsal eleştirinin, mizahi bir dil ve komik sahnelerle sunulması, hem çocukları çok eğlendirdi, hem de bizim aile içinde çok sık konuştuğumuz bir konuyu tekrar değerlendirmemizi sağladı. Oyunda vakitlerini konken partileri, boş sohbetler, dedikodular ve televizyonda pembe dizilerle geçiren kadınların, eve bir emrivakiyle gelen bir erkek misafir tarafından hor görülmeleri anlatılıyor. Günümüzde telefon, tablet, bilgisayarlara uyarlanabilecek konu, oyunun muhtemelen yazıldığı 80'li yıllarda yazar tarafından bu şekilde işlenmiş. Oyunu izlerken, çocukların gözünden izlemeye çalıştığım için ben de bir hayli güldüm ve eğlendim, ancak oyun bittiğinde, Nina'nın gözlerinde çakan şimşekleri gördüğümde kendisini zor sakinleştirdim, çocukların ilk yetişkin tiyatro deneyiminin olumlu olmasının önemini kulağına fısıldayarak onu olumsuz fikirlerini frenlemeye ikna etmem gerekti. Hepimiz oyunu çok beğendiğimiz ve artık sık sık devlet tiyatrosunun oyunlarına birlikte gelmek konusunda hemfikir olduğumuz tespit ettiktan sonra, oyunun sıkıntılı tarafını çocuklara açıkladık. Oyundaki erkek karakterler eğitimli, kültürlü, kadınlar cahil ve boş tasvir edilmelerinin ötesinde, erkeklerin kadınlara tepeden bakar, son derece ukala, cinsiyetçi, erkek egemen, hatta şiddet dolu yaklaşımları gerçekten rahatsız ediciydi. 2020'yi devirmeye yakın, kadın - erkek eşitliği konusunda hala alınacak fersah fersah yol varken, bu kadar ataerkil bir yaklaşımın günümüzde artık bu kadar hoyratça kaleme alınamayacağına dair (muhtemelen naif) inancım, bir nebze de olsa iyiye gidildiğine işaret ediyor olabilir.
Çocuklar daha oyun başlamadan önce dekora takıldılar, neden evin duvarları garip mağaramsı tasvir edilmişti. Bunu ilk çağlardan beri insanların aynı dertlerden muzdarip olduklarına yordum, ama ikna olmadılar. Bir de not düşmek lazım, evin hizmetlisi Cemile rolünde Demet Ergün çok başarılıydı.




Yazan Memet Baydur
Yöneten Serap Eyüboğlu
Oyuncular:
Fazilet -  Sevinç Niş
Aynur - Ayla Baki Yücesoy
Fahrettin - Emin Maltepe
İnci - Ece Koroğlu
Hamiyet - İpek Gülbir
Cemile - Demet Ergün
Nilgün - Türkü Deyiş Çınar
Uğur - Rami Çakır

22 Ekim 2019 Salı

Erkan Oğur - Anatolian Blues


Daha önce hiç konserine gidemediğim Erkan Oğur'un Caddebostan Kültür Merkezi'ne geldiğini gördüğümde bu fırsatı kaçırmadım. Ülkemizin en değerli gitaristlerinden olan Erkan Oğur, farklı enstrümanlara büyük bir ustalıkla ve piyano, kontrabas, vurmalılar eşliğinde ses verdi. Ona sahnede Turgut Alp Bekoğlu, Can Cankaya, Kağan Yıldız çok güzel sololarla birlikte eşlik ettiler.

Canımın çok sıkkın olduğu bir günde o kadar iyi geldi ki anlatamam. Şu tınılarla ruhun dinlenmemesi, bir nefes almaması mümkün olabilir mi?

13 Ekim 2019 Pazar

İstiklal Caddesinde bir Pazar günü


Geçen Pazar İstiklal Caddesi'nde çok keyifli bir pazar günü geçirdik. Sanal hafızama bu notları, çocukların yıllar sonra okuyacaklarını umarak düşüyorum. Keyif her zamanki gibi vapur sefasıyla başladı. İstiklal'e vardığımızda ilk durağımız yeni restore edilen Narmanlı Han'da açılan "İllüzyon Müzesi" oldu. Narmanlı Han'ın yenilenmesiyle ilgili yapılan yoğun tartışmalara, teknik olarak yorum yapabilecek yetkinliğim maalesef bulunmuyor, ama yok olmayıp, tekrar kullanıma açılmış olması bile sevindirici. Tabii ki caddeye bakan yüzünde yabancı bir kişisel bakım mağazası, ortasında Dünya'nın en büyük kahve zincirinin, kalan kısmında da bir illüzyon müzesinin olması, bu ihtişamlı hanın ruhuna ne kadar uygun olduğu tartışılır, hatta tartışmaya gerek yok, uygun değildir. İçinde yaşadığımız düzende, çok ideal çözümler beklemek fazlaca naif olur, ama buranın ruhuna daha uygun bir kiralama yapılamaz mıydı? Mesela içinde bir yüzyıllık markalar müzesi, ortasında şirin bir kitap/cafe, ön yüzünde yine tarihi veya bu topraklara özgü bir marka.


Gelelim İllüzyon müzesi'ne, çocuklar çok eğlendi, mekan ufak olmasına rağmen, adının hakkını veriyor. Haftasonu sabah erken gitmek gerekiyor, kalabalıklaştığında keyfi kaçıyor. 1 saat kadar geçirip, anılarımızı bol bol fotolara hapsettik ve kendimizi dışarıya attık.


İkinci durağımız yeni yerine taşınan Arter'in yerine açılan Meşher oldu. "Kalıpları Aşınca" isimli serginin alt başlığı "Mit, Efsane ve Masallarla Avrupa’dan Çağdaş Seramik" sergiyi güzel tasvir ediyordu. Masal Dünya'sından fırlamış canlı renkli seramikler çocukların da ilgisini yüksek tuttu.


Her ne kadar bu gezinin çıkış noktası çocuklar açısından İllüzyon müzesi olsa da, kendi adıma hedefim Bienal'in Pera Müzesi'ndeki kısmını gezmekti. Son dönemde "çok şükür" yoğunca gündemde olan iklim ayaklanması, çocuk ve gençlerin çevre ve iklim konularına sahip çıkmalarıyla da, bu seneki bienalin ekoloji odağı çok güzel birleşir diye düşünüyordum. Sergiye girmeden önce bienalin temasını kısaca çocuklara özetlemeye çabaladım. Ancak gezdiğimizde çocuklar "Bunların Yedinci Kıta'yla ne ilgisi var" diye haklı bir şekilde sordular. Haklı diyorum, zira bir yetişkin olarak (sanatsal yetersizliğim bir yana) ben de bir bağ kuramadım. Evet rehber dinleyerek, veya uzun uzun kitapçıklar okuyarak, sanatçıların pek bir dolaylı anlatımlarına anlam vermek mümkün olabilir ama toplumları (başta çocuk ve gençleri) dönüştürmenin tohumları bu kadar dolaylı mı atılmalı, bu kadar güncel bir konuda daha direk bir şeyler söylemek çok mu zor, yoksa basit/kolay anlaşılır olan sanatsal olarak değersiz mi görülüyor gibi sorular kafamda yine döndü durdu. Pazar gezintisinin (bize göre) en zayıf halkasından bir hayal kırıklığı ile uzaklaştık.


İstiklal Caddesi'nde ilerlerken sırada Salt Beyoğlu vardı, "Mutluluk Resimlerimiz" isimli serginin sanatçısının Nur Koçak olduğunu gördüğümde çok heyecanlandım, zira yıllar önce onun Cahide Sonku'nun farklı dönemlerini resmedişinden çok etkilenmiş ve günceye de şu yazıda not düşmüştüm. Aradan 8 yıl geçmiş, aynı resimleri de bir kez daha görme ve çocuklarıma da gösterme imkanına kavuştum. Çocuklar da bu vesileyle fotogerçekçilik kavramını öğrenmiş oldular.



Çocukların yoğun acıkma sinyallerini bastırmanın yolu, bir sonraki durağımız Yapı Kredi Sanat'ta karşımıza çıkan "Abrakadabra" sergisi oldu. Son dönem çağdaş sanatın önde gelen isimlerinden ve pek çok sergide karşımıza çıkan "Halil Altındere"'nin eserleri çocuklar için biçilmiş kaftandı. Çocuklar sergiye bizden önce daldılar, ve daha ilk dakika güvenlik görevlisinin "dokunmaaaa" nidasıyla irkildik. Oğlum Cem piyanist heykelin bıyıklarını çekiştirmeye çalışmıştı, gerçek olup olmadığını anlamak istemişmiş. Fotogerçekçiliğin bir diğer önemli temsilcisi olan Altındere'nin heykellerinin de gerçekçiliğini birinci elden test etmiş olduk. Çıkışta Yapı Kredi yayınlarının Garfield serisinden son çıkan ciltleri almayı da ihmal etmedik.

Yemek molasından sonra aklımda bir de Arter'in yeni ihtişamlı binasına gitmek vardı, ama yürüme mesafesinde olmadığından onu bir başka pazara havale ettim. Son olarak İstiklal gezilerimizin klasiği Galatasaray'daki sahaflar çarşısına uğradık. Yaptığımız özenli sondaj çalışmalarıyla çocuklar için 2 güzel Almanca roman bulduk. Dönüşte vapur sonrası Kadıköy'de otoparktan trafik felç olduğu için 2 saat kadar çıkamadığımızda (gerçekten 2 saat otoparkta kaldık), günün finali bu romanlardan birini Nina'nın bize arabada okuması oldu.

12 Ekim 2019 Cumartesi

Sidi Larbi Cherkaoui ve Sutra


İKSV'nin sosyal medyada yoğun şekilde duyurusunu yaptığı, ve 9 yıl önce İstanbul'da sahnelendiğinde çok ses getirdiğini vurguladığı Sutra'nın tanıtım videosunu izlediğimde açıkçası çok da ilgimi çekmemişti. Akrobasiye yaklaşan bir dans stili, havada taklalar, atlamalar zıplamalar bana çok hitap etmiyor, ayrıca bir budist tapınağındaki rahiplerin yıllarca Dünya turnesine çıkıyor olması da çok samimi gelmemişti. Ancak koreograf Sidi Larbi'yi merak edip, yaptığı diğer işleri internetten izlediğimde çok etkilendim. Diğer çalışmaları Sutra'dan oldukça farklı ve büyüleyici. Her ne kadar çok ilgimi çekmemiş olsa da bir "Sidi Larbi" eseri izlemiş olmak ve ismine hafızamda (ve bu güncede) bir yer kazandırmak adına tuttum Zorlu PSM'nin yolunu.

Eserin koreografisinde dansçıların hareketlerinden daha çok, tek boy büyük sandıklara verdiği şekillerle etkiledi beni eser. Çocuklarımın uzun yıllardır oynadıkları ve hala sıkılmadıkları Kapla isimli bir oyun var. Tek boy ve şekil tahta parçalarından oluşuyor, hayal gücünü kullanınca verilemeyecek şekil kalmıyor. Sidi Larbi'nin çocukluğunda bu oyunu çok severek oynadığını tahmin ediyorum, belki de ilk koregrafi hayallerini bu oyuncakla kurmuştur. Zira kendisi de eser süresince sahnede bir orkestra şefi gibi bulundu ve ufak bir "kapla" modellemesini sahnenin ön tarafında gerçekleştirdikçe, arka plandaki sandıklar şekilden şekile girdi. Budist rahipler bir saat gibi işleyerek, bu görsel ziyafeti işliyor ve tamamlıyorlar.

Çok özgün ve etkileyici bir eser olduğuna şüphe yok ama umarım ilk fırsatta Sidi Larbi'nin çok daha fazla keyif alacağımı hisseettiğim diğer çalışmalarını canlı izleme fırsatım olur.