11 Kasım 2019 Pazartesi

Film Güncesi - Ekim 19


Bu günceye ilk başladığımda amacım sinema üzerine yazmaktı, çok film izliyordum, ve hafızamın derinliklerinde kaybolmadan önce bu filmlerle ilgili notlar almak istiyordum. Ama izlediğim kadar yazamadıkça, izlemek çok kolay, yazmak çok zor (en azından benim için), sık sık da yazma motivasyonum düşüyordu, yazılacak filmler listemin altında eziliyordum. Film izlediğim kadar konsere, tiyatroya, sergiye gidemediğim, kitap okuyamadığımdan onları günceye not düşmek daha kolay oluyordu, ayrıca bu faaliyetlere ve bana hissettirdiklerine seneler sonra dönüp bakmak da en az filmleri hatırlamak kadar cazipti, buna bir de şimdilerde çocuklara hatırat bırakma motivasyonu eklendi. Esasında güncenin ismini "in the mood for cinema"'dan "in the mood for life"'a çevirmek daha doğru olur, zira tüm yazılar hayattan keyif aldığım anlara dair. Günceye bugün başlasam, sitenin adresinde de kendi ismimi kullanmazdım. 10 sene önce tüm mecralarda kendi ismimi almak gibi bir endişem vardı, sanki başkası kullansa bir sorun olurmuş gibi, blogger'da da kendi ismimi almıştım. Yazmaya başladığımda da esasında koruma amaçlı almış bulunduğum bu hazır adresi kullanmaya başladım. Bugün değiştirsem, sosyal mecralarda vermiş olduğum tüm bağlantılar kırılacağından, artık böyle ego kokan bir adresle idare etmem gerekiyor.

Uzun lafın kısası birazcık güncenin mevcut ismine saygı göstererek, filmlere biraz daha fazla yer vermeye çalışacağım, izlediğim filmlere dair sadece 1-2 cümle edip notlamaya, ve aylık olarak gruplayıp bir yazının içine tıkıştırmaya, eğer çok beğendiğim bir film olursa veya çok değer verdiğim yönetmenlerin yeni filmlerine denk gelirsem, mümkün olduğunca, vakit bulabildikçe ayrı bir not düşmeye karar verdim. Günceye yazmadığım yıllar, aylarda izlediğim filmlerden özür dileyerek geçen ay izlediğim filmlerden alfabetik sırayla başlıyorum.

Arctic (2018) - Joe Penna



Hayranı olduğum Mads Mikelssen uğruna izlediğim Arctic, kutuplarda bir helikopter kazası sonrası hayatta kalma mücadelesi veren bir adamın hikayesini anlatıyor. Pek çok açıdan iyi kotarılmış ama bir film olarak maalesef fazla iz bırakmıyor. Notum 6.

Between Two Ferns The Movie (2019) - Scott Aukerman



Fragmanına tav olup, kendisinde hayal kırıklığına uğradığım bir film. Zach Galifianakis Hollywood'un büyük yıldızlarıyla abzürt röportajlar yapıyor, söyleşiler fena değil, yer yer komik ama filmin iskeletini oluşturan kurgu maalesef abes ve sıkıcı. Notum 4.

Blade Runner 2049 (2017) - Denis Villeneuve



1982 yapımı aslı tam bir başyapıt olunca, hayal kırıklığına uğramaktan çekindiğimden bir türlü izlemeye ikna edememiştim kendimi. Sonunda cesaretimi topladım, hayal kırıklığına uğradım diyemem, ama selefinin yanına yaklaşamadığını da söylemek zorundayım. Yönetmen Villeneuve'e eseri bir aksiyon filmine çevirmediği ve atmosferini koruduğu için müteşekkirim. Bir devam filmi olmakla beraber, aslının üzerine yeni bir şeyler ekleyip söylemeyi maalesef başaramıyor. Notum 7.

Grüsse aus Fukushima (2016) - Doris Dörrie



Dörrie'nin 90'lı yıllardaki filmlerini izlemiştim, özellikle "Keiner liebt mich" (1994) çok çok iyiydi. Almanya'da okuduğum yıllarda televizyonda denk gelip izlediğim "Geld" (1989) ve "Happy Birthday Türke" (1992) onun kadar etkileyici değillerdi. Aradan yirmi yıldan fazla geçmiş bir filmini izlemeyeli. Hayatta iç yolculuğuna bir yön vermeye çalışan genç bir Alman kadınla, 2011'de Japonya'da gerçekleşen deprem sonrası yaşanan nükleer facia sonucunda evini kaybeden bir japon kadının dostluğunu anlatıyor film. Adını tam koyamadığım bir şeyler eksik kalmış, kimyası tam tutmamış maalesef. Notum 6.

I Am Mother (2019) - Grant Sputore



İyi bir bilim-kurgu filmine denk gelmek o kadar zor ki, fragmanı izlediğimde çok ümitlenmiştim. İnsanlık Dünya'yla birlikte kendi sonunu da getirmiştir. İnsanlığı tekrar var etme görevi robotlara düşmüştür. Bir robotun bir insan embriyosundan hayatın tohumlarını tekrar atmasını, sonra da yeni ilk insana annelik etmesini izliyoruz. Bence film çok iyi başlıyor, ortasına kadar da çok iyi getiriyor. Ama hikayenin ikinci yarısı beni hiç ikna ve tatmin edemedi. Notum 7.

Juliet, Naked (2018) - Jesse Peretz



Ara ara canımız romantik komedi çekiyor, biraz günlük sıkıntılardan uzaklaşalım, azıcık gülümseyebilelim. Bu film de tam bu şekilde çerezlik. Küçük bir kıyı kasabasında kendi hallerinde yaşayan bir çiftin hayatlarına giren eski bir rock yıldızı (Ethan Hawk) onları rutinlerinden çıkarıyor. Notum 7.

Midsommar (2019) - Ari Aster



Amerikalı bir arkadaş grubu, İsveçli arkadaşlarının daveti üzerine İsveç taşrasına bir yaz festivaline gidiyorlar. Başta pek candan ve naif gözüken İsveçli köylüler, kuşaklar boyu sürdürdükleri töreleri uygulamaya başladıklarında günlük güneşlik ortamda hayat bir kabusa dönüşüyor. Çok özgün bir film olduğuna hiç şüphe yok, hatta belli bir türe sokmak da mümkün değil, belki gerçeküstü  gerilim diye nitelenebilir. Yönetmen sanki bulduğu fikre biraz fazla takılmış, o arada karakter derinliğine/gelişimine pek önem vermemiş gibi. Bana maalesef hitap etmedi. Notum 6.

Pause (2018) - Tonia Mishiali



Yanlış hatırlamıyorsam ilk defa Güney Kıbrıslı bir yönetmenin filmini izledim, ancak neredeyse tek mekanda geçmesi itibariyle Kıbrıs'tan görüntüler bulunmuyordu. Kötü bir evliliğe hapsolmuş, menopoza girmekte olan bunalımda bir kadının hayatından bir kesit izliyoruz. Çaresizliğini, sıkışmışlığını çok başarılı ve araya mizah da ekleyerek anlatıyor yönetmen. Notum 8.

Polar (2019) - Jonas Åkerlund



Bir Mads Mikelsen filmi daha, ancak bu sefer defalarca çiğnenmiş klişe bir konuya sahip kötü bir örnek. Emekliliğini hak eden bir kiralık katili, patronu emeklilik ikramiyesini vermemek için öldürtmek istiyor, Mads de her geleni temizliyor. Sonuna kadar neden seyrettim bilemiyorum. Notum 4.

Sauvage (2018) - Camille Vidal-Naquet



Sokaklarda kendini satarak hayatta kalmaya çabalayan bir genç adamın, sevgi arayışı çok etkileyici ve çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. Léo rolünde Félix Maritaud muhteşem oynuyor. Notum 8.

The Road (2009) - John Hillcoat



Kıyamet sonrası Dünya'da bir baba-oğlun hayatta kalma mücadelesi. Filmin kendisi mi, yoksa tasvir ettikleri mi daha fazla içimi daralttı bilemiyorum, ama sonuç olarak fazla memnun kalmadım. Notum 6.

Three Identical Strangers (2018) - Tim Wardle



Doğduklarında farklı ailelere evlatlık verilerek, birbirlerinden habersiz büyüyen üçüzlerin, yetişkin olduklarında birbirlerini bulmalarının hikayesini anlatan ilginç bir belgesel. Özellikle babaların farklı yetiştirme tarzlarının oğullar üzerindeki etkisi çok etkileyici. Notum 7.

Thunder Road (2018) - Jim Cummings



Annesinin ölümü ve eşinden boşanması ile dağılan bir polis memurunun hikayesi. Film dramla komediyi harmanlamaya çalışırken ikisinin arasında sıkışmış gibi geldi bana. Birinden yana tercihini daha net yapmış olsaydı yönetmen, bence daha başarılı bir film çıkabilirdi ortaya. Notum 6.

Upgrade (2018) - Leigh Whannell



Ağır bir trafik kazası geçiren bir adam, felç olduğunu öğrendiğinde, ruhunu direk şeytana satmasa da vücudunu tekrar yürüyebilmek adına yeni bir teknolojiye devrediyor ve sonuçlarına katlanıyor. Fikir çok iyi, ancak uygulama fikrin hakkını veremiyor. Notum 6.

Woman at War (2018) - Benedikt Erlingsson



İzlandalı aktivist bir kadının tek başına, çevreyi mahveden düzene başkaldırmasını izliyoruz. Başrolde ikiz kız kardeşleri canlandıran Halldóra Geirhardsdóttir çok başarılı. Notum 7.

Yesterday (2019) - Danny Boyle



Yönetmenin izlediğim onuncu filmi. "Slumdog Millionaire" ve "Trainspotting" gibi güzel filmlerine bir yenisini eklemiş. Var olma mücadelesi veren bir müzisyen, geçirdiği kaza sonrası gözlerini Beatles grubunun ve müziklerinin olmadığı bir Dünya'ya açar. Bu durumu fark ettiğinde Beatles parçalarıyla başarıyı yakalaması işten bile değildir, ama mutluluğu yakalayabilecek midir. Sevimlilik katsayısı oldukça yüksek olan film, bir de müzik ziyafetiyle zenginleşince tadından yenmiyor. Notum 8.


10 Kasım 2019 Pazar

Stefan Zweig - Dünün Dünyası


Evimize yakın belediye kütüphanesinde rafları karıştırırken, Nina lise yollarında okumuş olduğu ve özellikle diline hayran kaldığını hatırladığı Stefan Zweig'ın otobiyografisi "Die Welt von Gestern"'i tavsiye etti. Hemen ilk bir kaç sayfada çevirinin çok iyi yapıldığından emin olduktan sonra alıp okumaya başladım. Ben de lise yıllarımda "Satranç" kitabını okuyup beğenmiştim, ama sonrasında yollarımız Zweig'la bir daha kesişmemişti. 19. yüzyılın sonlarında çocukluğundan başlayıp, eşiyle birlikte sürgünde Brezilya'daki intiharına kadar geçen döneme Zweig'ın penceresinden tanıklık ediyoruz. Her ne kadar kitap bir intihar niyeti/eğilimi ile sonlanmasa da "Dünün Dünyası"'na dönüşün artık kalıcı şekilde mümkün olamayacağına dair inancının, yaşama arzusunu körelttiğini rahatlıkla yazdıklarından anlayabiliyoruz.  Akıcı ve sürükleyici bir dille yazılmış otobiyografi kendini bir çırpıda okutuyor. Dönemin en ünlü yazarları, düşünürleri, sanatçıları, toplumun önde gelenleriyle tanışıklıkları, kurduğu dostluklar, yaptığı seyahatler, döneme dair gözlemleri gerçekten imrendirici derecede zengin. 1. Dünya Savaşı'na giden yolda toplumun farklı kesimlerinin gözünde, özellikle de entelektüellerin gözünde mümkün olmayacağına dair inanç, savaşın gelişini hızlandırmış. Olması gereken, gerilimleri azaltacak adımların atılması, uluslararası düşünürlerin, toplumun ileri gelenlerinin sağlıklı bir diyaloğa katılım sağlamaları bir yana, çoğunluk, en eğitimlisi, bilgilisi dahil kendini koyu milliyetçi akımlara kaptırmış. 1. Dünya Savaşı'nın getirdiği yıkımlar gözler önündeyken, akabinde hemen 2. Dünya Savaşı'nın göz göre göre geliyor olması, bir narin porselen kadar zarif ve kırılgan ruhlu Zweig'ı çok sarsıyor. Viyana'lı bir Yahudi olarak yerinden yurdundan oluyor. Gittiği her yerde büyük bir sevgi ve saygıyla karşılansa da ait olamama duygusundan bir daha kurtulamıyor. Çektiği tüm acılara rağmen, öfkeyle dolu yaşamıyor, yazmaya, üretmeye devam ediyor, diyalog kuruyor. Hatta o kadar tarafsız kalmayı başarabiliyor ki (her ne kadar kitapları tabii ki yasaklansa da) Nazi rejimi tarafından dahi bir nevi saygı görüyor. Kitapta çok ilgimi çeken bir nokta da, Zweig'ın Dünya'ya ve topluma çok naif bir bakış açısı olması. Viyana'lı varlıklı burjuva bir aileden olması, özellikle yoksul kesimlere çok pembe gözlüklerle bakmasına sebep oluyor. Dünün Dünya'sını tasvir ederken, sadece kendi Dünyası'nın değil işçi sınıfının da pek iyiye giden hayatlarının savaşlarla alt üst olduğunu düşünüyor. Endüstri devriminin dümdüz ettiği proletaryaya bu kadar öznel bir bakış açısıyla yaklaşması, burjuvazinin körlüğü konusunda çok somut bir örnek. Evet o dönemde televizyon, internet gibi bilgiye hızlı ulaştıran mecralar yok, ama gazeteler, kitaplar var. Marx ve Engels var, Sovyetler'de yaşanan Bolşevik devrimi var.  Bu kadar akıllı, birikimli, okumuş, görmüş geçirmiş bir yazarın, bir küçük çocuk saflığıyla Dünya'da zaten yüzyıllardır mevcut olan adaletsizliklerden, ezilenlerden, daha doğrusu gidişatın iyiye olmadığı konusundan bihaber bir tablo çizmesi gerçekten şaşırtıcı. Ama tabii kitabı esas değerli kılan da, ansiklopedik nesnel bir anlatım değil de, Zweig'ın gözünden bir dönemi anlatıyor olması.


8 Kasım 2019 Cuma

Dans Trio - İstanbul Devlet Opera ve Balesi



Evvelki hafta Mancha'lı Adam'ı izlerken arada Süreyya Operası'ndaki programı inceliyorduk. Cem hangi etkinliklere biletimiz olduğunu sordu. Bir sonraki hafta Dans Trio'yu izleyeceğimizi söyledim. Bölüm isimlerine bakınca biz bunu geçen sezon izledik dedi, Bahar ve Nox'u çok iyi hatırlıyorum ama Bolero'yu hatırlayamadım dedi. Sadece bölümlerin isimlerini değil eserleri de hatırlıyordu, konularını da hatırlattı. Keskin hafızasına bir kez daha hayran kaldım. Geçen sezon sonunda, günceye işlememişim ama birlikte "Üç Bale"'yi izlemiştik. hemen telefondan aratınca haklı olduğunu gördüm, Bolero'nun yerinde "Dört Mevsim" vardı ama ilk iki eser aynıydı.


Eserleri geçen sene de izleyip beğenmiş olan çocukları tekrar izlemek hiç rahatsız etmedi, keyifle beraber tekrar izledik. En çok Bahar'ı beğenmekle birlikte, kendi adıma (her iki eserin koreografı da İdobale'nin emektar dansçılarından Uğur Seyrek) Bolero'yu da Dört Mevsim'den daha fazla beğendim. Eserleri izlerken neoklasik baleyle modern balenin farkını geçen sezon da çocuklara açıklamıştım, iyice pekiştirmiş olduk, zira farklar çok net koreografilerden okunabiliyordu.

Bahar - Neoklasik Bale - Orkan Dann


Nox - Modern Bale - Deniz Özaydın


Bolero - Neoklasik Bale - Uğur Seyrek




7 Kasım 2019 Perşembe

Karden Kasaplar - Radyum Kızları


Bu sezon çocuklarla birlikte gittiğimiz üçüncü Devlet Tiyatroları oyununda turnayı gözünden vurduk, dördümüz de çok büyülendik. Gerçi az kaldı oyuna giremiyorduk, her oyuna girişte olduğu üzere bu sefer de Dalya'nın yaşı soruldu, 8 deyip hemen yerimize doğru yönelirken, arkamızda görevliler arasında yoğun bir uğultu bıraktığımızı fark ettim. Bir süre sonra bir görevli yanıma gelerek, oyun hakkında fikir sahibi olup olmadığımı sorduğunda, kendimden emin tabii ki dedim, ve çocukların geldiği ilk yetişkin oyunu olmadığını da ekledim. Ancak görevli endişeli bir şekilde oyunun özellikle ikinci yarısının çocuklar için uygun olmayacağını iletti, ama endişe etmesine gerek olmadığını, sorumluluğu aldığımı belirttim. Oyun hakkında hemen hiç fikir sahibi olmadığımı itiraf ediyorum, çok fazla sürpriz-bozan içerebildiği için içerikleri çok incelememeye çalışıyorum. Oyun için bir yaş sınırlaması bulunmuyordu, radyum ve kızlar kelimelerini yan yana görünce oyunun Marie Curie hakkında olacağına ve bunun da çocukları tarihin ilk nobel ödüllü bilim kadınıyla tanıştırmak için iyi bir fırsat olacağını düşünmüştüm. Her ne kadar konu Curie'nin keşifleriyle dolaylı alakalı olsa da, hikayesi, zararları keşfedilmeden önce radyumun, her türlü (hatta suyun bile) ürünün içine eklenecek kadar popüler hale gelmesi sonucu, bir saat fabrikasında kadranların üzerindeki sayılar, akrep ve yelkovanı radyumlu boyayla süsleyen emekçi kadınlar hakkında. Zamanla hepsi ölümcül hastalıklara yakalanıyorlar, sağlık raporlarını örtbas eden fabrikatör, kızları kelimenin tam anlamıyla ölesiye çalıştırıyor.


Oyunu övmeye neresinden başlayacağımı bilemiyorum. Oyunculuklardan başlayayım, başta Çiğdem Aygün ve Merve Şeyma Zengin olmak üzere genç oyunculardan kurulu muhteşem bir kadro. ABD'de yaşanan gerçek bir olayı anlatması dolayısıyla yazarının Amerikalı olduğuna neredeyse emin olup, sonrasında çok şaşırarak öğrendiğim üzere bir Türk yazar Karden Kasaplar'ın müthiş metni. Yönetmen Laçin Ceylan'ın, oyunun 2,5 saatlik süresine rağmen zerre aksamayan kusursuz rejisi. Oyunu gerçekten çok çok iyi tamamlayan muhteşem dekoru, ışığı.
Oyunun içinde o kadar çok değinilen konu var ki, sistem eleştirisi, emek sömürüsü, adaletin işlememesi, kadın erkek eşitsizliği, dostluk, aşk, ve daha nicesi. Bu motifleri işlerken tekdüze bir ton da söz konusu değil, oyun güldürüyor, ağlatıyor, düşündürüyor, ve tüm bunları kafası karışmadan, yüzüne gözüne bulaştırmadan yapıyor.


Çocuklar gerçekten de büyülendiler, öyle sanıyorum ki içlerindeki tiyatro tutkusu/ateşi, bir daha kolay kolay sönmemek üzere alevlendi, umarım onlara ömürleri boyu eşlik eder. Dördümüz de güldük ve göz yaşı döktük. Gerçi Dalya bunu kabul etmek istemedi, ama işçilerde anne olanın küçük kızına vedasında, yanaklarından süzülen yaşları bizzat gördüm. Tiyatronun büyüsünün duygu yelpazesinin tüm renklerini en dolaysız şekilde geçirebilecek bir sanat dalı olmasından geldiğini konuştuk. Çocuklar şimdi sürekli ne zaman yeni oyuna gideceğiz diye soruyorlar. Oyunla ilgili tek sıkıntı, çıta çok yükseldi, umarım her seyredeceğimiz oyundan böyle mükemmel bir iş beklemezler.
Yaşasın Tiyatro!

Yazan: Karden Kasaplar
Yöneten: Laçin Ceylan

Oyuncular:
Mae Cubberlay Çiğdem Aygün
Quinta McDonald Deniz Danışoğlu
Katherine Schaub Merve Şeyma Zengin
Albina Larice Ezgi Erdilek
Edna Husman Refiye Genç
Grace Fryer Ilgın Arslan
Lemkin Okan Değirmenci
Hodoshe Tuğçe Aksum
Yüzbaşı Dave Walder Kerem Tanık
Eleanor Eckert Ebru Terzi
Josephine Smith Esra Balaban
Hazel Vincent Kuser Begüm Mısırlı
Arabulucu Oğuz Edis
Hastane ve Mahkeme Çalışanları Batıkan Köleoğlu, Hasan Ali Yıldırım

Sesler: Ali Atilla Şendil, Laçin Ceylan, Aral Seskir, Mustafa Ergüven, Gözde Akgün

Dekor Tasarımı Gökhan Yücesal
Kostüm Tasarımı Dilek Kaplan
Işık Tasarımı Yakup Çartık
Müzik Yıldırım Arıcı
Koreografi Tuğçe Tuna
Makyaj Tasarımı Murat Polat
Yönetmen Yardımcısı Nihat İleri
Asistanlar Aral Seskir / Oğuz Edis / Gözde Akgün

Sahne Amiri Nursen Dağarslan
Kondüvit Yunus Özler
Işık Kumanda Korhan Boduroğlu
Dekor Sorumluları Mehmet Kalaycı / Dursun Özalp / Necati Işık
Aksesuar Sorumlusu Taner Şavşat
Kadın Terzi Zeliha Özduran
Erkek Terzi Recep Güler
Perukacı Yavuz Dura / Hayati Turan