24 Aralık 2019 Salı

Film Güncesi - Kasım 2019


Kasım ayı filmden çok dizi izlediğimiz bir ay oldu. Ortalama diye değerlendirebileceğim filmlere denk geldik, film aşkımızı alevlendirip, bizi dizilerden uzak tutacak filmler maalesef çıkamadı karşımıza. Birkaç filmi de uyuyakalmak suretiyle yarım bıraktım, ama filmleri yarım bırakmayı sevmediğimden hepsini bir şekilde bitireceğim. Diğer yandan dizi Dünyası da çok üretken, çevrimiçi servislerin rekabetiyle her taraftan yeni dizi fışkırıyor. 2019 dizilerine yer vereceğim bir yazı da hazırlamam lazım.

Becoming Astrid (2019) - Pernille Fischer Christensen


Doğduklarından beri çocuklara Astrid Lindgren kitapları okuyoruz, aynı kitapları tekrar tekrar dinlemekten hala sıkılmadılar. Kitaplardaki çocuk karakterler öylesine sevimli, öylesine tatlılar ki, Lindgren'in müthiş bir çocukluk geçirmiş olacağına sağlam bir inançla oturdum filmin başına, ama zor bir hayatı olmuş, hiç de öyle her yerinden mutluluk fışkırmıyor. Notum 7.

Celle que vous Croyez (2019) - Safy Nebbou



Juliette Binoche uğruna izlediğim film, orta yaşlı bir kadının facebook'ta sahte fotoğrafla genç bir kadın profili oluşturarak genç bir adamla sanal ilişki kurmasını anlatıyor. Sanal/gerçek aşkı, yaşlanmayı, aşkta bedenin yerini, yalnızlığı anlatan, ama elindeki iyi malzeme ve müthiş oyuncuya rağmen, sıradışı olmayı başaramayan bir film. Notum 7.

Das Schweigende Klassenzimmer (2018) - Lars Kraume


Duvar yıkılmadan önce Doğu Almanya'daki gençlerin altında yaşadıkları baskı, Macaristan'daki ayaklanmalara dayanışma adına sınıfta 2 dakika sessiz kalma eylemi yapan gençlerin başına gelenler üzerinden anlatılıyor. Hikayenin gerçek olması filmin etkisini arttırıyor, bu gençlerin hepsi tabii batıya kaçmışlar. Notum 7.

Den skyldige (2018) - Gustav Möller


(Neredeyse) tek mekanda geçen klostrofobik filmlere İskandinavya'dan katkı var. Bir insan kaçırma suçuna ve takibine polis karakolunda, olaya kendini fazlasıyla kaptıran sicili sorunlu bir polisin telsizinden şahitlik yapıyoruz.  Notum 7.

Dolor y Gloria (2019) - Pedro Almodovar


Her Almodovar filmiyle ilgili bu günceye çiziktirirken kendimi yineliyorum, ama eski filmlerinin sihri maalesef yok yeni filmlerde. Yaşamış olduğu hayata ve yapabildiklerine dönüp bakarak, kendini sorgulayan, ununu elemiş, eleğini asmış yönetmen rolünde Antonio Banderas çok başarılı, film de bir yeni yönetmenden izlesek, fena değil, ama yönetmen koltuğunda Almodovar olunca yetmiyor. Filmde otobiyografik ögeler olduğuna şüphe yok, ama bence vazgeçmesin film çekmekten, bulsun tekrar eski formunu. Notum 7. 

El Camino: A Breaking Bad Movie (2019) - Vince Gilligan


Tamamını izlemiş olmakla beraber bir Breaking Bad dizisi hayranı değilim, o sebeple filmi izleyen çoğunluk gibi büyük beklentilerim yoktu ama küçük beklentiler için de sıradan bir film olmuş. Notum 6.

Eshtebak (Clash) (2016) - Mohamed Diab


Yakın dönemde Mısır'da yaşanan ayaklanmalarda farklı siyasi görüşteki göstericiler bir gösteri esnasında toplanarak bir polis aracına tıkılırlar. Dar alanda ülkedeki tabloya dair bir resim çiziyor yönetmen. Açıkçası takip etmekte biraz zorlandım, kimin hangi cephede olduğunu, biraz önden de bilgi sahibi olmayı gerektiriyor. Bana 2009 yapımı muhteşem Lebanon filmini hatırlattı. Notum 6.

On the Basis of Sex (2018) - Mimi Leder


ABD'nin en üst mahkemesinin üyelerinden Ruth Bader Ginsburg'un hayranlık veren kadın hakları mücadelesi. 1950'lerde pek çok diğer meslek gibi avukatlık da erkek mesleği olarak görülüyor. Erkeklerin Dünya'sında pırlanta gibi parlayan bir kadın müthiş bir mücadele veriyor ve kadın erkek eşitliği adına büyük zaferler elde ediyor. Onun sayesinde anayasadaki tüm ayrımcı maddeler teker teker temizleniyor. Tuttuğunu koparan güçlü bir kadının hikayesini tüm genç kızlar izlemeli, alınacak daha fersah fersah yol var. Filmi, maalesef içeriği kadar iyi bulmadım, fazla steril, fazla didaktik, fazla siyah beyaz, iyi kotarılsa bir başyapıt olabilirdi, yine de çok değerli. Notum 7.

21 Aralık 2019 Cumartesi

Macro - MaXXI



Macro, MaXXI deyince akla süpermarket gelebilir, ancak mekan Roma olunca akla çağdaş sanat geliyor. Roma'da geçirdiğimiz 3 günün ilk 2 gününü hiç durmadan sabahtan akşama kadar Roma sokaklarında gezerek geçirdik. Nina'yla ilk kez tam yirmi sene önce ilişkimizin ilk yılının yazında, sırtımızda çadır ve kocaman çanta, interrail ile Avrupa'yı gezerken gitmiştik Roma'ya. Ağustos ayının kalabalığı, ve sıcakta gergin İtalyanların kabalığının etkisiyle (buna Fransa'nın Akdeniz sahillerinde şımarmış olmayı da katalım) vardığımızın ertesi günü ilk trenle kaçarcasına ayrılmış ve cennetten huzurlu bir köşe olan Korfu'ya yönlenmiştik. Dolayısıyla Roma bizde çok iyi izler bırakamamıştı. 20 yıl sonra tekrar çok daha sakin bir Aralık Roma'sına ayak bastık, ama ne ayak basma, 60km yürümüşüz. Şehrin her köşesi, her binası ayrı güzel, hiç mi akıllarına gelmemiş İtalyan'ların sağa sola cam binalar, beton yığınları, plazalar, gökdelenler, avm'ler yapmak, gelsinler İstanbul'a medeniyet görsünler, bir de medeniyetin beşiği olacaklar. Şaka bir yana yürürken etkilenmemek elde değil, girmediğimiz ara sokak, kafamızı sokmadığımız avlu kalmadı, bir tane bile mi çirkinlik göremez insan. Roma'yı gezerken Paolo Sorrentino'nun taptığım filmi "La Grande Bellezza"'yı düşünmeden edemedim. Eğer bir insanın ömründe görebileceği güzelliklerin kotası diye bir mefhum olsaydı, bu şehri hakkıyla gezdikten sonra, direk olarak çıkışta tabut seçimine geçilebilirdi. Filmin upuzun girişindeki Roma'dan görüntülerin akabinde, kalp krizi geçiren turist de ruhunu bu şekilde teslim etmiş olmalıydı. Tabii ki kalp krizi geçirdiği çeşmenin bulunduğu tepeye de tırmanmayı ihmal etmedik, ve nicelerine başka türlü bir yeditepeli şehrin. İkinci günün sonunda çok ilginç bir hissin farkına vardım, gözüm ve gönlüm güzelliğe doymuş hatta fazlasıyla alışmıştı. Airbnb'den tuttuğumuz çatı katındaki duvarları boydan boya kitaplarla dolu (tatilin tamamını evde geçirmemekte çok zorlandık) güzel dairemizden çıkıp  kendimizi sokaklara verdiğimizde ağzımın kenarından kelimenin tam anlamıyla sular damlar, her sokakta durup çevremi seyrederken, ikinci günün sonunda tüm çevremi bir hayli kanıksamış ve güzellikleri olağan sayar hale gelmiştim, artık güzel bir binaya kafamı ikinci kez çevirip bakmıyordum. Acaba Romalı olsaydım, bu sokaklarda büyümüş biri olarak başka şehirleri gezerken göreceğim çirkinlikleri nasıl algılardım diye düşünmeden edemedim. Bir diğer konu da İstanbul adına beni bir kez daha çok üzdü, kahvenin başkentinde bir tane dahi zincir kahve mağazası yok. Bizim güzide şehrimizde, vahşice en güzel sokak/caddelerimizi fethetmiş olan fast food zincirlerinden hiç birini de göremedik, sadece iki tane mütevazi noktada, onlar da son derece göze batmayacak ve tabelasız şekilde büyük M vardı. Aşkolsun İtalyanlara, bizi butik yerel markalara, lezzetlere mecbur ettiler. Bu örnekler sayısız çoğaltılabilir, insanın içi gerçekten kan ağlıyor, cehaletimize, görgüsüzlüğümüze, kültürsüzlüğümüze, köksüzlüğümüze.


Konu başlığımıza dönersek, Roma'ya giderken kesin olan sadece tek bir planım vardı, meşhur ve çok genç yaşta hayata gözlerini yuman Iraklı mimar Zaha Hadid'in çizdiği müzeyi görmek, hatta Roma biletini alırken birincil motivasyon kaynağım olduğunu söyleyebilirim. Tepebaşı'ndaki Frank Gehry müzesinin yapılmasını engelleyenler, münasip bir taraflarına kınalarını yakabilirler. Evimizden şehrin bir hayli kuzeyindeki müzeye yürüyüp dönmek günün tek planı iken, yolumuza çıkanları da inceleriz diye düşündük. Yolumuza öyle mekanlar çıktı ki, neredeyse MaXXI'ye varamıyorduk. Ana tren istasyonunun kuzeyine geçer geçmez bir yerel pazar karşıladı bizi, stantların arasında zaman akıp geçerken, dönüşte bakarız diye kendimizi kandırmak zorunda kaldık. Bizi gerçekten durduran ilk mekan Macro (Museo d'Arte Contemporanea Roma) oldu. Hem davetkar, hem misafirperver halleri bizi çok etkiledi. Sadece izlediğiniz değil, katkıda bulunabildiğiniz çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği müthiş bir mekan. Mesela bir eserde masanın üzerine bir demet taze çiçek, makas, su ve ufak şeffaf poşetler koymuşlar. Poşete su doldurup içine çiçeği yerleştirip, yine masada bulunan çivilerle duvara çakabiliyorsunuz. Duvarlar ziyaretçilerin hazırlayıp yerleştirdikleri rengarenk çiçeklerle doluydu. Bir başka duvara çocuklar, gençler resimler çiziyordu, en büyük sergi salonunda kalabalık bir grup yoga yapıyordu. Üst kattan aşağıya upuzun sarkan masmavi sarileri takip ederek, yukarıdaki sergiye çıktığımızda, sarilerin üzerine el boyaması/çizmesi şeklinde çevreyle, ekolojiyle ilgili sayısız semboller, resimler çizildiğini, söylemler yazıldığını görünce, bizi çok güler yüzle karşılayan eserin sahibi sanatçı, bizi sari üzerine çizmeye davet etti. Bangladeş asıllı ABD'de yaşayan Dünya tatlısı Monica Jahan Bose ile sohbete başladık. Çocuklarımın bu seneki iklim değişikliği ve çevre kirliliğine dikkat çeken temasıyla İstanbul bienalinde yaşadıkları hayal kırıklığını, sanatın toplumdan iyice uzaklaşır ve zor anlaşılır halleri üzerine dert yanmaya başlayınca müthiş bir muhabbet ortaya çıktı. Konudan konuya atladık, eğer MaXXI'yi göremeyeceğim endişesi olmasa muhtemelen akşama kadar orada koyu sohbet devam edecekti. Bu arada binanın özellikle de iç mimarisi ayrıca muhteşemdi, sadece tuvaletleri görmek için bile gidilebilir. Ünlü bir Fransız mimar çizmiş; Odile Decq. Mekanın güzel cafesinde kahvelerimizi höpürdettikten sonra yine düştük yollara. 


Zaman daraldığından pek çok sergiyi daha es geçmek zorunda kaldık. Bir önceki gün, batı kıyısından dolaştığımız müthiş Villa Borghese parkını bu sefer doğu sınırından yürürken, önünden geçtiğimiz Borghese Galeri ve Müzesi nefsimizi sıkı sınadı ama dayandık. Ancak parktan çıktığımızda karşımıza çıkan tarif edilemeyecek ihtişamdaki National Gallery of Modern and Contemporary Art ve merdivenlerindeki yazı, bizi Siren'e kapılmış şekilde içine çekti. 19. ve 20. yüzyıl eserleri bir arada ve gerçekten de zamanın çivisi çıkmış şekilde "Time is out of Joint", 200 yıla dair muazzam bir koleksiyonu, daha önce hiç karşılaşmadığım bir kürasyonla, yani dönem, stil, akımdan bağımsız olarak birlikte, daha çok tematik ve estetik olarak düzenleyerek sergilemişler. Modern bir resimden kafanızı çevirdiğiniz klasik bir heykelle karşılaşabiliyor, bir çağdaş sanat yerleştirmesinin hemen yanında klasik resmin başyapıtlarını gözlerinize çekebiliyorsunuz. İnanılmaz bir koleksiyon, iki yüzyıla dair akla ilk gelebilecek 500 sanatçı sorulsa, hepsi mevcuttu. Hayranlığımı yeterli ifade edemeyeceğim, tek kelime edebilirim; muhteşem. Hamlet'in düsturuyla girdiğimiz müzeden büyülenmiş şekilde çıktık.


Hava kararmaya yüz tutmuşken, biz MaXXI'ye yolumuzu yarılamayı dahi başaramamıştık. Kafamıza at gözlüklerimizi geçirip sağa sola bakmadan, artık iyiden iyiye sızlamaya başlamış olan bacaklarımıza son bir kırbacı vurarak, kararlı ve emin adımlarla MaXXI'ye vardık. 19. ve 20. yüzyıla doyduktan sonra adını "benim yirmi birinci yüzyılım" diye çevirebileceğimiz çağdaş sanat müzesine vardık. Hava kararmış, biz de bitmiştik ve binanın önüne oturduğumuzda, Nina bana katılamayacağını söyleyip, kendim gezmemi rica etti ama tabii ki kabul etmedim. Bir süre bankta oturarak binayı dışarıdan izledikten sonra ilk "tekrar yürüyebiliriz" sanrısına kapıldığımızda nefesi gişede aldık. Zaha Hadid'in mimarisi tabii ki form açısından çok özgün ve çarpıcı ama açıkçası fazla beton hali bizi pek etkilemedi. İçerisi de biraz labirente dönmüş, elimde harita gezmeyi hiç sevmediğimden, çok sayıda farklı sergiye ev sahipliği yapan mekanı yön duyguma güvenerek gezmeye başladık, ama olur olmaz yerlerden salonlar birbirine bağlandıkça verimli gezme (buna çok ihtiyacımız vardı) imkanı olmadı, aynı noktalara dönüp durduk, bir süre sonra tüm sergileri gezme hırsımı bir yana bıraktım, sevgili ve nazik eşime de acıdım. Gezebildiğimiz kadarıyla sergilerin ağırlık noktasının (muhtemelen müzenin böyle bir misyonu var) mimari olduğunu gördük. Eserlerin fazla soyut halleri de çok fazla ilgimizi çekmedi, yazı okumaya, referans aramaya da takatimiz kalmamıştı. Neyseki karnımızı sanata ve estetiğe doyurarak gelmiştik. Kapanış saati de kapıya dayanınca evimize doğru yürümeye başladık, evet ve de tüm o yorgunluğa rağmen her seyahatimizde olageldiği üzere yürüyerek geri döndük, karbon ayak izimizi de sadece şehre giriş ve çıkış yaptığımız trenle (hava çok güzeldi, evde ısıtmayı da açmadık) sınırlı tuttuk.

20 Aralık 2019 Cuma

Kayıp Kimlik - İstanbul Tiyatro Festivali


Bu seneki tiyatro festivalinde izlediğimiz ikinci oyun, Portekizli Arena Enseble'dan "Profil Perdu" Kayıp Kimlik ile turnayı gözünden vurduk. İlk 15 dakikasında ne anlatmaya çalıştığına dair fazla bir fikir üretemeyerek, yeni bir hayal kırıklığı mı geliyor derken, yavaş yavaş gözlerimize ekilen parçalar anlam üretmeye başladı, ve hep üzerine ekleye ekleye, sonunda son derece tatmin olmuş şekilde sahneden ayrıldık. Oyun esnasında oyuncular ne zaman arkalarını dönseler koşarak, adeta kaçarak salonu terk edenler oldu. Bir oyunu hiç beğenmeseler de, hele bir de yabancı olduklarını düşünerek, misafirperverlik adına salonda kalmak ne kadar zor olabilirdi diye düşünmeden edemedim. Dasdas'ın sahnesinin arkadan çıkışı bulunmuyor, ön tarafta sahnenin hemen önünden çıkılması gerekiyor. Hem oyuncuların hem de bizim dikkatimizi dağıtan odunlar, oyun hakkında kim bilir neler anlattılar çevrelerine. Halbuki sabredenler çok derin, yorumlamaya çok açık, çerçevesi çok hafifçe çizilmiş, içinden sadece bir takım izlenimler, eskizler veren, hissettiren çok özel bir oyunla ödüllendirildiler.


Anlatılanların otoriter bir baba figürüne, onun çocuğa mesafeli duruşuna, sevgisizliğine dair kısımları ayrı çarpıcı, toplumsal cinsiyet, birey olma gibi konulara değinişi ayrı etkileyiciydi. Anlayabildiğim kadarıyla yönetmen Marco Martins, oyuncular Beatriz Batarda & Romeu Runa ile birlikte, onların çocukluk anıları ve özellikle babalarıyla ilişkileri üzerinden çok ünlü yazarların, Kafka, Plath, Sofokles, Shakespeare... metinlerinden parçalar da katarak, oyuncuların da özellikle bedenlerini kullanarak bir kolaj yapmış. Düz bir metin / oyun yerine bilincin gizemli dolambaçlarında dolaşılan, herkesin kendinden bir şeyler yakalayabileceği, herkesin kendi hikayeleri ile birleştirerek öznel bir okuma yapabileceği gerçekten iz bırakan bir eser çıkmış ortaya.


Festivalde izlediğimiz ilk oyun Traptown'la kıyaslamak istersem, esasında çok daha da soyut bir anlatım şekline sahip olmasına rağmen, izleyicisine çok daha güçlü dokunabilen bir oyun. Buradan yaptığım çıkarım, anlatım tarzının ne kadar soyut olduğundan daha çok ne kadar samimi olduğunun eser açısından çok daha kritik olduğu.

19 Aralık 2019 Perşembe

OMM Odunpazarı Modern Müze


Okulların ara tatilinden faydalanıp bir haftasonu çocuklarla Eskişehir'e gittik. Odunpazarı'na geldiğimizde upuzun bir kuyrukla karşılaştık. Halkımızın modern sanata ilgisi gerçekten gözlerimi yaşartmıştı, ama yaklaşık bir yarım saat kadar bekledikten sonra fark ettik ki, girmiş olduğumuz kuyruk Modern Müze'nin hemen yanı başındaki Balmumu Heykel Müzesi'ne aitti. Madem yarım saat bekledik bari kuyruktan çıkmayalım diyerek, kuyrukta tam 1 saat bekledikten sonra Eskişehir'in başarılı belediye başkanı Yılmaz Büyükerşen'in yaptığı balmumu heykellerden oluşan müzeye giriş yapabildik. Şehrin iç turizmine katkısı tartışmasız olan müze bizi fazla etkilemedi, hızlıca Odunpazarı'nda tarihi evlerin arasında yeni açılmış olan Modern müzeye yönlendik. Çocuklar mimariyi "domates kasası" olarak nitelese de çok etkileyici olduğu konusunda mutabık kaldık. İçine girdiğimizde, içinin de hem mimari açıdan, hem de ev sahipliği yaptığı eserler açısından dışı kadar etkileyici olduğunu gördük. Çok etkileyici, çoğu genç sanatçılara ait modern eserlerden oluşan koleksiyon, bienal travmasını henüz tam atlatamamış olan çocukların, çağdaş sanata olan tepkilerini yumuşatmayı başardı. Her katta en çok beğendiğimiz eserleri seçip, fotoğraflarını çektik. Müzenin büyüklüğü de çok ideal, çok yormadan, tadı damağında bırakarak keyifle gezdiriyor kendini.


Eskişehir, İstanbul'un son on yıllarda yapamadığını fazlasıyla yapıyor. İstanbul, boyutuna oranla kamera şakası gibi az konser salonu, müze, kültürel kurumlara sahipken, Eskişehir'in her tarafından müze ve parklar fışkırıyor. On yıllardır AKM diye inliyoruz, Tepebaşı'na yapılacak Frank Gehry imzalı müthiş müze projesi, o çirkin TRT binası yüzünden yapılamadı, Haliç'te yapılacak bir diğer çağdaş sanat müzesi ruhsat verilmediği için gerçekleşemedi. Yapılamayanlar, yaptırılmayanlar saymakla bitmez, gerçekten İstanbul'a çok yazık oldu ve olmaya devam ediyor, Dünya'nın en güzel şehrini kendi ellerimizle mahvediyoruz. Gehry'nin tasarladığı Guggenheim müzesinin sıradan bir sanayi şehri olan Bilbao'yu nasıl dönüştürdüğünü görenler, göz göre göre kaçan fırsatlara akıl sır erdiremeyeceklerdir. Sadece o müze İstanbul'a milyonlarca ek turist ve gelir kazandıracaktı.
Eskişehir'de ise OMM'den çıkınca tarihi evlerin arasında dolaştık, tarihi çarşıyı gezdik, irili ufaklı müzelere girdik, Şelale Park'ta şehri tepeden izledik, adeta yerli Venedik'e dönüşmüş Porsuk nehri boyunca saatlerce yürüyerek, Sazova parkına gittik, Masal şatosuna, korsan gemisine girdik, hayvanat bahçesini (İstanbul'da örneği yok, Darıca'dakinden kat kat güzel) büyük akvaryumunu ziyaret ettik. Tüm bunları da sadece yürüyerek hiç arabaya binmeden yaptık. İstanbul'un Eskişehir'den öğreneceği çok şey var.

18 Aralık 2019 Çarşamba

Traptown - İstanbul Tiyatro Festivali


Bu sene İstanbul Tiyatro Festivali'nin programını incelediğimde çok heyecanlandım, zira önceki yıllara oranla çok sayıda yabancı yapım vardı. Kanımca festival zaten bu şekilde olmalı, İstanbul'da seyretme imkanımız olmayan yenilikçi oyunları izleyebilmeliyiz. Seçip hemen bilet edindiğimiz iki oyundan ilki Belçikalı grup Ultima Vez'in "Traptown"'ı idi. Oyunu izlemek için ilk defa Maslak'taki Unique Hall'a gittim. Ön tarafta oluşmuş upuzun kuyruğa girdiğimde, içeri sokamayacakları için yanlarında getirdikleri içkileri kafalarına dikmekle meşgul garip bir genç kitlenin arasında kültür şoku yaşarken, fark ettim ki kuyruk, hemen yandaki Volkswagen Arena'da aynı akşam ünlü rapçi Ezhel'in konseri için toplanmış kitleye aitmiş. Bir rahatlayıp, kuyruğun yanından Unique Hall'e geçtim, burada da yine bir AVM yapılmış, Maslak ormanlarından kaç bin ağacın daha bu sıradan AVM için katlediğini düşünmek dahi çok acı, her etkinlik / konser mekanının bedeli bir AVM olmalı mıdır? Artık şehirde üretilen kültür mekanlarının büyük kısmı, AVM'lere müşteri çekme niyetiyle (belki de yönetmelikler de zorunlu tutuyordur) yapılıyor. 


Neyse konuya dönersem, tiyatro adına ezberlerimizin bozulabilmesi ümidiyle salonda yerimizi aldık. Yönetmen ve koreograf Wim Vandekeybus eserinde dansı, tiyatroyu ve filmi kullanarak iki toplumun tasvirini yapıyor, ezen ve ezilen, balı yapan, balı yiyen olarak tanımlanabilecek iki toplumun hikayesi çok aşina olduğumuz bir tema, aşina olmadığımız kısmı oldukça soyut ve karmaşık olan anlatım yöntemi. Tek tek bileşenlere baktığımda, muhteşem oyuncular/dansçılar, muhteşem dekor, muhteşem müzikler, muhteşem vesaire vesaire mevcuttu, ancak tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, belki de bana fazla soyut gelen anlatım şeklinin etkisiyle, eserin içine girmekte ve etkilenmekte zorlandım, iki artı iki zar zor üç ediyordu. Hatta sonlara doğru kafam önüme devrilmeye başladı ki, bu kadar heyecanlı olduğum bir eserde kolay kolay başıma gelecek bir durum değildir. Umutlarımı bilet aldığımız ikinci oyuna saklayarak biraz hayal kırıklığı ile ayrıldım mekandan.

17 Aralık 2019 Salı

Aleko - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Aleko'ya geçen sezon bilet almıştım ama izlemeye gittiğimizde iptal olduğunu görüp, onun yerine sahnelenen Cervantes Çeşitlemeleri'ni izlemiştik. Bu sefer neyseki iptal olmadı, her zamanki locamızda yerimizi aldık. Rachmaninov'un bu eseriyle Idobale'nin sahnelemesi sayesinde tanıştım. Yaklaşık 1 saatlik çok keyifli bir eser. Çingene topluluğunda yaşanan bir aşk üçgenini anlatıyor. Zemfira'ya olan aşkı için medeni hayattan uzaklaşıp çingenelerle yaşamaya başlayan Rus Aleko Zemfira'yı fazlasıyla, onu bunaltacak şekilde sahiplenmektedir. Annesi de başka bir aşka yelken açmak için babasını terk etmiş olan Zemfira ise, aşkın özgür olduğunu savunmaktadır ve gönlünü başka bir gence çoktan kaptırmıştır. Cem her opera eserinde olduğu gibi yine çok beğendi, Dalya da Verdi'nin Requiem'ine göre daha çok beğendi, zira müziğin yanı sıra güzel sahneleme ve üst yazılar sayesinde hikayeyi de takip edebildi. Çıkışta keyifli bir cumartesi gününü lezzetle tamamlamak üzere pastanenin yolunu tuttuk.

16 Aralık 2019 Pazartesi

Kosovalı Peer Gynt - İstanbul Devlet Tiyatrosu


İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sergilediği oyun için ilk defa gittiğimiz Kozyatağı Kültür Merkezi'nde tiyatro salonunun, daha çok bir konferans salonunu andıran havasına fazla ısınamadım, böyle bir sahnede oyunun insanı içine çekmesi kolay olmayacaktı. Ne kadarı sahneden, ne kadarı oyunun kendisinden kaynaklanıyor (muhtemelen her ikisi de) bilemiyorum ama oyun gerçekten de beni içine çekemedi. Kosovalı yazar Yeton Neziray ülkesinde 90'lı yıllarda yaşanan iç savaş ve karmaşa sebebiyle ülkesini terk edip, Avrupa'nın farklı ülkelerine iltica etmeye çabalayan bir gencin hikayesini anlatıyor. Savaşların yıkımına, aileleri parçalamasına, çok güncel olan Avrupa'daki mülteci sorununa, Avrupalı'ların soruna son derece ikiyüzlü yaklaşımlarına değiniyor. Hareketli platform üzerindeki sahne dekorlarının yaratıcı kullanımı, anlatımı destekleyen iyi müzik seçimleri, yer yer güldüren sağlam bir mizah, brechtyen rolden çıkışlar ve iyi oyunculuklar bir araya geldiğinde sağlam bir modern eser ortaya çıkabilmeliydi, ama eksik kalan bir şeyler var. Ne kadarı metinden, ne kadarı rejiden kaynaklanıyor emin olamıyorum ama oyun dağınık kaldı, meramını net anlatamadı. Yine de hakkını yemeyeyim, 2,5 saatlik süresine rağmen çocuklar ilgiyle sonuna kadar izlediler. Özellikle Alman kadının, evini soymaya gelen Peer'in acıklı hikayesini dinlerken "Aman tanrım, ne kadar korkunç" nidaları uzun süre dillerimize pelesenk oldu, hala da ara ara çocuklar taklidini yapmaya devam ediyorlar.

Yazan: Yeton Neziray
Çeviren: Senem Cevher
Yöneten: Saydam Yeniay
Oyuncular:
Peer: Erşan Utku Ölmez
Anne: Fatma Öney
Baba: Yener Sezgin
Bac: Hakan Şahin
Polis: Emir Üstündağ
Bela: Duhan Şahin
Avukat: Yusuf Can Sancaklı
Yaşlı Kadın: Nurhayat Boz
Alman ve İngiliz Memur/Küçük Peer/ İsveçli Memur: Ozan Dağara
Halk: Nazime Birben Akbulut / Duygu Aydoğmuş
Alman Polis: Zekayi Metin



15 Aralık 2019 Pazar

Messa da Requiem - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Hemen her Cumartesi Süreyya Operası ziyaretlerimizi çocuklarla bir ritüel haline getirdik. Önce Kadıköy sokaklarında dolaşıyoruz, konser öncesi Yaşar Usta'dan dondurma/sorbe alıyoruz, konser sonrası da Pasifik Pastanesi'nde pasta yeniyor. Bu ritüel sayesinde klasik müzikle arası fazla sıcak olmayan (ki sanırım artık gerçekten kulağı çok alıştı) Dalya da hevesle konserlere geliyor. Herhalde uç nokta onu "ölüye ağıt" olarak tabir edilebilecek bir requiem'e götürmek olurdu ki, bu sınavı da başarıyla atlattık. Her ne kadar sonunda "fazla beğenmedim" dese de konser boyunca herhangi bir sıkılma emaresi göstermedi. Cem, Nina ve ben ise konserden çok keyif aldık. Koro ve solistlerin hepsi çok iyiydi ama özellikle Soprano Perihan N. Artan güzel sesiyle bizi mest etti. Ona Şef Zdravko Lazarov yönetiminde Mezzosoprano Aylin Ateş, Tenor Bülent Külekçi ve Bas Suat Arıkan eşlik ettiler.
Verdi bu eserini, hayran olduğu İtalyan şair ve romancı Alessandro Manzoni’ye ithaf etmiş, ilk seslendirme 1874 yılında Milano'da gerçekleşmiş. Umarım bir gün çocuklarla birlikte Mozart'ın "Requiem"'ini veya Pergolesi'nin "Stabat Mater"'ini de canlı dinleme imkanını buluruz.