10 Mayıs 2020 Pazar

Isaac Asimov - Vakıf


Bir bilim-kurgu hayranı olarak, uzun yıllardır başlamak istediğim bir seriydi Vakıf. Her ne kadar Dune, Fahrenheit 451 gibi hayatta en keyif alarak okuduğum kitaplar 50'li 60'lı yıllarda yazılmış ve aradan kaç yüzyıl geçerse geçsin zamansız kitaplar olsalar da, yine de eski bilim-kurgu kitaplarına hala biraz ihtiyatla yaklaşıyorum. Sonuçta teknoloji son 50 yıla bakınca insanlık tarihine kıyasla baş döndürücü bir hızla gelişti, ve eskiden yazılmış kitapların teknolojinin evrildiği noktaları ıskalama riskleri bulunuyor.

Salgınla birlikte kitap okumaya daha fazla vakit ayırma imkanı doğunca, bu çekincemi bir kenara bırakarak, Vakıf serisinin ilk kitabı "Vakıf"'a adım attım. Kitap beni anında içine çekti ve bir çırpıda bitti. İkinci kitaba başlamadan hemen bu günceye bir not düşmek istedim. Çok ileri çağlarda tüm galaksiler merkezi bir imparatorluk tarafından yönetilmektedir. Psikotarih olarak isimlendirilen bir bilim dalı, medeniyetlerin sonraki yüzyıllarda nasıl gelişeceği, insanlığın nereye evrileceği ile ilgilenmektedir. Matematiksel modeller kullanarak insanların, toplumların olaylar karşısında vereceği tepkiler hesaplanabilmektedir.

Psikotarih'in en büyük ustası Harin Seldon, yaptığı analizlerde merkezi imparatorluğun yakın gelecekte çökeceğini hesaplayarak, çöküş sonrası ortaya çıkacak karanlık çağın binlerce yıl sürmesini engellemek ve medeniyetlerin yok olmasını önlemek için, evrenin unutulmuş uç noktaların birinde bir vakıf kurar ve bu vakfı evrende birikmiş tüm bilgiyi arşivlemek için çalıştırmaya başlar.


Günümüze kadarki insanlık tarihinin gelişimi, imparatorlukların gelişmeleri ve çökmeleri, dinin, ticaretin, küreselleşmenin oynadığı rolü o kadar muazzam bir alegori olarak işlemiş ki Asimov, şapka çıkarmamak elde değil. Tüm bunu lafı uzatmadan, gereksiz yan hikayelere dalmadan, fazla süslü laflar etmeden doğrudan aktarıyor. Harin Seldon'un yüzlerce yıl sonra dahi neler olacağını öngördüğü süreçler çok uzun bir süreyi kapsadığından, kitap sürekli 50 yıl 80 yıl atlayarak ilerliyor. Her yaşanan gelişme, bir sonraki dönemde olacakların tohumlarını ekiyor ve böylece sürekli yeni karakterler ve yeni liderlerle tanışıyoruz.

Kitaba gerçekten bayıldım, umarım devamı da aynı şekilde gelir. Gerçekten zamansız bu seriden kendimi bu kadar yıl mahrum bıraktığım için de üzüldüm. Demek ki bilim-kurgunun klasiklerine yazıldıkları dönemden bağımsız, ön-yargısız yaklaşmak gerekiyor.

3 Mayıs 2020 Pazar

Korona Günlüğü - III


Artık gerçekten çok bunaldığımı kabul ediyorum, yazsam rahatlar mıyım, bilemiyorum. İlk dört haftayı çocuklarla ilgilenmekle, tatlı pişirmekle, kitap okumakla, müzik dinleyip, film/dizi izlemekle dolu geçirip, işler ne olacak, geleceğimiz nasıl olacak konularını kafamın en kuytu köşelerine tıkıştırarak geçirmeyi başarabilmiştim. Geçen hafta işe gitmem gerektiğinde, bunun çok iyi bir değişiklik olacağına dair bir inancım vardı, ama tam tersi oldu. Bütün gün karşımdaki ekranda rakamlara baktıkça fenalaştım. 

Biliyorum şu anda milyarlarca insan aynı durumda, ama onlar gibi benim için de bu durum bir teselli olamıyor. Kendi işini yapan ve salgın sebebiyle tek gelir kaynağı olan mağazalarını kapamak zorunda olan herkes gibi, ben de derin bir panik içerisindeyim. İlk başlarda 1 ay bilemedim 2 ay sonra normal hayata döneriz diye düşünürken, artık bunun mümkün olamayacağını çok net görebiliyorum. Virüs, aşısı bulunup, milyarlarca insanlar aşıyla buluşana kadar gitmeyecek, gitmiş gibi görünse de, sürekli geri gelecek. Etkin bir aşının en erken 2021'de çıkabileceği düşünülünce, paniklememek mümkün mü?

Karaları bağlamak çözüm değil, mevcut koşullara uyum sağlayabilmek en önemlisi biliyorum, bir yandan da çabalıyorum, ama bu mideme saplanan ağrılara, arada boğuluyor gibi olma hissine engel olamıyor. Şalteri yok ki bu meretlerin, mantığımın söyledikleriyle insin aşağıya. Biliyorum ailem ve sevdiklerim sağlıklı, elbette er ya da geç tüm bunlar geçmişe gömülecek, ve ben sıkıldığımla kalacağım. Çocuklar büyüdüğünde bu satırları okurlarsa, muhtemelen babamız da ne kadar gereksiz sıkılmış, hatırlıyoruz, biz halimizden şikayetçi değildik diyecekler.

Evet çocukların her türlü koşula hızlı uyum sağlayabilmeleri gerçekten çok değerli. Bizimkiler de hala mutlu gözüküyorlar. Çoğu zaman çok iyi anlaşıyorlar, ben bu satıları yazarken, ikisi de çizimlerle doldurdukları günlüklerini yazıp çizmekle meşguller, ancak biraz önce bir kalem için birbirlerine girdiler, Dalya yarım saat sinir krizi geçirdi, sakinleştiremedik. Sonra kaldıkları yerden sohbet muhabbete devam. Her ne kadar benim işe gitmiş olmamla, evdeki disiplin ve kurallar ciddi bir darbe aldıysa da eve geldikçe durumu telafi etmeye çalıştım. İşe ilk gittiğim akşam eve geldiğimde Nina gerçekten nakavt durumdaydı, çocuklar onun gerçekte bir melek oluşunu fazlasıyla istismar etmişlerdi. Ama bir şekilde bu duruma da uyum sağladık.

Oluşturduğumuz rutinler devam ediyor, çocuklar söylene söylene, bizim iteklememizle de olsa ekran karşısında derslere giriyorlar, ödevlerini yapıyorlar. Dalya ikinci senedir devam ettiği karikatür kurslarına çevrimiçi bağlanarak devam ediyor, boş zamanlarında da bol bol karikatür çiziyor. Çello ve gitar dersleri devam ediyor. Yeni bir diziye başladık. Brainchild çocuklar için hazırlanmış bir bilim dizisi. Mikroplar, rüyalar, duygular, motivasyon gibi konular üzerine çok kaliteli ve eğlenceli bir içeriği var. Çocuklar yıllardır alman kanallarında yayınlanan bilim programı Woozle Goozle'ın hastasılar, ancak eve kapandığımızdan bu yana çocuk kanallarını kilitlediğimden izleyemiyorlar, onun boşluğunda Brainchild'ı çok sevdiler.


Ailecek gözdemiz "The Great British Bake Off"'un 10. ve 9. sezonundan sonra ilk sezonunu izledik ama farklı jüri ve sunucu ile başlamış olduklarını fark edince tekrar 8. sezondan devam ediyoruz. Bu sevimli yarışma, kafamı karanlık düşüncelerden en rahat uzaklaştırabildiğim program olmaya devam ediyor. Çocuklarla bayılarak izlediğimiz diğer bir dizimiz The Dark Crystal da maalesef bitti. Şimdi Anne with an E'yi izlemeye başladık. Arka araya izlediğimiz birbirinden fantastik dizilerden sonra, bir çiftlikte küçük yetim bir kızın başından geçenleri anlatan drama, çocuklara ilk başta biraz temposu düşük geldi, ama 2, 3 bölüm devirdikten sonra "baba lütfen bir bölüm daha" kategorisine geçti. İlk sezonu devirip, ikinciye başladık bile.

Salgın başladığında parklar ve sahil yolu kapanmadan önce, her gün mutlaka çocuklarla dışarı çıkıp, spor yapıyorduk. Ancak parklar kapanıp, çocuklara dışarı çıkma yasağı gelince, bu bizi çok rahatlatan faaliyet rutinimizden çıkmış oldu. Nina disiplinli bir Alman olarak sabahları kalkar kalkmaz aksatmadan esneme hareketlerini yapıyor, ancak evde geriye kalan 2 melez ve şahsım bir türlü kendimizi ikna edemiyoruz. Bunun üzerine yeni girişimlerim oldu. 

Çocuklar küçükken yatakta sürekli güreşirdik, bayılırlardı, özellikle Cem irileşince bu güreşme halleri özellikle Dalya için tehlikeli hale gelmeye başladığından bırakmıştım ama şimdi artık Dalya da güçlendiğinden tekrar güreşmeye başladık, ancak bu sefer de üçümüzün ağırlığından yatak çatırdamaya başladı. Bir de daha küçüklerken onları havaya fırlatır, kafamın üstünden arkaya geçirip sırtımda yakalar, bacaklarımın arasından geçirip döndürürdüm. Çocuklar baba yine lunapark yap diye delirirlerdi. Bunu da denedim ancak Cem'i ayaklarından baş aşağı havaya kaldırmam bile binbir güçlükle mümkün oldu, durumu kurtarmak için, sizi sadece bacaklarınızdan havaya asacağım, boylarınız biraz uzasın dedim. Zaman ne kadar hızlı geçiyor, ne kadar hızlı büyüyorlar.

Bahçemiz çok dar olduğundan, sokağa çıkma yasağı olan günlerde yola çıkıp voleybol ve badminton oynuyoruz, çok iyi geliyor ama eve girince yine kaygılar başıma üşüşüyor. Akşamları çocuklar yataklarına kitap okumaya gidiyorlar. Cem Enid Blyton'ın Adventure serisini bitirdi, başladığı Mysteries serisinin de 12. kitabına geldi. Kitap okurken neredeyse birebir Cem'in izinden giden Dalya da Enid Blyton'un Famous Five serisine başladı. Artık onun da İngilizce kitap Dünya'sına dalmasına çok mutlu oldum.

Çocuklar odalarına çekilince, biz de Nina'yla film ve dizilerimizi izliyoruz. Ancak artık eskisi kadar iyi odaklanamıyorum, aklım sürekli işe gidiyor, bazen bir film ilerlediğinde, film izlediğimin farkında olmadığımın ayırdına varıyorum, aklım çoktan neyi nereye koyup nasıl yapacağımla haşır neşir olmaya dalmış oluyor. İçimden kitap okumak, müzik dinlemek de gelmiyor, mutfağa da giresim yok, bu günceye de yazasım yok. İlk başlarda her gün yazarken, şimdi bu yazıyı yazmam için günlerden beri kendimi ikna etmeye çalışıyorum.

Korona günlüğümün dördüncü bölümü umarım daha iyi haberlerle dolu olacak...

26 Nisan 2020 Pazar

Diziler - Ocak-Nisan


İzlediğimiz dizilere dair en son Ocak ayında şu notu düşmüşüm. Sonrasında çok beğendiğim dizilerden iki tanesine de ( Foodie Love, High Fidelity ) değinmiştim. Bakiye dizilere dair, alfabetik sırayla ve bir iki cümleyle notlar;


After Life - 2. Sezon - 6/10
İlk sezonunu çok beğendiğim dizinin ikinci sezonu hayal kırıklığı yarattı. Sanki sırf çok tuttu diye ikinci sezonu yapılmış, ama ilk sezonun sadece kötü bir kopyası olmuş. Eşi kansere yenik düşen bir yerel gazetecinin, acısıyla başa çık(amay)ışını izliyoruz. 


Altered Carbon - 2. Sezon - 7/10
İlk sezona kıyasla, özellikle yan rollerde çok daha iyi bir kadro var. Kaliteli bir bilim kurgu olmakla birlikte, bir şaheser de değil, ilk sezonun üzerine fazla bir şey ekleyemiyor. Takeshi Kovacs yeni bir vücutta, büyük aşkı Quellcrist Falconer'ın izini sürmeye devam ediyor.


Belgravia - 8/10
Julian Fellows ne yazsa izleriz kategorisinden ilk dizimiz Belgravia. Jenerik müziği dahi o kadar Downton Abbey'e benziyordu ki, çok heyecana kapıldım. Tabii ki Downton Abbey'in yanına dahi yaklaşamadı, ama yine de keyifle izletti kendini. Bol entrikanın döndüğü, sınıflar arası farkların ağlarını ördüğü, Tamsin Greig'in muhteşem oynadığı dizi, iyi bir çerezlik.


Flesh and Blood - 7/10
İleri yaşta tekrar aşık olan anneleri için endişelenen 3 yetişkin kardeş, annelerinin parası için kandırıldığını düşünmektedirler. Klasik bir karadul muamması olarak fena işlenmemiş dizi, sonuna kadar ilgiyle izletiyor, Imelda Staunton meraklı komşu olarak çok iyi.


Homeland - 8. Sezon - 8/10
Yıllardır CIA ajanı Carrie Mathison sayesinde biraz fikir sahibi olabildiğimiz ajanlık işleri, artık finale eriyor. Her sezonunu ilgiyle izlediğimiz Homeland, 8. ve son sezonunda Afganistan'a el atıyor. Bu satırları yazarken yayınlanmamış sadece son bir bölümü kaldı, şimdiden özlemeye başladım.


Outlander - 5. Sezon - 6/10
Önce kitabını okuyarak, sonra dizisini beğenerek izlemeye başladığımız Outlander, 5. sezona geldiğinde artık iyice kabak tadı vermeye başladı, sabun köpüğü operaya bağladı. Sanırım artık işleyecek konu da pek kalmadı. Taşına dokunduğu gizemli bir tapınak vesilesiyle 200 yıl geriye giden Claire, belki Jamie'yi 20. yüzyıla getirmeyi denese yeni malzeme çıkabilir.


State of the Union - 7/10
Evlilik terapisi alan bir çiftin, seans öncesi hep aynı kafede buluşmalarını resmeden, ilişkiler üzerine keyifli bir seyirlik.


The English Game - 6/10
Yine Julian Fellows vesilesiyle izlediğimiz dizi, futbolun büyük bir endüstriye dönüşmeden önce çakılan ilk kıvılcımlarını anlatıyor. Fellows'un kaleminden çıkan her eserde olduğu gibi yine sınıflar arası mücadelenin iyi bir örneği, ancak bu sefer (bana göre) oldukça talihsiz oyuncu tercihlerinin kurbanı oluyor.


The Mandalorian - 8/10
Çocuklarla beraber izlediğimiz diziyi çok beğendik. Star Wars Dünyası'ndan kafa avcısı Boba Fett'in ırkını anlatıyor dizi, ancak herkesin hem fikir olduğu nokta, dizinin asıl değerinin sevimlilik abidesi Bebek Yoda'nın varlığı.  


The Outsider - 6/10
Bugüne kadar belki yüzlerce dizi izlemişimdir, ama bu kadar iyi başlayıp bu kadar kötü bitiren bir dizi daha izlediğimi hatırlamıyorum. Dizinin ilk yarısıyla ikinci yarısı sanki tamamen iki farklı yapım gibi. Steven King ustanın kalemi mi böyle öngörmüş bilemiyorum ama olmamış. Kasabanın sevilen bir karakterinin çok kesin delillerle, bir çocuk cinayetinin zanlısı olması, aynı anda bambaşka bir şehirde bulunduğuna dair yine net kanıtlarla kafaları karıştırıyor.


The Virtues - 7/10
Ayrıldığı karısı ve oğlunun Avustralya'ya göç etmeleri üzerine, yapayalnız kalan bir adamın sancıları Stephen Graham'ın muhteşem oyunculuğuyla anlatılıyor.


Unbelievable - 9/10
Kadınları tecavüz ederek öldüren bir seri katilin peşine düşen iki kadın hafiye, ortada hiçbir ipucu bulunmamasına rağmen azimle işin ucunu bırakmıyorlar. Başta Toni Collette olmak üzere gerçekten müthiş bir kadroyla ilk dakikadan sonuna kadar ekrana bağlamayı başarıyor bu polisiye dizi.


When They See Us - 10/10
Gerçek bir hikayeyi resmeden bu dizi insanda sinir bırakmıyor. Bu kadar öfkeyle dolup taşarak, adeta çıldırarak izlediğim bir dizi daha hatırlamıyorum. New York'un meşhur Central Park'ında bulunan bir tecavüz vakasını, o esnada parkın diğer bir ucunda bulunan bir grup siyahi gence yıkmaya çalışan, bunda da başarılı olan çürümüş sistemi, insanı yerinden zıplatarak izlettiriyor.

19 Nisan 2020 Pazar

Alper Canıgüz - Gizliajans


Birkaç okuma şevkimi kıran "ilk kez okuyacağım yazar" denemesinden sonra güvenilir sulara dönmeye karar verdim. Ayrıca evde geçen 1 ayın sonunda, iyice hırpalanan ruh halime de iyi gelecek bir kitaba ihtiyacım var. Bana mı öyle geliyor, tesadüf mü oluyor, yoksa Türk edebiyatı gerçekten fazla mı arabesk, içim bir hayli daraldı. Hep bir facialar, cinayetler, tecavüzler. Daha fazla bunalmadan belki yabancı yazarlara geçmek gerek. 

İlk kez okuduğum yazarlar içinde beni en (hatta belki tek) neşelendiren Alper Canıgüz'ün kitaplarını, yazdığı sırayla okumaya devam ediyorum. Yayınladığı üçüncü kitap olan Gizliajans, sahibi "Şeytan" isimli bir kedi olan bir reklam ajansını anlatıyor. Tek bir müşterisi bulunan, ve her biri nev-i şahsına münhasır çalışanlara sahip olan bu tuhaf ajansta olanlar, kitabı okudukça ne tür fantastik gelişmeler yaşanacağına dair türlü tahminlerde bulunduruyor, ama sonra tahminlerin de ötesinde uçuşa geçiyor. Her kitapta olduğu üzere, Canıgüz'ün mizah dolu dili, kitap ilerledikçe de sınır tanımayan hayal gücünün ürettiği malzemelerle bizi kahkahaya doyuruyor. Başkahraman Musa'nın ilk görüşte aşık olduğu Sanem'e o ilk anda içinden yaptığı tirat muazzam.

15 Nisan 2020 Çarşamba

High Fidelity (2020)


Uyarlandığı Nick Hornby'nin aynı ismi romanını okuma fırsatım olmadı, ama Stephen Frears'in 20 yıl önceki sinema filmini çok beğenmiştim. Tekrar çevirimler hayal kırıklığı yaratabiliyor, ama bu sefer dizi biçiminde olması, ve de takip ettiğim sitelerde övgü dolu yazılar bulunması itibariyle bir şans vermeye karar verdim.


İyi ki denemişim, çünkü diziye bayıldım. Filmde John Cusack'ın canlandırdığı Rob karakterini, dizide aynı isimle bu sefer Zoë Kravitz kusursuz canlandırıyor. O kadar doğal ki, adeta kendini oynuyor, rol yaptığını unutturuyor. Dizinin tüm karakterleri çok iyi seçilmiş, özellikle de Cherise rolünde Da'Vine Joy Randolph müthiş.


Müzik tutkunu Rob bir plak mağazasına sahiptir, iki çalışanı Cherise ve Simon aynı zamanda en yakın arkadaşlarıdır. Bu üçlünün müzik muhabbetleri ve sürekli müziğe dair sürekli en iyi beş listeleri yapmaları çok keyifli. Rob'u yeni müzik listeleri yapmaya iten diğer bir neden, ilişkilerinde yaşadığı hayal kırıklıkları. Yaşamış olduğu 5 ilişkinin de hüsranla bitmesi sonucu, acaba sorun kendisinde mi diye öğrenmek için 5 kişiyle tekrar görüşüp, ayrılmalarının nedenlerini öğrenmeye çalışıyor.


Dizi, müzik muhabbetleriyle o kadar iştah açıcıydı ki, her bölümden sonra spotify'a dalıp ilgili müzisyenleri, grupları dinlemeye başladım. Spotify'da oldukça geniş bir High Fidelity çalma listesi de mevcut. Foodie Love'ın ruhumu doyurduğu aşk ve yemek üzerine High Fidelity de müzik ve melankoli pompaladı. İki diziyi art arta izlemek gerçekten çok iyi geldi.

14 Nisan 2020 Salı

Film Güncesi - Mart 2020

Mart ayında izlediğimiz filmlerin bir kısmı, Foodie Love dizisinde çok etkilendiğim Laia Costa'nın oynadığı filmler;


Life Itself (2018) - Dan Fogelman - 8

Birbiriyle bir noktada kesişen farklı hikayeler türünün iyi bir örneği. Filmin başta Oscar Isaac olmak üzere müthiş bir kadrosu ve hayatın kendisi hakkında acısıyla tatlısıyla söyleyecekleri var.  




Only You (2018) - Harry Wootliff - 7

Birbirlerine aşık olan ve ilişkilerinin erken safhasında çocuk sahibi olmayı arzu eden bir çifti izliyoruz. Arzuları bir türlü gerçekleşmeyince de, mutluluklarının ellerinden kayıp gitmesine müsaade edecek kadar bunu bir takıntı haline getiriyorlar. Benzer bir konuyu Private Life (2018)'ta da izlemiştik. 


Duck Butter (2018) - Miguel Artaeta - 6

İnsanlarla iletişimlerinde mutsuz olan 2 genç kadın, daha tanıştıkları gece, birbirlerine karşı tamamen açık ve dürüst olmaya söz vererek aralıksız 24 saati birlikte geçirmeye karar veriyorlar. Fikir güzel ama uygulama maalesef çok dağınık


Newness (2017) - Drake Dromus - 7

Filmin ismi yenilik ama işlediği konu pek de yeni değil. İnternet çöpçatan sitelerinden buldukları kişilerle bir gecelik ilişkiler yaşayan genç bir kadın ve erkek, bir araya geldiklerinde tek gecenin ötesinde bir ilişki yaşamaya başlarlar. Ancak birbirlerine haber verdikleri sürece, başka ilişkiler yaşayabileceklerine dair de bir anlaşma yaparlar, bu durum ilişkilerinin doğasını nasıl etkileyecektir?


Maine (2018) - Matthew Brown - 6

İnto the Wild (2007) ve Wild (2014) gibi iki müthiş öncülü varken, doğada bir başına kalma hikayesini daha özgün işleyebilmek gerekirdi. Bu sefer bir değil iki başlarına kalmışlar ama yeterli olmamış, Costa'nın güzelliği de kurtaramıyor.

Laia Costa'sız filmler;


Porto (2016) - Gabe Klinger - 6

Salgınla birlikte sosyal medyada sık rastlanır film listelerinde denk geldim Porto'ya. En iyi Romantik Filmler listelerinden birinde izlemediğim tek filmdi. Genç yaşında hayata vedan Anton Yelchin'in son filmiymiş. Porto'da yeni tanışan ve çok yoğun duygularla bir tek gece geçiren kadınla erkekten, kadın ertesi gün hayatına devam ederken, hayatının aşkıyla karşılaştığına kanaat getirmiş olan erkek yoluna o kadar da rahat gidemiyor.


Systemsprenger (2019) - Nora Fingscheidt - 9

Mart ayında izlediğimiz tartışmasız en iyi film "sistem parçalayan" oldu. 9 yaşında olan hırçın, sorunlu, "arızalı" çocuk Benni, her kaldığı yurtta çıkardığı sorunlar sebebiyle sürekli sürülmektedir. İki küçük kardeşiyle meşgul olan annesi onunla zaten başa çıkamamaktadır. Yine de Dünya'da muhtemelen en sosyal devlet olan Almanya'daki sistem onu sabırla ve ısrarla kazanmaya çalışmaktadır. Halbuki Benni'nin ihtiyacı olan tek şey "sevgi"'dir, ve aradığı sevgiye kavuşana kadar, mevcut sistemi ne pahasına olursa olsun alaşağı edecektir. Benni rolünde Helena Zengel tek kelimeyle muhteşem, rol yaptığına inanmak dahi çok güç, sanki gizli kamerayla çekilmiş gibi. 


Beanpole (2019) - Kantemir Balagov - 8

2. Dünya Savaşı'nın hemen akabinde, darmaduman olmuş Sovyetler yaralarını sarmaya çalışırken, cephede askerlerin cinsel ihtiyaçlarını giderme görevini yapmış 2 kadının, savaş sonrası dramını izliyoruz. Kırmızılar, sarılar ve özellikle de yeşil tonlarıyla muazzam bir görselliğe sahip bir film.


The Gentlemen (2019) - Guy Ritchie - 7

Bu film için Guy Ritchie özüne döndü diyebiliriz. Snatch (2000) ve bence en iyi filmi Lock, Stock and Two Smoking Barrels (1998) 'daki uyuşturucu mafyalı, yüksek tempolu filmleri gibi bir örnek var karşımızda. Kariyeri boyunca fazlaca bulaşmış olduğu Hollywood pırıltısı, yine gözleri biraz fazla kamaştırıyor ama yine de bulmacaları, aldatmacaları, sürükleyiciliği ile sıkılmadan izlenebilen bir macera izlettiriyor.


Viaggio in Italia (1954) - Roberto Rossellini - 5

Bir diğer Rossellini - Bergman ortaklığında izlediğimiz Stromboli (1950)'de yaşadığım hayal kırıklığı sonrası, izlemeyi sürekli ötelediğim bir filmdi. Her ne kadar evli bir çiftin, evliliklerini sorgulamaları o yıllar için sinemada pek işlenen bir konu olmasa da, dönemin İtalyan sinemasının üretmiş olduğu zamansız filmlerden değil maalesef, günümüze geldiğimizde oldukça çiğ kalıyor. Ingrid Bergman'ın isteksiz (belki o da Rossellini ile evliliğini sorguluyordu) ve fazla teatral oyunu da filmin değerinden eksiltiyor. Casablanca (1942) dışında oyunculuğunu beğendiğim bir filmi oldu mu, onu da hatırlayamadım.


Birds of Passage (2018) - Cristina Gallego, Ciro Guerra - 8

Daha önce Embrace of the Serpent (2015) ile bir başyapıta imza atmış olan Guerra, bu sefer Gallego ile birlikte Kolombiya'daki yerli bir kavime çeviriyor kamerasını. Kapitalizmin, sızdığı her toplumu geri döndürülemeyecek şekilde zehirlemesi, bu sefer bir mikro örnekte gözler önüne seriliyor. Geleneklerine son derece bağlı küçük bir yerli cemaat, amerikalı askerlere kenevir pazarlamaya başlayınca, korkunç bir çürüme her tarafa yayılıyor.

13 Nisan 2020 Pazartesi

Yalçın Tosun - Dokunma Dersleri


İlk defa okuduğum Yalçın Tosun'un öyküleri, beni daha fazla öykü kitabı okumaya ikna etti. Dokunma Dersleri'nde gerçekten dokunan öyküler yazmış. Özellikle kitabın ilk yarısındaki öyküleri çok beğendim. Başı, ortası, sonu olan kurgulardan daha çok, belli anlara belli hislere odaklanmış. Çok arı ve zarif bir dille betimliyor o anları. Bir kurgu olmadığından öyküler çok kısa da olsalar yarım kalmış hissi vermiyorlar, kendi içlerinde bir bütünsellikleri bulunuyor.

Bazı filmlerin bazı anları çok özeldir, kısa anlardır ama bizi doğru ruh halinde yakalarlarsa çok şey ifade ederler. Tosun'un öykülerinden böyle bir tat da almıştım. Bazı öykü başlarında Mike Leigh, Robert Altman gibi yönetmenlere yapılmış olan adamalar da bunu pekiştirdi, belki yazar öyküleri için filmlerden de ilham alıyordur.

İşlenen konular çok özgün olmamakla birlikte, özellikle kadın olsun erkek olsun farklı cinsel eğilimlere de yer veriyor olması, öyküleri dokuyuş şekliyle birlikte bir fark ortaya koyuyor. Mutlaka yazarın bir diğer öykü kitabını daha okumayı arzu ediyorum.

12 Nisan 2020 Pazar

Alper Canıgüz - Oğullar ve Rencide Ruhlar


Her güne yeni bir yazar düsturumla, güne Cem Akaş'ın 7'si ile başlamıştım, ama geçen 50 sayfaya rağmen kitap zerre kadar ilgimi çekmeyince, Tatlı Rüyalar'ı okuduğumdan beri diğer kitaplarını çok merak ettiğim Alper Canıgüz'ün bu kitabına kaçtı gönlüm. Bir çırpıda okudum yine mizah dolu kitabını.

5 yaşındaki Alper Kamu'nun bir cinayet gizemini çözmesini anlatıyor. Alper 5 yaşında, ama kah Kafka'nın Milena'ya mektuplarından bashediyor, kah Baudelaire'in şiirlerinden dem vuruyor, "Mezarlarınıza tüküreceğim" diye Boris Vian'a gönderme yapıyor, Shostakovich dinliyor, mahallede bıçkın delikanlıyı oynuyor, rakı sofrasından içki aşırıyor. Sadece büyümüş de küçülmemiş, büyümüş, dolu dolu yaşamış da küçülmüş.

Kitap bana başlarda hemen Astrid Lindgren'in Kalle Blomquist'ini hatırlattı. Nina'nın çocuklara okurken benim de en keyif alarak dinlediğim kitaplarındandır. Kalle de kendi küçük Dünya'sındaki gizemleri çözmeye çalışırken, Lindgen müthiş bir mizahla betimler ufaklığı. Alper Kamu'nun hikayesi de esasında çok sevimli başlamıştı. Verildiği anaokuluna isyanı ve kaçışı çok eğlenceliydi. Ama sonrasında hikaye ilerledikçe yazar Alper, küçük Alper'in 5 yaşında olduğunu giderek unuttu, ve kitap artık 5 yaşında bir çocuğun yaşadıkları olmaktan tamamen çıktı ve biraz sıradan bir polisiye romana büründü.

Akıcı dili sayesinde sonuna kadar beğenerek okudum, ama kitabın başındaki "çocuksu" tarz sonuna kadar tutarlı bir şekilde gelebilseydi, çok daha da leziz olacaktı. Tatlı Rüyalar'ın yarattığı beklentim de tam karşılanamadı, ama mutlaka bir kitabını daha okuyacağım Canıgüz'ün.

Bu arada şimdi fark ettim, bu günceye düştüğüm 502. not olmuş bu yazı, fark etmeden devirmişim 500 yazıyı. 2010'da başlayıp, araya giren 5 yıllık araya rağmen, iyi ki vazgeçemediğim bu günceye, umarım daha yıllar boyu naçizane çizerim yeni anlar...

11 Nisan 2020 Cumartesi

Korona Günlüğü - II


Evde dördüncü haftayı tamamlamaya doğru ilerlerken, biraz ümit verici gidişat yerine oldukça ürkütücü bir tablo var ortada. Hele dün gece son saniye açıklanan evden çıkma yasağı üzerine, gece yarısına doğru sokaklara dökülen insanlardaki akıl tutulması, daha uzun haftalar, belki aylar evlerde kapalı kalacağımıza dair net bir resim koydu ortaya. O kalabalıkları gördükleri halde, evlerine dönmek yerine kuyruklarda dip dibe insanların arasına karışıp, virüse kavuşmak için elinden geleni ardına koymayanlar, öldürdüğünü bildiği halde ısrarla sigara içenlerle benzer bir ruh hali içinde olsalar gerek. Sigara içenler çevrelerini yavaş yavaş zehirlerken, evde zulalanmış yiyeceklerle 48 saat geçiremeyeceklerine kanaat getirmiş bu garip güruh, muhtemelen belki kendilerinin, belki çevrelerinden birilerinin birkaç hafta içinde ölümüne sebep olabilecekler.

Neyse akıl sağlığımı korumak için bunları fazla düşünmemeye çalışıyorum. Bu içinde bulunduğumuz adeta gerçeküstü durum bir yana, korona günlüğünün ilk bölümünde not düştüğüm üzere evde geçirdiğimiz günler hiç de fena değil. Çocuklar gerçekten mutlular, hatta bazen biraz fazla mutlu olduklarını düşünüyorum. Evde fazla durmaktan beyinleri sulanmış olabilir, kahkahalara boğuluyorlar, cıvık cıvık esprilerle birbirlerini güldürüp yerlere yuvarlanıyorlar, çıkardıkları seslerle, arada gelen hiperaktif ataklarla biraz sinir bozucu olabiliyorlar. Ama aralarının iyi olması için meğer eve kapanmaları gerekiyormuş, denize düşünce birbirlerine sarıldılar herhalde, hayata düşünce de aynı dayanışmanın gerçekleşeceğini şimdiden görebiliyorum. Tabii arada yine kapışmalar oluyor ama kararında.

Okul dersleri canlı olarak internet üzerinden devam ediyor. Esasında derslerin ne kadar verimsiz olduğunu artık daha net görebiliyorum. Her çocuğun anlatılanı anlama süresi / dikkatini verme kapasitesi farklı ve  hepsinin bir potada eritilmeye çalışılması gerçekten ne kadar anlamlı emin değilim. Kaç on yılda değişir bilemiyorum, ama bu eğitim paradigması eninde sonunda değişecek kanımca. Öğretmenin sınıfta düzeni sağlamaya çalışıp sonra anlattığı ders içeriğini, youtube'da aynı başlıkla aratıp, birkaç dakikalık animasyonlu, renkli, anlaşılabilir videolarla vermek mümkün. Ama mevcut durumda çocukları sınıfta dirsek çürütmeye veya bugünlerde ekran karşısında oturmaya zorlamak durumundayız. Halbuki toplamda derste 10% verim varsa, 90% vakitleri gerçekten atıl geçiyor, o kadar farklı şekillerde kendilerini geliştirme imkanları olabilirdi ki.

Cem'in (ortaokul) ders saatlerini değiştirdiler, 11'de başlıyor ve 15'te bitiyor, bu da ayrı bir akıl tutulması olsa gerek. Normalde 8:30'da başlayan dersler en azından 9:00'da başlayıp öğlen bitebilirdi. Ders saatlerinin nasıl bir mantıkla hazırlandığını anlayamıyorum. Dersler sonrası yapmaları için bir de ödev verdiklerinde günden geriye neredeyse bir şey kalmıyor, herhalde garip bir mantıkla çocukları bütün evde meşgul etmiş oluyorlar. Bu mantık sebebiyle günlerimiz daha da sıkıştı. Ama daha önce tutturduğumuz rutini istikrarlı şekilde devam ettiriyoruz. 

Ödevlerden sonra gitar ve çello çalışıp, dizilerimize geçiyoruz. Her gün Dalya'yla gitar çalışıyor olmama Cem biraz bozuldu, zira ona da çelloya başladığında ben de seninle öğreneyim diye heves edip, hayatın temposunda vakit ayıramamıştım. Ona (Dalya'nın duymayacağı şekilde) gözümün çellonun zor bir enstrüman olmasından (perde bile yok) ne kadar korktuğunu, gitarın ise çok basit bir enstrüman olduğunu söyledim, tatmin olmuş gözüktü, ama eminim ileride başıma kakılacaklar listesine eklenmiştir.

Saat 17:00 civarı başladığımız belgesel kuşağı devam ediyor, Blue Planet 2'den sonra Planet Earth 2'nin de tüm bölümlerini izleyip, daha eski bir yapım olan Blue Planet 1'e başladık. İster denizlerde ister karada, hayvanların büyük kısmında çocukları yetişkin olana kadar yanından ayırmama içgüdüsü bulunuyor. Belki çok eski çağlarda, insanlar da bu şekilde çocuklarını yanlarından hiç ayırmıyorlardı. Şimdi bizimkilerin evde ne kadar mutlu olduklarını görünce, belki de doğalarına uygun olduğundandır diye düşünmeden edemedim.

Belgesel sonrası izlediğimiz The Great British Baking Show'un son yayınlanan 10. sezonunu bitirip, 9. sezonu da yarıladık, gerçekten çok keyif alıyoruz. Her gördüğümüzü hem pişirmek hem de yemek istiyoruz. Hatta Cem programdan aldığı ilhamla şu anda mutfakta, yarın Nina'yla kutlayacakları paskalya için bir şeyler pişiriyor. Mutfağın geleceği hali düşünemiyorum, hayatımda onun kadar sakarını görmedim, Murphy kanunlarının adeta yaşayan canlı kanıtı gibi.

Akşam yemeği sonrası dizi kuşağımızda izlediğimiz His Dark Materials'ı çok beğenerek bitirdik. Dalya ilk bölümlerde okumaya başladığı, dizinin uyarlandığı ilk kitapta, dizinin önüne geçip bizi sürpriz bozanlara boğamadığı için biraz hayal kırıklığı yaşadı ama neyse ki şevki kırılmadı, ilk kitabı okumaya devam ediyor. Yeni dizi olarak da The Dark Crystal'a başladık. Kuklalarla çekilmiş, müthiş bir görselliği olan fantastik bir Dünya'da geçiyor. Daha ilk bölümden "bir bölüm daha" tezahüratları yükselmeye başladı.

Yarın sabah, haftalar öncesinden evdeki bütün yumurtaların içini boşaltıp, (evde olmadığımız akşamlardan birinde fırsattan istifade, evet hatırlar gibiyim, evde olmayabildiğimiz zamanlar da varmış) kabuklarını rengarenk boyayarak hazırladıkları paskalya yumurtalarını evde saklayıp, sonra arayacaklar. Hatta bunun için evin planını çıkarıp, saklama noktalarını da ayrı ayrı belirlemişler. Bu kutlamaların ödevler tamamlanmadan gerçekleşemeyeceğini bildirdiğimde tabii biraz direnişle karşılandım, ama uzun pazarlıklar sonucunda ödevlerin bir kısmı bugün tamamlandı, kalan da yarın tüm yumurtalar bulunduktan sonra yapılacakmış, inanmış gibi yaptım.

10 Nisan 2020 Cuma

Seray Şahiner - Antabus


İnsanlar her türlü şiddet/vahşet haberini zamanla (haddinden hızlı) kanıksıyorlar. Çok daha yoğun ve içten şekilde gündemimizde olması gereken kadına şiddet, genelde üçüncü sayfa haberlerine hapsolmuş durumda. Dünya'nın tüm acılarını içimize çekerek var olmak tabii ki mümkün değil, ama kadına şiddet konusunda Dünya lideri bir ülkede yaşamaktan benzersiz bir utanç duymamız gerekir.

Seray Şahiner'in kahramanı Leyla, kadına şiddetin her türlüsünü genç hayatına sığdırmış biri, ve muhtemelen çok istisnai bir karakter de değil. Evlenmeden önce ayrı, evlendikten sonra ayrı şiddet görüyor. Hikayesini onun ağzından dinlerken, her ne kadar mizahi bir dil de kullansa, içimiz parçalanıyor. Antabus, kronik alkol rahatsızlıklarında, alkol bağımlılığını azaltmak için kullanılan bir ilaçmış.

Çok özgün bir konusu olmasa da, hem kullandığı sade ve akıcı dil, hem de trajediyi dozunda komik bir anlatımla harmanlaması, kitabı değerli kıldı. 2015 yılında tek kişilik oyun olarak da uyarlanmış, keşke tekrar oynansa, sahnede izlemeyi de çok arzu ederim.

9 Nisan 2020 Perşembe

Alper Canıgüz - Tatlı Rüyalar


Tatlı Rüyalar'ı okumaya karar vermemde, kapakta belirtilen "Psiko-absürd romantik komedi" ibaresi etkili oldu. Türk edebiyatında daha önce bu tür bir roman okuduğumu hatırlamıyorum. İddiasının hakkını da fazlasıyla verdi, çok eğlenerek okudum. Okuduğum ilk kitabıyla sevdiğim yazarlar listeme hızlıca ekledim Alper Canıgüz'ü.

Kitabı okurken bol bol kıkırdamam evdeki diğer aile bireylerinin de dikkatini çekti, sık sık ne oluyor sorularına muhatap oldum. Cihangir'de yaşayan Hector Berlioz'un, hayatının bir kısmını satışa çıkardığını bildiren birinin ilanına yanıt vermesi, Profesör Fişek'in üniversitede verdiği psikoloji dersleri de kıkırdamanın ötesinde kahkaha atmama vesile oldu.

Sonrasında internetten baktığımda, tahmin ettiğim üzere Canıgüz'ün psikoloji eğitimi aldığını gördüm. Dersler kitaptaki gibi geçtiyse bir hayli eğlenmiş olsalar gerek. Kitapta rüyayla gerçeğin iç içe geçmesi, kendi içinde tutarlı ama hayal gücü geniş bir absürdlüğe izin veriyordu. Adeta bir öykü kitabında gibi anlatılan farklı hikayeler bir bütünün parçaları olarak başarılı şekilde birleştirilmiş.

Yeni gözde yazarlar keşfetmek için okumaya başladığım kitapların daha üçüncüsünde turnayı gözünden vurdum, Canıgüz'ün diğer kitaplarını okumak için sabırsızlanıyorum.

8 Nisan 2020 Çarşamba

Mahir Ünsal Eriş - Olduğu Kadar Güzeldik


İlk kez okuduğum yazarlar kapsamında bu sefer, Mahir Ünsal Eriş'in büyüdüğü yer olan Bandırma ve çevresinde geçen 8 farklı öykü var. Bu kitapla 60. Sait Faik Abasıyanık Hikâye Armağanı’nı kazanmış.

Uzun zamandır öykü kitabı okumuyordum, o yüzden çok iyi geldi. Çok özgün ve derin öyküler olduğunu söyleyemem ama rahat okunan sade, süssüz hikayeler. Her öyküyü çok beğendiğimi  de söyleyemem ama mesela "Benim adım Feridun" çok güzeldi. Yoğun aşk acısı çeken bir erkek, hisleriyle baş başa kalmamak için Erdek'te tanımadığı bir çiftin düğününe dalıyor. Biz de çocuklarla yazları bir - iki hafta Erdek'te büyük-babamın yazlığında geçirdiğimizden, akşamları sahilde yürüyüş yaparken, o tasvir edilen düğünleri sık sık görürdük. Eve kapalı olduğumuz şu dönemde, kısa bir süre de olsa sayfiyede hissettirmesi çok iyi geldi.

Kapakta baba-oğul resmini görünce kitabın (beni kitabı okumaya da teşvik eden) baba-oğul ilişkisi üzerine öykülerden oluştuğunu düşünmüştüm. Öyle değilmiş ama son öykü "Stoper" bu durumu telafi etti.

7 Nisan 2020 Salı

Barış Bıçakçı - Bizim Büyük Çaresizliğimiz


Salgın öncesi, daha dar zamanlarda yaşarken, kitap tercihlerimi hep emin sulardan yana kullanıyordum. Beğeneceğimi bildiğim, zaman kaybına dönüşmeyecek yazarları tercih ediyordum. Bu sebeple gözüme kestirdiğim, henüz okumadığım ama isimlerini sık sık duyduğum yazarların kitaplarını okumayı öteliyordum. Şimdi zaman biraz genleşince, listemden ilk defa okuyacağım yazarlara uzanmaya karar verdim.

Bu yazarlardan ilki Barış Bıçakçı, kitabın varlığını uyarlandığı filmiyle ve tabii dikkatimi çeken ismiyle duymuş, önce kitabını okurum diye düşünmüştüm. Hem akıcı dili, hem de ince oluşu itibariyle bir çırpıda okudum. Edebiyatta, (ve tabii sinemada), çok sık işlenmiş bir aşk üçgenini anlatıyordu. Orta yaşlarını süren iki yakın dost Ender ile Çetin birlikte yaşıyorlar ve çok yakın diğer bir arkadaşlarının kız kardeşi Nihal'i, anne babası trafik kazasında öldüğünde yanlarına alıyorlar. Böylece üçgen tamamlanıyor. 

Kitabı benim gözümde farklı kılan, odak noktasında Nihal'e duyulan ortak sevginin değil, iki kafadarın arasındaki dostluğun olmasıydı. Tüm kitap Ender'in Çetin'e yazdığı mektup/güncelerden oluşuyor. Tüm satırlarından, ona olan sevgisi ve dostluklarının değeri akıyor. Yakın çocukluk/okul arkadaşıyken, sonrasında uzun yıllar ayrı kalsalar da neden hiç kopamadıklarına, dostluklarının nasıl derinleştiğine dair birkaç anekdottan fazla bir ipucu bulamıyoruz, bence yazar bu kısmı biraz daha beslemeyi tercih etseymiş, daha da güzel olurmuş.


Seyfi Teoman yönetmenliğinde, senaryosunu yönetmenin Barış Bıçakçı'yla birlikte yazdığı filmi kitabı bitirdiğim dünün akşamı izledim. Hemen hiçbir filmin, uyarlandıkları kitabın hakkını veremediğini biliyorum ama yazar da senaryoya dahil olduğundan biraz ümidim vardı. Bir de film Berlin'de Altın Ayı için yarışmıştı, ne kadar kötü olabilirdi. Ama büyük hayal kırıklığına uğradım. Tabii kitabı okurken kafamda canlanan karakterleri, bin kişi okusa bin farklı türde hayal edeceğinden, filmde aramak, esere haksızlık olacaktı. Ama Ender ile Çetin arasındaki dostluk bu kadar mı ruhsuz, isteksiz tasvir edilebilirdi. Buna bir de Nihal için çok ama çok yanlış bir tercih yapılması da eklenince zor getirdim sonunu. Nihal'in 18 yaşında toy bir genç kız olması gerekirken neredeyse "eblek" tasvir edilmişti.

Filmle ilgili sadece hayal kırıklığına uğramadım, büyük de pişmanlık duydum. Zira gözümde kitabın değerinden de eksiltti. Evet belki çok edebi bir metin değildi, kurguda aşırı kolaycılığa kaçıyordu, ama dostluğun işleniş şekli değerli gibiydi. Şimdi kitabı düşününce aklıma filmdeki "silik" Ender - Çetin ikilisi geliyor. Bu da böyle bir tecrübe oldu, çıkarılacak ders; bir kitabı okur okumaz (belki de hiç) filmini izlemeye kalkışmamak gerekiyor.

Kitaba dair aklımda kalan bir cümleyi de buraya not düşmek istiyorum. Ender büyük cümleler kurmakla ilgili sözler söylerken, şu satırı düşüyor mektubuna “Özgürlüğün kimse tarafından sevilmemeyi göze almak olduğunu söylüyordum.”

6 Nisan 2020 Pazartesi

Isabel Coixet ve Foodie Love (2019)


Isabel Coixet'in filmlerini severim, özellikle "My Life Without Me" (2003) muhteşemdir. Onun isminin yemek ve aşkla bir araya geldiğini gördüğümde bu diziyi mutlaka izlemeliyim diye düşünmüştüm. Diziye (ve itiraf ediyorum Laia Costa'ya) ilk bakışta vuruldum. Bu ekranda birilerine vurulma hali, ilk gençlik yıllarımdan beri hep başıma gelir, sinemaya olan ilgimde bunun da önemli bir payı var muhtemelen. İlk aşkım "Dirty Dancing" (1987)'de Jennifer Grey idi, haftalarca aşk acısı ve özlemi çekmiştim. Yine ergen yıllarımdan en net hatırladığım, "Pretty Woman" (1990)'da Julia Roberts'a tutulmamdı. Benim gibi artık o da yaşlandı ama hala hangi filmde izlesem içim bir cız eder. Türk sinemasında da vazgeçilmez aşkım Gırgıriye'de tutulduğum Gülşen Bubikoğlu idi.


Geçen zamanla birlikte kalp de biraz yıllanmış olacak ki, uzun zamandır içim pek cız etmiyordu. En son hatırladığım Lost'da Evangeline Lilly'e çarpılmıştım, aradan 10 yıl geçmiş. Ama Foodie Love'da Laia Costa beni öyle bir çarptı ki, on yılı da telafi etti. Daha ilk bölümü izlerken, dizinin sadece 8 bölüm olduğu fikri dahi, içimin sıkışmasına sebep olmuştu. Dizi bittiğinde de gerçekten günlerce kanımda yoğun bir melankoli ile dolaştım. Bunda tabii dizinin son derece dramatik ve vurucu sonu da önemli bir rol oynadı.


Dizinin konusuna gelirsek, birbiriyle yeni tanışan bir kadın ve bir erkek, birbirlerini en gözde mekanlarında, en sevdikleri lezzetleri tatmaya davet ederken, birbirlerini tanıyorlar, ve aralarında bir ilişki gelişiyor. İki karakterin çizimi, ilişkinin işlenişi, mekanların, yemeklerin, renklerin muhteşemliği insanı kendinden geçiriyor. Dizinin geçtiği Barcelona'nın meşhur pazar yerlerinden birinde yedikleri japon yemeği ramen o kadar beni cezbetti ki, yıllar sonra mutfağa girip internetten bulduğum tariflerle ramen pişirdim, hiç de fena olmadı. Dizinin o kadar etkisinde kaldım ki, izlediğimden beri de yemek yapmayı bir hobi haline getirerek, arada mutfağa dalıp bir şeyler pişiriyorum.


Bir bölümü özellikle çok etkiledi beni (dikkat bundan sonrası sürpriz bozanlı). Erkek kadını (dizide karakterlerin isimlerini öğrenemiyoruz) hafta sonu Fransa'ya bir gurme restoran/otele götürüyor. Vardıklarında restoran kısmının tadilatta olduğunu öğreniyorlar. Erkek çok sinirleniyor, rezervasyon yaparken bu bilgiyi paylaşmaları gerekirdi diye ortalığı birbirine katıyor. Biraz sakinleşebildiğinde fark ediyor ki, kadın sessiz ve kırgın. Kadın özetle şunu diyor; "Ben bir süre önce, sürekli ağlayıp, zırlayan, yaşadığı hayal kırıklıkları karşısında bu şekilde tepkiler veren insanları hayatımdan çıkarmaya karar verdim ve çıkardım. Herhangi bir şarküteriden alacağımız bir şişe şarap ve biraz peynirle müthiş mutlu olabilecekken, burada senin zırıltını dinliyorum. Hayat bu kadar olumsuzluğa maruz kalmaya değmeyecek kadar kısa" Adam daha henüz çok kırılgan olan ilişkide kadını kaybetmek üzere olduğunu anlar, kendini affettirmek için her şeyi yapar. Kadının tek bir şartı vardır. Otele tekrar hiç bir şey olmamış gibi giriş yaparlar ve çok güzel bir hafta sonu geçirirler. Evet esasında çok bilindik bir akıl, ufak tefek sorunları hayatımızın göbeğine yerleştirip acıların çocuğu rolünden mümkün olduğunca sıyrılmalıyız, ama kendi adıma hemen salgın öncesi izlediğim dizi (aklımdan bir türlü de çıkmadığından) geçirdiğimiz şu zor günler için çok iyi bir hazırlık olmuş.


İsabel Coixet'e şapkamı çıkarıp yere kadar eğiliyorum bu başyapıt için. "In the Mood For Love" (2000)'da çarpıldığım kadar çarpıldım.  Benim için on üzerinden on, kusursuz bir dizi, sadece geçici bir haz değil, hayatıma da etki edecek kadar çok etkiledi beni. Şu kapalı kaldığımız günlerde nicesine denk gelme dileğiyle...


3 Nisan 2020 Cuma

Haruki Murakami - Zemberekkuşu'nun Güncesi


Murakami'nin radarıma girmesi "Norwegian Wood" (2010) filmiyle oldu. Onun romanından uyarlanan film, müzikleriyle, sıra dışı ruh haliyle dikkatimi çekti. Sonrasında ne kadar popüler bir yazar olduğunu fark ettim. Özellikle tatillerde (algıda seçiciliğin de etkisiyle) herkesin elinde görüyordum. Çok popüler yazarlardan uzak durma refleksim, bir gün The New Yorker'da kısa bir hikayesine rastlamamla kayboldu. Evimize yakın belediye kütüphanesine bir sonraki gidişimde, uzakdoğu romanları kısmında 1Q84'ü görünce, çağrıştırdığı tarih itibariyle ilk tercihim oldu ve Murakami Dünya'sına adım attım. Hem boyut olarak devasal, hem de o boyuta rağmen binin üzerinde sayfası olması beni korkutmamıştı, tersine sert kapaklı ve kaliteli beyaz kağıda basılmış olması çok hoşuma gitmişti. İlk sayfadan itibaren beni içine çeken roman sakin, olayları genelde akışına bırakan, edilgen kahramanları, doğaüstü ögeleri, araya kattığı gerilim ögeleriyle büyülü bir Dünya sunuyordu. Kitabın çevirmeni Hüseyin Can Erkin'e de şapka çıkarmak gerekir, müthiş akıcı bir dili vardı kitabın, elimden bırakamadım.

Bir yazarı beğenince bulabildiğim tüm kitaplarını okumak gibi bir huyum var. Aynen iyi bir dizi bulunca, en azından tüm bölümler bitene kadar rahatlamak gibi, hayal kırıklığına uğrama ihtimali düşük, hele de Murakami gibi imzası çok belli bir yazar söz konusuysa. Böylece kütüphaneye her gittiğimde ilk uğradığım raf Murakami'ninki oldu. Kütüphanede fazla kitabı yoktu, ama arada yeni kitaplar ekleniyordu. İkinci okuduğum kitabı "Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları" en beğendiğim kitabı oldu, belki ince bir kitap olması da etkili olmuş olabilir, meramını anlatmak için lafı hiç uzatmadı, yan hikayelere uzun uzun dalmadı. En popüler kitabı "Sahilde Kafka"'yı ise elime haddinden fazla bir beklentiyle almış olsam gerek, diğer kitapları kadar bayılamadım. 

"Yaban Koyununun İzinde"'yi okumaya başladığımda ise bir türlü kitap akmıyordu, dili dimağımı fazlasıyla tırmalıyordu. Bir ara kapağa yazarın ismine bakma ihtiyacı dahi duydum, acaba başka bir Murakami daha mı vardı. Gerçi çok ünlü bir yazar Murakami daha varmış, ama kapakta ön isim Haruki yazıyordu. Sonunda fark ettim ki, çevirmen farklıydı. Faturayı çevirmene çıkardım ama yine de aksaya topallaya kitabı bitirdim.

Kütüphanedeki romanları bitince, öykü kitabı "Kadınsız Erkekler"'i ve kendi hakkında yazığı "Koşmasaydım Yazamazdım"'ı çok keyifle okudum. Sonrasında bir süre yeni kitap eklenmedi ilgili rafa. O arada Murakami özlemini bir hikayesinden uyarlanan müthiş "Burning" filmiyle giderdim. Salgın öncesi kütüphaneye son gittiğimde rafta "Zemberekkuşu"nun Güncesi" vardı. Kütüphanede kitap aramanın bu kısmı çok keyifli, insan hazine bulmuş gibi oluyor.

"Zemberekkuşu'nun Güncesi"'ni çok beğendim, bana çok sık "1Q84"'ü hatırlattı. Baş ve yan karakterler zaten bütün kitaplarda hep birbirlerine benziyorlar. Yer yer bir öykü kitabı gibiydi, yan karakterlerin hikayelerine uzunca ve detaylı yer verdi. Çevirmeni "Yaban Koyununun İzinde" ile aynı olmakla beraber dil daha akıcıydı. Önce kedisi (kediler kitapların vazgeçilmezi, bir de müzik) sonra karısı ortadan kaybolan Bay Okada, kendini her anlamda bir çukurda bulur, ve hayatına tekrar bir yön verebilmek adına meşakkatli bir arayışa girişir.

Salgın uzarsa diğer kitaplarıyla da buluşabilme dileğiyle.

2 Nisan 2020 Perşembe

Korona Günlüğü - I



Malum korona günlerimiz, aradan geçen iki haftanın üzerine sonlanmak bir yana, daha da uzayacak gibi gözüküyor. Günlerimiz artık bir rutine oturdu, sağlık, gelecek ve geçinme kaygılarımızı bir yana bırakırsak, dört duvar arasında kapalı olmamıza rağmen, esasında hiç de fena geçmiyor. Yıllar sonra hatırlamak üzere notlar düşmek istiyorum.

Sabah kahvaltısından sonra saat 10:00 hem çocuklar, hem de Nina online derslere giriyorlar. Ben teknik destek elemanı olarak bağlantıları sağlıyor, çıkan sorunları gideriyor, ve çocukların teneffüslerden derslere dönmelerini takip ediyorum, fırsat buldukça müzik dinleyip, bir şeyler okuyorum. Öğlen dersler bitince yemek yenip ödevler yapılıyor. Sonrasında önceleri hep parka gidiyorduk, voleybol ve badminton oynuyorduk. Çocuklar arada bisiklet, paten ve kay-kay sürüyorlardı. İlk haftanın sonunda parklar da kapatılınca, haberler de kötüleşince, biz de tamamen eve kapanmaya karar verdik. Hareket imkanı kısılınca beslenme şeklimiz konusunda sıkıyönetim ilan ettik. Ara öğünler kaldırıldı, tatlı ve ekmek karneye bağlandı. Bu durum zaten dal gibi olan Dalya'nın umurunda olmadı, ama Cem çok acı çekiyor, arada tilki gibi çaktırmadan dalıp mutfaktan bir şeyler aşırıyor. 

Öğleden sonra yarımşar saat Dalya gitar ve Cem çello çalışıyor. İnternette Fender'in online dersleri ücretsiz sunduğuna dair haberleri okuyunca hemen üye oldum. Hatta Groundhog Day'de her gün aynı günü tekrar yaşayan Bill Murray'in, fark yaratmak için piyano derslerine başlamasını kendime örnek alarak, Dalya'yla beraber ben de gitar öğrenmeye başladım. Her gün birlikte Fender'in derslerini takip ediyoruz. Cem'in ise gerçekten müthiş bir çello öğretmeni var, dersleri whatsapp'tan birbirlerine video göndererek devam ettiriyorlar. Ona piyanoda eşlik etmek için uzun bir ara verdiğim piyanoya da dönmek istiyorum, ancak tüm notalarım ofiste, bu kadar uzun süre eve kapanacağımızı tahmin edemediğimden, eve getirmeyi akıl edemedim, bir ara evden kaçıp notalarımı almaya ofise gitmem lazım.

Sonrasında saat 17:00'a kadar kendi uğraşlarına gömülüyorlar, ilk günlerde meşguliyetleri lego ağırlıklıydı, evin her tarafını salgın gibi legolar kapladı, sonra biraz sıkıldılar, şimdilerde Cem sürekli projeler üretiyor, önce yünlerle kuş heykelleri yapıyordu, şu aralar renkli boncuklarla hayvanlar dizip ütüleyerek, kendine bir nevi hayvanat bahçesi oluşturuyor. Elinde cımbız, minnacık boncukları büyük bir sabırla yerleştiriyor. Hatta bu yazıyı yazarken de gelip son yaptığı civcivi gösterdi. Dün gece Dalya'yla birlikte gece yarısına kadar koyu bir muhabbet eşliğinde büyük planlar çizdiler, kağıtlar kesip, heyecanla bir şeyler üretip durdular, yatağa zor gönderdik.

Saat 17:00 olunca yeni rutinimiz belgesel kuşağı başlıyor. Önce David Attenborough'un muhteşem Blue Planet II (2016)'sini izledik. Dalya başta biraz direndi, belgesellere Cem kadar ilgili değil, ama bölümler ilerledikçe direnci azaldı. Gerçekten inanılmaz bir yapımdı, ben de ağzım açık izledim, okyanus ve denizlerdeki yaşamı bu kadar etkileyici görüntüler ve hikayelerle izlemek çok çarpıcıydı. Dün son bölümü gözlerimize çektikten sonra bugün Planet Earth II (2016)'yi izlemeye başlayacağız.

Belgesel kuşağı bitince dördümüzün de bayıldığı yeni bir kuşağımız var; The Great British Bake Off. Büyük Britanya'da yayınlanan bir tatlı pişirme yarışması. Sonuncu sezondan (10. sezon) başladık ve finale yaklaşmış durumdayız. Gerçekten inanılmaz keyifli geçiyor. Dalya'yı öncesinde belgeseli izlemeye de bu şekilde ikna edebildim. Belgeseli izlemeyen Bake Off'u da izleyemiyor. Birbirinden leziz pastaları, kurabiyeleri, çeşit çeşit tatlıların yapımını izledikten sonra midelerimiz zil çalar şekilde akşam yemeğine oturuyoruz. 

Yemekten sonra çocuklarla benim dizi izlediğim, Nina'nın kitap okumaya çekildiği bir saatimiz var. Bu yeni bir uygulama değil, çocuklar dizi izleyebilecek yaşa geldiklerinden beri var. Beraber izlediğimiz film ve dizilere ayrı bir yazıda değinmeyi planlıyorum. Korona günlerine "Avatar, The Last Airbender"'ın 3. sezonunun ortasında girmiştik. Öncelikle onu bitirdik. Gerçekten tek kelimeyle muhteşem bir diziydi, çocuklar bayıldılar. Bu günlerde His Dark Materials izliyoruz, sezonun ortasını geçtik, çocuklar kendilerini hemen kaptırdılar, yeni bölümü iple çekiyorlar. Dizi rutinimizin ön koşulu dişlerin fırçalanması, arka koşulu ikiletmeden yatağa giderek kitap okunması süregeldiği şekilde uygulanmaya devam ediyor.

Ön koşulu hala her gün hatırlatmak zorunda kalsam da, arka koşulu zaten gönüllü yapıyorlar. Yıllardır her akşam mutlaka kitap okuyorlar. Dalya bir saat kadar okuyor, Cem'in ışığını gece yarısında zorla kapatıyoruz. Dün akşam kendilerini Cem'in ürettiği hayvanlar için hazırladıkları yerleşkeyi planlamaya kaptırdıklarında, o kadar keyifliydiler ki müdahale etmedim, saat gece yarısına gelip, yatma vaktinin geldiğini söylediğimde, Cem o zaman kitap okuyacağım dedi, saat geç olduğundan kitap okuyamayacağına ikna etmem gerekti. Okudukları kitaplarla ilgili de ayrı bir yazı hazırlamak istiyorum, belki büyüdüklerinde hatırlamak isterler. Bu aralar Cem, Enid Blyton'un yazdığı tüm serileri arka arkaya ingilizce okuyor, takip edebildiğim kadarıyla şimdi Adventure serisinde. Dalya en son Harry Potter'lara başlamıştı, ilk kitabı bitirmiş, ikinci kitabı okuyordu, ama His Dark Materials dizisini çok sevdiğinden, Harry Potter'a ara verip, dizinin uyarlandığı kitap serisine başladı, ilk kitap Kuzey Işıkları'nı okuyor.

Salgın ilerlediğinde, çocuklarla eve kapanma fikri tam bir kabus iken, kabul etmeliyim ki, günler hiç de fena geçmiyor. Çocukların kavgaları çok azaldı, tabii hala arada kavgalar çıkıyor, ama yine de beni şaşırtacak kadar iyi anlaşıyorlar. Onlara yıllardır, şu anda her ne kadar öyle hissetmeseler de, büyüdüklerinde birbirlerinin en iyi arkadaşları ve destekçileri olacaklarını söylüyorum, salgın eğer uzun sürerse, belki de o kadar uzun beklemeleri de gerekmeyecek. Yetişkin olduklarında, belki bu satırları okuma imkanları olursa inkar edecekler, biz zaten hep iyi anlaşıyorduk diyecekler, ama kanıtlar bu notlarda.

Günler o kadar dolu geçiyor ki, bir kere bile tablet veya bilgisayarda oyun oynayabilir miyiz demediler, teknolojik cihazlar sadece dersler için kullanılıyor. Günler yine de dolu dolu geçiyor ve o (özellikle Dalya tarafında) "sıkılıyorum" nidalarına şimdilik uzağız. Her gün trafikte geçirdiğim ortalama 2-3 saatin cebime kar kalması bile daha huzurlu bir hayat yaşamamı sağlıyor. Daha önce not düşmüş müydüm, hatırlamıyorum ama çocuk yetiştirmek gerçekten de, bin türlü başka işin yanı sıra yapılabilecek bir iş değil kanımca, tam zaman ayırabilmek gerekiyor. Kendi adıma o zamanı hiç istediğim şekilde ayıramadığımdan kendimi hep bir şekilde eksik hissediyorum. Gelecek ve geçinme kaygısı olmasa, bu dönem gerçekten de yapmak istediklerim için büyük bir fırsat olabilir. Onlara ayırabildiğim zaman kadar, kendime de zaman ayırabiliyorum. Bir de salgın sonrası nasıl bir Dünya'ya dönüş yapacağımız, madden bir daha belimizi doğrulatabilecek miyiz belirsizlikleri, çocukların okul ücretlerini nasıl ödeyeceğiz gibi Dünyevi sorunlar beynimin kıvrımlarında fink atıyor olmasa...

16 Mart 2020 Pazartesi

Üç Silahşor – İdobale


Umarım yıllar sonra bu satırlara döndüğümde, korona virüs salgınını, ne kabustu diye değil, ucuz atlatmışız diye hatırlarım. Ülke olarak Dünya'nın kalanıyla aynı gemiye binmeden birkaç gün önce Süreyya Operası'ndaki şimdilik son temsilimizi izledik. Muhtemelen de sezonu kapadık, elimizdeki biletler de yandı, ama bu kesinlikle doğru bir karar. Ekonomi için sonuçları ne kadar yıkıcı olacak da olsa, bir süre herkesin kendini her türlü sosyal bir araya gelişten uzak tutması gerekiyor.



Bir bale tutkunu olarak daha önce hiç izlememiş olduğum 3 Silahşor balesiyle tanışmak büyük bir keyif oldu. Verdi’nin müzikleri çok güzeldi. Armağan Davran ve Volkan Ersoy'un koreografileri salonun ufak boyutları göz önüne alınınca başarılıydı, özellikle kılıç düelloları özenle örülmüştü. Genç silahşör D’Artagnan’ın Paris’e giderken yolda soyulması ve 3 silahşörlerin yardımıyla çaldırdıklarını geri alması ve onların arasına katılması anlatılıyordu. Bölümlerden en çok finale doğru D’Artagnan ile Constance’in Pas de deux’sünü beğendim. Başta D'Artagnan rolünde Batur Büklü olmak üzere tüm solistler çok iyiydi.


Evden çıkarken operaya değil de baleye gittiğimizi öğrenince direnen Dalya, eseri beğenerek izlerken, direnişsiz gelen Cem eser esnasında sıkıldı, başı ağrıyormuşmuş. AKM keşke bir an önce açılsa da, onlara büyük sahnede sergilenen bir bale eserinin ne kadar da vazgeçilmez bir keyif olabileceğini gösterebilsem. Klasik balenin hakkının, ufak sahnelerde verilmesi neredeyse imkansız.

Elimizde yanan biletlerden de en çok 21 Mart'ta seyredeceğimiz Stravinsky'nin The Rake's Progress'ine üzüldüm, ilk defa izleyecektim, kısmet değilmiş. Çocukların okullarının yanı sıra tüm spor ve sanat kursları da iptal edildi, evde kaliteli zaman geçirmenin yeni yollarını keşfetmemiz gerekecek, Dalya tatilin ikinci günü itibariyle sıkıntı beyanları vermeye başladı. Şu virüs tehlikesini umarım asgari zayiatla en kısa sürede atlatıp nice etkinliklere yelken açarız.

D’Artagnan: Batur Büklü
Athos: Hasan Topçuoğlu
Porthos: Can Bezirganoğlu
Aramis: Deniz Özaydın
Constance: Berfu Elmas
Lord Buckingham: Olcay Tunçeli
Milady: Merve Topaldemir
Kraliçe: Deniz kılınç Tunçeli
Rochefort: Nuri Arkan
Mr. Trévılle: Bahadır Ovacıklı
Kral Xııı. Louıs: Alkış Peker
Kardinal Richelieu: Alper Akalın