Diziler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Diziler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Mart 2021 Pazartesi

Diziler Mayıs 2020 - Şubat 2021

Günceye dizi notlarımı en son geçen nisan ayında şu yazıda düşmüşüm. Her ne kadar aradan geçen zamanda daha az dizi izlemeye gayret etsek de, listeleyince 40 tane dizi çıktı, her birine birkaç satır da olsa değerlendirme yapmaya enerjim yetmeyeceğinden, içlerinden beğendiğim 15 tanesini cımbızladım, onlara alfabetik sırayla değinirken, kalanların sadece isimlerini sanal belleğime işleyeceğim.

Criminal: UK 8/10

Tek mekanda, bir polis merkezinin sorgu odasında geçen, her bölümü farklı zanlılarla, farklı bir suçu ele alan, sadece sorgulamaları gerçekleştiren dedektifler üzerinden bir bütünlük oluşturan bu dizi, çok güçlü yazılmış senaryosuyla bir çırpıda izleniyor. Her bölümünde ayrı usta oyunculardan, etkileyici performanslar izlediğimiz dizinin Almanya, Fransa, İspanya gibi uyarlamaları da var. Biz büyük heyecanla izlediğimiz Birleşik Krallık versiyondan sonra daldığımız Almanya yorumunda büyük hayal kırıklığına uğrayınca, kumandayı yavaşça yere bıraktık.

Defending Jacob 9/10

Varlıklı savcı bir baba ile eğitmen bir annenin ergen oğulları, bir parkta işlenen cinayetin baş şüphelisi haline geldiğinde bu çekirdek ailenin varoluşu temelinden sarsılıyor. İnsanın kendi çocuğunu koruma içgüdüsüyle, gerçeğin ne olduğu arasında sıkışmasını, bu durumun aileyi toplumdan dışlanmaya götürecek kadar sarsmasını müthiş başarılı ve tansiyonu bir an için bile düşmeyen bir kurguyla veriyor.


Emily in Paris 8/10

Evlerde hapis bulunduğumuz şu pandemi döneminde, kendimizi Paris'in rengarenk sokaklarına bırakmanın çok kafa dağıtıcı bir yöntemi olarak diziyi keyifle izledik. Kendi yüzeyselliğiyle de dalga geçmesini bildiği için, bir tüketim toplumu reklamı gibi akması affedilebilir duruyor. Episodes dizisinde Britanya/Amerika kültür farklılıklarını izlediğimiz tarzda, bu sefer de Amerikan pragmatizminin Fransızların sofistike yaklaşımlarıyla çakışmasına tanıklık ediyoruz. Pek derine inmeyen, Sex and the City formüllü, romantizm soslu bir seyirlik.


I Hate Suzie 8/10 

Ünlü bir kadın oyuncunun telefonu hacklenip, telefonundaki sex videosu medyanın eline geçince tüm Dünya'sı alt üst olur. Sarsılan kariyerinin yanı sıra, videonun kocasını aldattığını da göstermesi itibariyle, ailesi de dağılma tehlikesine girecektir. Diary of a Call Girl'de çok hayran olarak izlediğim Billie Piper bu sefer kendi yarattığı, yapımcılığını yaptığı dizide yine döktürüyor.

I May Destroy You 8/10

Yine yazan, yaratan, oynayan güçlü bir kadın karakter, Michaela Coel, çok vurucu bir esere imza atıyor. Arkadaşlarıyla dışarı çıktığı bir gecede, içeceğine uyuşturucu katılarak tecavüze uğrayan yazar karakterimiz, olanları hatırlayamamaktadır. Olanları yavaş yavaş idrak ederken başından geçenleri çok çarpıcı bir üslupla izletiyor. Kadınların kalemlerinden çıkan, birbirinden etkileyici kadın hikayeleri, ardı ardına bizlerle buluşmaya devam ediyor. Bu yazıda bahsettiğimiz I Hate Suzie gibi, Phoebe Waller-Bridge'in Flebag'i gibi, bu diziyle yakın akraba olduğunu düşündüğüm Lena Dunham'ın Girls'ü gibi.

Master of None 8/10

Dizi ve sinema sektöründe beyaz erkek baskınlığı çok şükür biraz zayıflarken, eskiye kıyasla çok daha fazla sayıda kadına dair hikayeler izlemeye başlamışken, hep ihmal edilegelmiş azınlık hikayeleri de ekranlara gelmeye başladı. Bunun en güzel örneklerinden biri, New York'da yaşayan hindistan kökenli bir oyuncu olan Aziz Ansari'nin kendi evrenini anlattığı Master of None. Çok tatlı bir mizahı olan bu dizi, ikinci sezonunda dümeni İtalya'ya kırarak bir dolce vita havasına bürünüyor.


Mrs. America 8/10

1950'lerde, 60'larda izlediğimiz Amerikan filmlerinde çizilen kadın portresi, genelde kadının toplumdaki konumu açısından oldukça ürkütücüdür. Son derece beyaz erkek egemen bu toplumda kadının yeri evinde mutfaktadır, ulaşabileceği en yüksek mertebe iyi bir ev kadını olmaktır. Günümüzde kadın, olması gerektiği noktadan hala çok uzakta olsa da, bir kıyaslama yapıldığında arada bir yerlerde bir devrim olmuş olsa gerekir diye düşünüyor insan. İşte bu dizi ABD'de feminist hareketin gerçekleştirmiş olduğu devrimi çok güzel özetliyor. Feminist hareketin önündeki en büyük engelin (tabii erkeklerin cepheye sürdüğü) muhafazakar kadınlar olması, insanlığın klasik ikilemlerinden biri. Muhafazakar kadınların liderliği rolünde Cate Blanchett yeteneğiyle parmak ısırtıyor.

Normal People 9/10

Zengin kız, fakir erkek aşkını yüz milyonuncu kez nefes almadan izlemenin temel sırrı, Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal özelinde müthiş bir kimya uyuşmasıyla açıklanabilir. Küçük kasabada okul futbol takımının yıldızı olmasıyla da çok popüler olan erkeğin annesi, kasabanın az dışındaki malikanede yaşayan ve okulda dışlanan "şehirli" zengin kızın evinde temizlikçi olarak çalışmaktadır. İkisi arasında başlayan romans adeta bir yasak aşk gibidir, erkek karizmayı çizdirmemek adına bu ilişkiyi açık olarak yaşamaktan imtina etmektedir. Okul bitip, büyük şehre üniversiteye gittiklerinde, bu sefer kız kendi evinde, taşralı erkek deplasmandadır. Bu klişe gibi gelen konu, o kadar incelikli ve kıvamında işlenmiş ki, dizi 500 bölüm sürse, hipnotize şekilde, aşk büyüsünü tüm hücrelerimde hissederek izlemeye devam edebilirdim.


Stateless 8/10

Günümüzde insanlığın kendinden en çok utanması gerektiği, ama ürkütücü bir umursamazlık içerisinde olduğu konulardan biri göçmen sorunu olsa gerek. Konu artık tamamen kanıksanmış durumda, ve Dünya'nın dört bir yanında yaşanan trajedi, tamamen gündem dışında. Batılı ülkelerin göçmen sorununa karşı takınmış olduğu son derece iki yüzlü tutum inanılmaz mide bulandırıcı. Kendi sömürgeciliklerinin mahvettiği, çıkarları için manipüle ettikleri ve silahlarla donattıkları diktatörlüklerin zulmünden kaçan milyonlar yollarda sürünürken, ölürken, onlara tüm kapılarını sonuna kadar kapatmalarıyla bir gün yüzleşecekler mi, hiç sanmıyorum. Eminim hala kendilerini sütten çıkmış ak kaşık, demokrasinin ve insan haklarının beşiği olarak görmeye devam edecekler. Bu noktada Stateless, kendisine denk gelen vicdanları temelinden sarsacak bir gerçek hikayeyi anlatıyor. Yolu Avustralya'ya düşen göçmenlerin, hapishaneden beter kamplara kapatılmalarını, ve hiçbir suç işlemedikleri halde yıllarca oradan çıkamamalarını anlatıyor. 

The Crown 8/10

Bir kraliyet ailesinin hikayesinden bana ne diye, uzun süre izlemeye direndiğim The Crown, beni çok olumlu yönde şaşırttı. Paparazzi çerçevesinden görerek, bildiğimizi sandığımız Dünya'larının, arka planda ne kadar  farklı dinamiklerle işlediğini gözler önüne seriyor bu dizi. Favori dizilerimizden Downton Abbey'in final yaptığı dönemden devralarak, onun yarattığı boşluğu çok güzel doldurdu. İlk sezonlarda Claire Foy'un canlandırdığı genç kraliçe profilini müthiş isabetli bulurken, bayrağı ondan devralan Olivia Coleman'ın fazla neşeli ve mizahi yorumunu biraz abartılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama o açığı Margaret Thatcher'ı canlandıran Gillian Anderson çok iyi kapattı. Aynı şekilde Elisabeth Debicki de Diana tasvirinde çok başarılı.

The Eddy 8/10

Netflix'in en "hak ettiği değeri alamayan" (underrated için daha kısa ve net bir tabir icat etmeliyiz) dizisi olduğunu düşünüyorum. Hiçbir ortamda bu diziden bahsedildiğini duymadım. Paris'te bir caz kulübü ekseninde geçen dizi, sadece muazzam müzikleri için bile izlenmeye değer. Amerikalı ve Arap iki dostun sahibi olduğu bu kulüp, işlenen bir cinayet üzerine zor bir zaman geçiriyor. Bu cinayetin eksenindeki polisiye hikayenin yanı sıra, kulübün Amerikalı sahibinin kızıyla ilişkisi odak noktasında. Pek çok yan hikayecik de mevcut, tüm bu hikayelerin ele alınış şekillerinin bir hayli dağınık olduğunu kabul etmek gerekiyor, ancak diğer yandan bu kafası karışık ruh halinin, dizinin kimyasına ve caz müziğine aykırı düşmediğini düşünüyorum.

The Queen's Gambit 8/10

Biçimsel olarak çok ana akım bir dizi olarak niteleyebileceğim bu yapım, layıkıyla yapıldığında ana akım bir eserin ne kadar değerli olabileceğini gösteriyor. Satranç gibi çerçevesi, kuralları çok belli bir oyunu, bu kadar çekici ve sürükleyici bir anlatıma baş malzeme yapabilmek gerçek bir maharet ister. Kusursuz bir sanat tasarımı ve müthiş başrolü Anya Taylor-Joy başta olmak üzere, her şey doğru yapılmış. Erkek egemen bir satranç evreninde, öksüz bir genç kızın yükselmesini ağzımız açık izliyoruz.

The Staircase 8/10

13 bölüm süren bu belgesel dizi, Michael Peterson isimli bir adamın, karısını öldürdüğü zannıyla yargılandığı, toplamda 16 yıl süren hukuki mücadelesini anlatıyor. Karısı evde merdivenden yuvarlanarak ölür, ancak bunun kazayla mı, yoksa kasıtla mı olduğu belirsizdir. Belgesel yıllar boyunca Michael'in merceğinden ilerlediğinden, seyirci olarak çok nesnel bir pencereye sahip olamayız. Ancak Michael'in biseksüelliğini ciddi bir motif olarak algılayan savcılığın, iddiasını ispatlamak için adalet sistemini sonuna kadar çarpıtması, sistemdeki yozlaşmayı gözler önüne seriyor. Michael'in masumiyeti konusunda ailenin bölünmesi, Michael'in geçmişindeki karanlık noktalar, kurgu senaryo olsaydı bu kadar çarpıcı olamazdı dedirtecek kadar diziyi sürükleyici kılıyor.

The Undoing 8/10

Defending Jacob'da, oğullarının cinayeti işleyip işlemediğini bilemeyen aile ve izleyici, bu sefer de iyi bir doktor, baba ve eş olan adamın (Hugh Grant) işlenen cinayetin faili olup olamayacağını sorguluyor. Adamın psikolog eşi rolünde Nicole Kidman, bu sefer kocasını analiz edip, her gün aynı yatağa girdiği, sarılıp uyuduğu, sevdiği adamın, olduğunu sandığını adam olup olmadığını sorgulamak zorunda kalır. Başı ve sonunu başarılı bulduğum yapımın ara bölümlerinin biraz sarktığını düşündüm, 3 bölümlük bir dizi, veya biraz uzunca bir film olabilirmiş.



We Are Who We Are 8/10

Call Me By Your Name ile gönüllerimize taht kuran yönetmen Luca Guadagnino'nun bir dizi projesine imza attığını öğrenince, hemen ekran başına geçtik. İtalya'daki bir Amerikan askeri birimine atanan bir kadın komutanın, karısı ve ergen oğluyla birlikte üsse yerleşmesiyle başlıyor dizi. Oğlunun o üste kurduğu arkadaşlıklar üzerinden, günümüzün genç jenerasyonuna dair çok özgün bir yorum izliyoruz. Zamane gençlerinin benliklerini keşfederken cinselliklerini, cinsel kimliklerini sorgulama şekli, geçmişe oranla günümüzde çok farklı dinamiklerle işliyor, ve dizi bu konuyu çok cesurca odağına alıyor.

Bakiye Diziler;

Bad Banks 7/10

Beforeigners 6/10

Black Earth Rising 6/10

Blood of Zeus 8/10

Criminal: Germany 5/10

Face to Face 6/10

False Flag 7/10

Fosse/Verdon 7/10

Formula 1: Drive to Survive 9/10

Gentleman Jack 7/10

Inside No. 9 7/10

It's a Sin 6/10

MotherFatherSon 6/10

Origin 7/10

Run 6/10

Seven Seconds 7/10

The Hookup Plan 7/10

The Little Drummer Girl 6/10

The People vs OJ Simpson 8/10

The Twelve 6/10

The Witcher 7/10

Twice Upon A Time 6/10

Unorthodox 6/10

Your Honor 6/10

27 Şubat 2021 Cumartesi

Bir Başkadır - Berkun Oya

Türkiye tarihinin herhalde en çok değerlendirilen, konuşulan dizisi olmayı başaran bu yapım, en az bir 20 senedir tuttuğum Türk dizisi orucumu açmama sebep oldu, merak etmemek elde değildi. Dizinin ne anlattığının herkesin öznel penceresinden "bir başka" gözükmesi dahi dizinin artı hanesine yazılması gereken bir olgu. Benim kişisel yorumum şu şekilde oldu; (bir başkadır benim) memleketimin parçalanmış haline hepimiz gibi çok üzüldüğünü tahmin ettiğim senarist/yönetmen Berkun Oya, geçmişe dönüp bizi birleştirebilecek ortak paydamızda neler olduğuna (kaldığına) baktığında Yeşilçam'ı görmüş olabilir. Münir Özkul'un, Adile Naşit'in, Kemal Sunal'ın, Zeki-Metin'in, Şener Şen'in ve daha nicesinin seyircilerini düşünürken sağı solu, dindarı seküleri, fakiri zengini, türkü kürdü diye ayırabilir miyiz? Onlara milletçe, kimliklerimizden bağımsız beraber güldük, beraber ağladık.

Toplumun farklı kesimlerini (biraz da çaktırmadan) empati kurmaya teşvik eden, ama kimsenin gözüne parmak sokmadan, bir çorbaya da çevirmeden güncel çok sayıda konuya "bir başka" değiniyor bu dizi. En çok öne çıktığını düşündüğüm, Seküler kesime getirilen, dindar kesimi cumhuriyet tarihi boyunca aşağılamış, dışlamış olmalarına dair eleştiri ne kadar içselleştirilebilir, bir katarsise yol açabilir mi, çok şüpheliyim ama geniş kitlelerce konuşulması dahi çok sağlıklı. İktidar odağının kaymasının, iktidarsız kaldığını düşünen kesimler üzerinde yarattığı travma, bir mikro örnek üzerinden başarılı bir şekilde aktarılıyor ve hatta bir barış eli uzatmaya kadar götürülüyor. 

Ana tema olarak işlenen o kadar çok konu var ki, zaten bugüne kadar yapılmış sayısız değerlendirmede bolca dile getirildiler, tek tek saymak yerine izlemek daha anlamlı, herkes kendi çıkarsamalarını yapabilir. Aşikar olan temaların yanı sıra, mesela fakirlerin günümüzde orta ve üst gelir seviyesindekilerin özendiği şekilde yemyeşil bir doğa içinde, zenginlerin ise fakirlerin özendiği bir lüks içinde ama tamamen şehrin çirkin mimarisine sıkışmış halde yaşamaları gibi saymakla bitmeyecek ince dokunuşlar tespit edilebilir bu dizi ile ilgili.

Tek tek karakterlere ve hikayeciklere baktığımızda, özlerini geçmiş Yeşilçam filmlerinde bulabileceğimizi görebiliyoruz. Meryem'de sinema tarihimiz boyunca sık işlenmiş olan çok naif genç kız tiplemesini, Peri'de önce kızdığımız ama sonra acıdığımız Yeşilçam'ın çatık kaşlı karakterlerini, Sinan'da züppe Yeşilçam delikanlısını bulabiliriz. Meryem, Sinan, genç imam aşk üçgeni, işleniş olarak olmasa da kalıp olarak çok tanıdık, aynı şekilde Meryem'in abisi ve yengesinin hikayesi de Yeşilçam'ın favori tecavüz/intikam teması işliyor. Peri'nin ailesinin zengin olarak tasvir edilince ille yalıda yaşaması da bana Yeşilçam'ın zengin anlayışını hatırlattı. 

Tarafsız, apolitik bir pencereden bakabildiğimiz bu karakterlere, Yeşilçam'a dair belli ögeleri, mesela karakterlerin meydanlarda, sokaklarda yürürken kuşbakışı gözükmelerini, arabesk-pop karışımı müziğiyle toplumun farklı kesimlerinin zevklerini birleştirmiş olan Ferdi Özbeğen'in melodilerini katınca, ortaya biçimsel olarak da ortak bir bellek üzerinden geniş kitleleri bir araya getirebilecek bir eser çıkıyor. Adeta geçmişte toplumu birleştirebilmiş nostaljik filmler, bilinçaltımız ve kalabildiyse bilinçüstümüzdeki izlerini sürüyorlar. Mantık hatalarını, bir türlü bitmeyen tesadüfleri de, yine fazla kurcalamadan Yeşilçam geleneğine bağlayabiliriz. Dizinin finalinde, tüm hikayeciklerin naif bir mutluluğa bağlanması da aynı şekilde çok tanıdık geliyor.

Günümüzde izlediğimiz kanallardan, dizilere, filmlerden, müziklere kadar ülkemizde öylesine derin bir bölünmüşlük, parçalanmışlık var ki, bu dizinin beni çok nostaljik bir melankoliye sürüklediğini söyleyebilirim. Bu ülkeye mal olmuş sanatçıların dahi tamamını ortadan ikiye bölebilmiş durumdayız, istisnasız herkesin sevgiyle bakabildiği tek bir kişi dahi kalmadı koca ülkede, nasıl gelebildik bu günlere? Bu soruyu yanıtlamaya çalışırken dahi atomlarımıza kadar dağılacağımızı hissediyorum.


26 Nisan 2020 Pazar

Diziler - Ocak-Nisan


İzlediğimiz dizilere dair en son Ocak ayında şu notu düşmüşüm. Sonrasında çok beğendiğim dizilerden iki tanesine de ( Foodie Love, High Fidelity ) değinmiştim. Bakiye dizilere dair, alfabetik sırayla ve bir iki cümleyle notlar;


After Life - 2. Sezon - 6/10
İlk sezonunu çok beğendiğim dizinin ikinci sezonu hayal kırıklığı yarattı. Sanki sırf çok tuttu diye ikinci sezonu yapılmış, ama ilk sezonun sadece kötü bir kopyası olmuş. Eşi kansere yenik düşen bir yerel gazetecinin, acısıyla başa çık(amay)ışını izliyoruz. 


Altered Carbon - 2. Sezon - 7/10
İlk sezona kıyasla, özellikle yan rollerde çok daha iyi bir kadro var. Kaliteli bir bilim kurgu olmakla birlikte, bir şaheser de değil, ilk sezonun üzerine fazla bir şey ekleyemiyor. Takeshi Kovacs yeni bir vücutta, büyük aşkı Quellcrist Falconer'ın izini sürmeye devam ediyor.


Belgravia - 8/10
Julian Fellows ne yazsa izleriz kategorisinden ilk dizimiz Belgravia. Jenerik müziği dahi o kadar Downton Abbey'e benziyordu ki, çok heyecana kapıldım. Tabii ki Downton Abbey'in yanına dahi yaklaşamadı, ama yine de keyifle izletti kendini. Bol entrikanın döndüğü, sınıflar arası farkların ağlarını ördüğü, Tamsin Greig'in muhteşem oynadığı dizi, iyi bir çerezlik.


Flesh and Blood - 7/10
İleri yaşta tekrar aşık olan anneleri için endişelenen 3 yetişkin kardeş, annelerinin parası için kandırıldığını düşünmektedirler. Klasik bir karadul muamması olarak fena işlenmemiş dizi, sonuna kadar ilgiyle izletiyor, Imelda Staunton meraklı komşu olarak çok iyi.


Homeland - 8. Sezon - 8/10
Yıllardır CIA ajanı Carrie Mathison sayesinde biraz fikir sahibi olabildiğimiz ajanlık işleri, artık finale eriyor. Her sezonunu ilgiyle izlediğimiz Homeland, 8. ve son sezonunda Afganistan'a el atıyor. Bu satırları yazarken yayınlanmamış sadece son bir bölümü kaldı, şimdiden özlemeye başladım.


Outlander - 5. Sezon - 6/10
Önce kitabını okuyarak, sonra dizisini beğenerek izlemeye başladığımız Outlander, 5. sezona geldiğinde artık iyice kabak tadı vermeye başladı, sabun köpüğü operaya bağladı. Sanırım artık işleyecek konu da pek kalmadı. Taşına dokunduğu gizemli bir tapınak vesilesiyle 200 yıl geriye giden Claire, belki Jamie'yi 20. yüzyıla getirmeyi denese yeni malzeme çıkabilir.


State of the Union - 7/10
Evlilik terapisi alan bir çiftin, seans öncesi hep aynı kafede buluşmalarını resmeden, ilişkiler üzerine keyifli bir seyirlik.


The English Game - 6/10
Yine Julian Fellows vesilesiyle izlediğimiz dizi, futbolun büyük bir endüstriye dönüşmeden önce çakılan ilk kıvılcımlarını anlatıyor. Fellows'un kaleminden çıkan her eserde olduğu gibi yine sınıflar arası mücadelenin iyi bir örneği, ancak bu sefer (bana göre) oldukça talihsiz oyuncu tercihlerinin kurbanı oluyor.


The Mandalorian - 8/10
Çocuklarla beraber izlediğimiz diziyi çok beğendik. Star Wars Dünyası'ndan kafa avcısı Boba Fett'in ırkını anlatıyor dizi, ancak herkesin hem fikir olduğu nokta, dizinin asıl değerinin sevimlilik abidesi Bebek Yoda'nın varlığı.  


The Outsider - 6/10
Bugüne kadar belki yüzlerce dizi izlemişimdir, ama bu kadar iyi başlayıp bu kadar kötü bitiren bir dizi daha izlediğimi hatırlamıyorum. Dizinin ilk yarısıyla ikinci yarısı sanki tamamen iki farklı yapım gibi. Steven King ustanın kalemi mi böyle öngörmüş bilemiyorum ama olmamış. Kasabanın sevilen bir karakterinin çok kesin delillerle, bir çocuk cinayetinin zanlısı olması, aynı anda bambaşka bir şehirde bulunduğuna dair yine net kanıtlarla kafaları karıştırıyor.


The Virtues - 7/10
Ayrıldığı karısı ve oğlunun Avustralya'ya göç etmeleri üzerine, yapayalnız kalan bir adamın sancıları Stephen Graham'ın muhteşem oyunculuğuyla anlatılıyor.


Unbelievable - 9/10
Kadınları tecavüz ederek öldüren bir seri katilin peşine düşen iki kadın hafiye, ortada hiçbir ipucu bulunmamasına rağmen azimle işin ucunu bırakmıyorlar. Başta Toni Collette olmak üzere gerçekten müthiş bir kadroyla ilk dakikadan sonuna kadar ekrana bağlamayı başarıyor bu polisiye dizi.


When They See Us - 10/10
Gerçek bir hikayeyi resmeden bu dizi insanda sinir bırakmıyor. Bu kadar öfkeyle dolup taşarak, adeta çıldırarak izlediğim bir dizi daha hatırlamıyorum. New York'un meşhur Central Park'ında bulunan bir tecavüz vakasını, o esnada parkın diğer bir ucunda bulunan bir grup siyahi gence yıkmaya çalışan, bunda da başarılı olan çürümüş sistemi, insanı yerinden zıplatarak izlettiriyor.

15 Nisan 2020 Çarşamba

High Fidelity (2020)


Uyarlandığı Nick Hornby'nin aynı ismi romanını okuma fırsatım olmadı, ama Stephen Frears'in 20 yıl önceki sinema filmini çok beğenmiştim. Tekrar çevirimler hayal kırıklığı yaratabiliyor, ama bu sefer dizi biçiminde olması, ve de takip ettiğim sitelerde övgü dolu yazılar bulunması itibariyle bir şans vermeye karar verdim.


İyi ki denemişim, çünkü diziye bayıldım. Filmde John Cusack'ın canlandırdığı Rob karakterini, dizide aynı isimle bu sefer Zoë Kravitz kusursuz canlandırıyor. O kadar doğal ki, adeta kendini oynuyor, rol yaptığını unutturuyor. Dizinin tüm karakterleri çok iyi seçilmiş, özellikle de Cherise rolünde Da'Vine Joy Randolph müthiş.


Müzik tutkunu Rob bir plak mağazasına sahiptir, iki çalışanı Cherise ve Simon aynı zamanda en yakın arkadaşlarıdır. Bu üçlünün müzik muhabbetleri ve sürekli müziğe dair sürekli en iyi beş listeleri yapmaları çok keyifli. Rob'u yeni müzik listeleri yapmaya iten diğer bir neden, ilişkilerinde yaşadığı hayal kırıklıkları. Yaşamış olduğu 5 ilişkinin de hüsranla bitmesi sonucu, acaba sorun kendisinde mi diye öğrenmek için 5 kişiyle tekrar görüşüp, ayrılmalarının nedenlerini öğrenmeye çalışıyor.


Dizi, müzik muhabbetleriyle o kadar iştah açıcıydı ki, her bölümden sonra spotify'a dalıp ilgili müzisyenleri, grupları dinlemeye başladım. Spotify'da oldukça geniş bir High Fidelity çalma listesi de mevcut. Foodie Love'ın ruhumu doyurduğu aşk ve yemek üzerine High Fidelity de müzik ve melankoli pompaladı. İki diziyi art arta izlemek gerçekten çok iyi geldi.

6 Nisan 2020 Pazartesi

Isabel Coixet ve Foodie Love (2019)


Isabel Coixet'in filmlerini severim, özellikle "My Life Without Me" (2003) muhteşemdir. Onun isminin yemek ve aşkla bir araya geldiğini gördüğümde bu diziyi mutlaka izlemeliyim diye düşünmüştüm. Diziye (ve itiraf ediyorum Laia Costa'ya) ilk bakışta vuruldum. Bu ekranda birilerine vurulma hali, ilk gençlik yıllarımdan beri hep başıma gelir, sinemaya olan ilgimde bunun da önemli bir payı var muhtemelen. İlk aşkım "Dirty Dancing" (1987)'de Jennifer Grey idi, haftalarca aşk acısı ve özlemi çekmiştim. Yine ergen yıllarımdan en net hatırladığım, "Pretty Woman" (1990)'da Julia Roberts'a tutulmamdı. Benim gibi artık o da yaşlandı ama hala hangi filmde izlesem içim bir cız eder. Türk sinemasında da vazgeçilmez aşkım Gırgıriye'de tutulduğum Gülşen Bubikoğlu idi.


Geçen zamanla birlikte kalp de biraz yıllanmış olacak ki, uzun zamandır içim pek cız etmiyordu. En son hatırladığım Lost'da Evangeline Lilly'e çarpılmıştım, aradan 10 yıl geçmiş. Ama Foodie Love'da Laia Costa beni öyle bir çarptı ki, on yılı da telafi etti. Daha ilk bölümü izlerken, dizinin sadece 8 bölüm olduğu fikri dahi, içimin sıkışmasına sebep olmuştu. Dizi bittiğinde de gerçekten günlerce kanımda yoğun bir melankoli ile dolaştım. Bunda tabii dizinin son derece dramatik ve vurucu sonu da önemli bir rol oynadı.


Dizinin konusuna gelirsek, birbiriyle yeni tanışan bir kadın ve bir erkek, birbirlerini en gözde mekanlarında, en sevdikleri lezzetleri tatmaya davet ederken, birbirlerini tanıyorlar, ve aralarında bir ilişki gelişiyor. İki karakterin çizimi, ilişkinin işlenişi, mekanların, yemeklerin, renklerin muhteşemliği insanı kendinden geçiriyor. Dizinin geçtiği Barcelona'nın meşhur pazar yerlerinden birinde yedikleri japon yemeği ramen o kadar beni cezbetti ki, yıllar sonra mutfağa girip internetten bulduğum tariflerle ramen pişirdim, hiç de fena olmadı. Dizinin o kadar etkisinde kaldım ki, izlediğimden beri de yemek yapmayı bir hobi haline getirerek, arada mutfağa dalıp bir şeyler pişiriyorum.


Bir bölümü özellikle çok etkiledi beni (dikkat bundan sonrası sürpriz bozanlı). Erkek kadını (dizide karakterlerin isimlerini öğrenemiyoruz) hafta sonu Fransa'ya bir gurme restoran/otele götürüyor. Vardıklarında restoran kısmının tadilatta olduğunu öğreniyorlar. Erkek çok sinirleniyor, rezervasyon yaparken bu bilgiyi paylaşmaları gerekirdi diye ortalığı birbirine katıyor. Biraz sakinleşebildiğinde fark ediyor ki, kadın sessiz ve kırgın. Kadın özetle şunu diyor; "Ben bir süre önce, sürekli ağlayıp, zırlayan, yaşadığı hayal kırıklıkları karşısında bu şekilde tepkiler veren insanları hayatımdan çıkarmaya karar verdim ve çıkardım. Herhangi bir şarküteriden alacağımız bir şişe şarap ve biraz peynirle müthiş mutlu olabilecekken, burada senin zırıltını dinliyorum. Hayat bu kadar olumsuzluğa maruz kalmaya değmeyecek kadar kısa" Adam daha henüz çok kırılgan olan ilişkide kadını kaybetmek üzere olduğunu anlar, kendini affettirmek için her şeyi yapar. Kadının tek bir şartı vardır. Otele tekrar hiç bir şey olmamış gibi giriş yaparlar ve çok güzel bir hafta sonu geçirirler. Evet esasında çok bilindik bir akıl, ufak tefek sorunları hayatımızın göbeğine yerleştirip acıların çocuğu rolünden mümkün olduğunca sıyrılmalıyız, ama kendi adıma hemen salgın öncesi izlediğim dizi (aklımdan bir türlü de çıkmadığından) geçirdiğimiz şu zor günler için çok iyi bir hazırlık olmuş.


İsabel Coixet'e şapkamı çıkarıp yere kadar eğiliyorum bu başyapıt için. "In the Mood For Love" (2000)'da çarpıldığım kadar çarpıldım.  Benim için on üzerinden on, kusursuz bir dizi, sadece geçici bir haz değil, hayatıma da etki edecek kadar çok etkiledi beni. Şu kapalı kaldığımız günlerde nicesine denk gelme dileğiyle...


20 Ocak 2020 Pazartesi

Diziler 2019


Günceye tekrar yazmaya başladığımda, yazmadığım yıllara dair boşluğu şu yazıyla doldurmaya gayret etmiştim. O listeden 2019'da izlemeye devam ettiğimiz diziler Big Little Lies, Black Mirror, Broad City, Fleabag, Friends from College, Game of Thrones, La Casa del Papel, Mindhunter, Modern Family, The Affair ve The Big Bang Theory.

Big Little Lies'ın ikinci sezonu yine çok iyi olmakla beraber ilk sezonunun biraz gerisinde kaldı, yönetmen değişikliği net hissediliyor, oyuncular da ilk sezondaki kendi müthiş performanslarının üstüne çıkamadılar, Meryl Streep de fazla katkıda bulunamadı, ama Laura Dern tek kelimeyle muhteşemdi, herkesten rol çaldı.

Fleabag'in ikinci sezonu ise unutulmazlar arasına girdi, hayatımda seyrettiğim en iyi dizi sezonlarından biriydi, Phoebe Waller-Bridge haklı olarak bu aralar tüm ödülleri süpürüyor.

Game of Thrones ise hayatımda kesinlikle izlediğim en kötü sezon finalini (çoğunluğun kıyasladığı Lost finali böyle kötü değildi) verdi. Yayınlamayıp diziyi iptal etseler daha az üzülürdüm, ne kadar kötü olduğunu tasvir etmek dahi çok güç. O kadar para harcayıp, gözümüzü bol efektlerle boyamak yerine, tek mekanda da geçse, yıllarca gelişimlerine şahitlik ettiğimiz karakterlerin hak ettikleri sonları verebilselerdi keşke.

Pek sevgili The Affair bizi hiçbir sezonunda üzmedi, her sezon üstüne ekleyerek geldi, Ruth Wilson'un (haklı olarak, kadın - erkek ücret eşitsizliği sebebiyle) diziden ayrılmasından sonra dizi hakkında çok ümitli değildim ama final sezonu yine tek kelimeyle harikaydı, son yıllarda yayınlanmış en iyi aile dramlarından birini daha çok güzel duygularla arkamızda bıraktık.

The Big Bang Theory finali için ise kelimeler yetmeyecek. Hayatımıza girdiğinde iki afacanımız henüz Dünya'da dahi değildi, hayatımız, bizler değiştik, tabii dizideki karakterler de değişti ama bu enfes komedi, kalitesi anlamında zerre değişmedi. 12 yıl boyunca bizi kahkahalara boğduktan sonra beni finalinde hıçkıra hıçkıra da ağlatmayı başardı. Leonard, kendisini hayatı boyunca takdir etmeyi başaramamış, psikolog olmasına rağmen kendi öz oğlunun en temel ihtiyacını karşılamaktan imtina eden annesine onu affettiğini söylediği sahnede gerçekten dağıldım, kendime de uzun süre gelemedim, hala o sahneyi hatırladıkça gözlerime yaşlar hücum ediyor. Darısı ebeveynlerinden o takdiri boşuna bekleyen milyarların başına diyeyim, halbuki bu kadar zor olmasa gerek, genetiğimizde çocuklara özgüven aşılamak daha sağlam yazılmış olsa, eminim Dünya ve insanlık bugün bambaşka bir noktada olurdu. Benim çocuklarım da bir gün bu satırları okuduklarında beni yargılayacaklar, umarım bu konu kalabalık eksi hanemde değil, cılız artı hanemde olur, onların adına bunu yürekten diliyorum ve elimden geleni de yapacağıma söz veriyorum.

Dizi konusuna geri dönersem, yeni keşfettiğimiz dizileri alfabetik sıraya göre, yine notlayarak aşağıya iliştiriyorum.


Altered Carbon - 7

Dizilerin arasında iyi bir bilim kurgu bulmak, samanlıkta iğne aramaya benziyor, genelde fragmanlardan, veya ilk bölümün ilk dakikalarında elemek durumunda kalıyorum. Son yılların en iyisi "The Expanse"'ın yeni sezonu geçen ay yayınlandı, ama henüz izleyemedim, öncesinde dördüncü kitabı okuyup okumama konusunda kararsızım. Altered Carbon bilim kurgu açlığıma (doyurmasa da) güzel bir çerez oldu. Her şeyden önce Blade Runner'ı andıran görselliğiyle izlenmeyi hak ediyor. İnsanlar biyolojik bedenlerini değiştirerek (öldürülmezlerse ve paraları yeterse) sonsuza kadar yaşayabiliyorlar. Özgün konu ve görsellik, senaryoya da olumlu yansıyabilseymiş, çok iyi bir dizi çıkabilirmiş ortaya.

*************


After Life - 9

Ricky Gervais'nin bu müthiş dizisine şu yazıda not düşmüştüm:

*************


Broadchurch - 8
Çocuk cinayeti temasının gerçekten suyu çıktı ama kadroda Olivia Colman ve Phoebe Waller-Bridge'i görünce dayanamadım, iyi ki de öyle yapmışım, türünün çok iyi bir örneğiyle karşılaştık. Finalinden memnun kalmasam da, sadece Colman için dahi izlemeye değer.

*************


Chernobyl - 9

Başı ve sonu bilinen Chernobyl nükleer patlaması ancak bu kadar sürükleyici ve çarpıcı anlatılabilirdi. Sovyet sisteminde insanın değersizliği, yaşananlar insanın izlerken gerçekten de öfke krizine tutulmasına sebep oluyor. Tüm oyuncuları da çok takdir edilesi.

*************


Crashing - 7

Fleabag'den o kadar etkilendim ki, Phoebe Waller-Bridge ne yazdıysa izlemeye karar verdim. Fleabag'in ipuçlarının bulunabileceği Crashing de çok özgün ve keyifle izlenen bir yapım. Boş kalan kamu binalarını işgal eden bir grup bohemin hayatlarından bir kesit izliyoruz.

*************


Dark - 9

İlk sezonu düğümlenmekle, ve düğümleri çözmeye çalışmakla geçirdikten sonra o kadar müthiş bir ikinci sezon geldi ki, bir taraftan düğümleri çözerken, diğer taraftan yeni düğümlere maruz kalmaktan mazoist bir zevk almaya başladık. Tam bir Alman disipliniyle mantık boşluğu, hikaye açığı, zamanı geldiğinde cevaplamadan geçilmeyen soru bırakmayarak örüyor ağlarını. Zaman içinde yolculuk teması bundan daha iyi işlenemez.

*************


Dogs of Berlin - 6

Alman televizyonlarında haddinden fazla oryantalizme ve çarpıtılmış Türk/Doğulu resmine maruz kalmış biri olarak hiç izleyesim yoktu ama Berlin'de gerçek mekanlarda geçiyor olması ve ikinci evime özlemim bir şans vermeme vesile oldu. Kaliteli bir yapım olmasına rağmen, bolca klişe ve önyargı mevcuttu, hatta şehrin bir kısmı Lübnan mafyasının kontolünde polisin dahi giremediği bir bölge olarak tasvir edilmiş. Bunu dengelemek ve daha modern gözükmek adına muhtemelen başroldeki Türk dedektifi eşcinsel olarak çizmişler, doğu kökenlilerin şiddetini gözler önüne sererken de, aşırı sağcı neonazileri de sakınmamışlar. Anafikir şöyle çıkıyor, şu yabancılar ve neonaziler olmasalar Berlin'de hayat ne de güzel olacak.

*************


Euphoria - 8

Zamane gençliğini çarpıcı resmeden Skins dizisini hatırlatan Euphoria, uyuşturucu batağında bir liseli genç kızı anlatıyor. Bölümler ilerledikçe, anlatım da, karakterler de çok kıvamında derinleşiyor. Bir grup gencin büyümekle başa çık(ama)malarını, yetişkinliğe geçme yolunda tökezlemelerini çok başarılı bir dille izliyoruz. Oyunculukların hepsi çok iyi ama özellikle başroldeki Zendaya geleceğin büyük yıldızı olacak, inanılmaz bir oyuncu.

*************


Killing Eve - 7

Radarıma yine Phoebe Waller-Bridge vesilesiyle giren Killing Eve, esasında izleyeceğim türde bir dizi değildi. Psikopat bir kiralık katilin, mizahi! bir dille işlediği cinayetleri ve onu yakalama görevini fazlasıyla kişiselleştiren bir dedektifi izliyoruz. Başroldeki ikilinin başarılı oyunları ve Waller-Bridge'in sağlam mizahı diziyi bir şekilde izlettiriyor.

*************


Modern Love - 8

6 adet birbirinden bağımsız aşk hikayesi, kimi hikaye diğerinden daha özgün, daha etkileyici ama hepsi sevdiğimiz oyunculardan.

*************


Russian Doll - 7

Doğum günü partisinin akabinde ölerek, partinin başladığı noktaya geri dönen, tekrar tekrar ölüp dirilen ve bu döngüyü kırmaya gayret eden bir kadının hikayesini izliyoruz. Başyapıt Groundhog Day'den aldığı fikri daha karanlık bir tonda işliyor. Başrolde hayatı fazla ciddiye almayan alaycı kadın kahramanımız rolünde Natasha Lyonne çok başarılı. Dizinin sloganı da çok iyi ve diziye uygun;  "Ölmek kolay, zor olan yaşamak"

*************


Succession - 9

2019'un en beğendiğim yeni dizisi Succession oldu. Medya devi bir ailenin içinde şirketin başına kimin geçeceği sorusuyla başlayan çalkantılar, sayısız dalavere, hesap kitap, ayak kaydırmalarla temposunu hiç düşürmeden alıp başını gidiyor. İyi bir dizinin olmazsa olmazı oyunculuklar da yine bol ödül toplayacak türden.

*************

The Morning Show - 8

Reese Witherspoon'un ön ayak olduğu Big Little Lies'ın tadı hala damağımızdayken, yine onun başı çektiği The Morning Show'dan beklentilerimiz yüksekti. ABD'de yıllardır yayında olan bir sabah programını sunan ikiliden erkek olanın kariyeri cinsel istismar sebebiyle tepetaklak oluyor. Yerine kimin geçeceği, kanal içinde büyük bir itiş kakışa yol açarken, kovulan sunucu rolünde Steve Carell koltuğunu geri almak için mücadele veriyor. Hollywood'da başlayan metoo hareketinin gerekçelerini etraflı bir şekilde masaya yatıran dizi, yıldız dolu kadrosuyla da gözleri kamaştırıyor. Big Little Lies'ın özellikle ilk sezonundaki büyüyü yakaladıklarını söyleyemem, Reese Witherspoon da oyuncu olarak kendi gölgesinde kalıyor, Jennifer Aniston üstüne yapışmış rolü Rachel'lığı üzerinden fazla atamamış,ama yine de tereddüt etmeden sonuna kadar kendini izlettiren bir yapım çıkmış ortaya.

*************

Years And Years - 9

Bu senenin en iyi yeni dizilerinden Years and Years yakın gelecekte başlayıp, zamanı her bölümde biraz daha ileri götürüyor. Bu geçen zaman zarfında bir yandan teknolojinin, diğer yandan siyasetin etkisiyle değişen toplumu izliyoruz. Black Mirror'daki fütüristik ögelerin ön değil arka planda olduğu, ön planda ise bir ailenin tüm bu değişimlerden nasıl etkinlendiğini gözlemleyebildiğimiz etkileyici bir dram. Emma Thompson'ın başarıyla canlandırdığı, sağcı popülist politikacının yakın zamanda dalga geçilen, ciddiye alınmayan halinin, zaman içerisinde, özellikle de göçmen akımlarının yoğunlaşmasıyla, nasıl da onu iktidara taşıyacağına şahit olacağız.