16 Haziran 2010 Çarşamba

Fernando Botero - Pera Müzesi

Pera Müzesi'ndeki Botero sergisi uzun zamandır en keyif alarak gezdiğim etkinliklerden biri oldu. Resimde (ve de genelde) canlı renkleri çok severim, Botero'nun eserleri de tam bir gözlere renk ziyafeti. Hatta ressam niye resimlerinde büyük hacimli karakterler çizdiği sorulunca, bunu renkleri daha iyi kullanabilmek için tercih ettiğini söylüyor. Resimlerindeki tüm karakterlerin yüzlerinde aynı boş ifade var, dudak uçları da aşağıya baktığı için somurtur durumdalar. Bir tek balkondan atlayarak intihar eden bir adamın yüzünde acı bir gülümsemeyi andırır şekilde dişler görebildim. Cıvıl cıvıl renklerle ışıldayan tablolarda hayata dair çarpıcı bir ironi var benim algılayabildiğim kadarıyla. Botero'nun anlamlarla yüklü resimleri favori ressamım Hopper'ı hatırlattı bana biraz. Botero'nun sirkindeki palyaçolarla Hopper'ın "Soir Bleu"sündeki palyaço arasında yakın bir bağ var kanımca.
Bu müthiş sergi için Pera Müzesi'ne sonsuz teşekkürler...

Ressam Pierre Loti - Uzun Bir Yolculuk

Meğer Pierre Loti iyi bir de çizermiş. Karakalem ağırlıklı çizimleri Notre-Dame de Sion Fransız Lisesi’nde sergileniyor. Fotoğrafın olmadığı bir dönemde egzotik ülkelere dair yaptığı resimler ilgi çekici. Sergide ayrıca Abdülmecid'in bizzat kaleme aldığı Loti'ye gönderilmiş ağdalı mektubu okunabilir ve Aziyade'nin yazarın ablası tarafından resmedilmiş tablosu izlenebilir.
Bir dönem Eyüp'te yaşamış Türk dostu Pierre Loti'yi daha yakından tanımak isteyenler bu sergiyi kaçırmasınlar.

Starter - Arter


İstanbul'un kazandığı yeni kültür ve sanat mekanlarından biri de Vehbi Koç Vakfı'nın İstiklal Caddesi'nde bir binayı restore ederek mayıs ayında açtığı Arter. Borusan Müzikevi kadar etkileyici bulmasam da çok güzel bir mekan olmuş. Açılış sergisi "Starter"'ın kuratörlüğünü René Block üstlenmiş ve 87 sanatçının 160 üzerinde eseri sergileniyor. Sergilenen güncel eserler, anlatmak istediklerini direk bir şekilde dillendirmiyorlar, tüm eserler üzerinde biraz düşünmek, vakit harcamak gerekiyor, herhalde her şeyi hızlıca tüketmeye alışmış günümüz toplumuna bir tepki olsa gerek. Sergiyi gezerken kendimi minik bir bienalde hissettim, hatta bu seneki Istanbul bienalinden daha başarılı bulduğumu belirtmeliyim.Eğer İstiklal Caddesi'nde dolaşırken dikkatinizi vitrindeki dev bir tank çekerse, biraz vaktinizi (hatta birazdan fazla) ayırıp kendinizi Arter'in kollarına bırakın.

Madde Işık - Borusan Müzikevi

Borusan Müzikevi'nin içini çok merak ediyordum. "Madde ve Işık" sergisini görünce bu merakın da etkisiyle hemen içeri daldım. Binanın içi de dışı kadar güzel ve çok başarılı bir şekilde restore edilmiş. Binanın güzelliği bir yana, içerideki sergi de çok etkileyiciydi. Kuratörlüğünü Richard Castelli'nin üstlendiği sergide 9 sanatçının eserleri Borusan Müzikevi'nin beş katına yayılmış. Işık, ses ve madde devinimlerinin oluşturduğu eserlerin her birini ayrı ayrı beğendim ama özellikle genişçe bir havuzun içindeki sıvıda yaratılan dalgasal hareketlerin yan taraftan vuran güçlü ışıkla duvara yansıyan görüntüsü çok etkileyiciydi. Sergi, eserlere yer yer dokunarak, içlerinde yer alarak, 3 boyutlu görüntüleri kontrol ederek interaktif bir deneyim de sağlıyor. Kısacası İstiklal Caddesi'nin kuru kalabalığından muhteşem bir kaçış noktası, ekim ayına kadar da açık, ben şahsen oradan geçtikçe içeri dalmayı düşünüyorum.

6 Haziran 2010 Pazar

Jim Jarmusch ve The Limits of Control (2009)

Jim Jarmusch'un özellikle "Down by Law (1986)"'unu ve "Night on Earth (1991)"'ünü çok severim. Roberto Benigni her ikisinde de unutulumaz komik iki karaktere imza atmıştır. Diğer filmleri "Stranger Than Paradise (1984)", "Mystery Train (1986)", "Dead Man (1995)", "Ghost Dog: The Way of the Samurai (1999)", "Coffee and Cigarettes (2003)", "Broken Flowers (2005)" birbirinden ilginç, özgün ve Jarmusch sinemasının tipik örnekleridir. Jarmusch hiç bir zaman tribünlere oynamaz, gişe endişesiyle filmler yapmaz, bu da onun filmlerini kult statüsüne taşımıştır.
Son filmi "The Limits of Control" bu statüyü iyice sağlamlaştıran bir eser. Isaach De Bankole'nin başarıyla canlandırdığı "yanlız adam" film boyunca hemen hemen hiç konuşmayarak sırayla pek çok nevi şahsına münhasır karakterle bir araya geliyor ve onlarla esrarengiz bir kibrit kutusu değiş tokuşu yapmanın yanı sıra anlatılanlara ermiş bir ifadeyle kulak veriyor. Büyük beklentilerle filmin başına geçenler veya anaakım filmleri tercih edenlerin hayal kırıklığına uğramaları muhtemel olan film, Jarmusch'un her biri sıradışı olan filmlerini sevenlerin beğenisini kazanacaktır.

Adrián Biniez ve Gigante (2009)

Biniez'in ilk uzun metrajlı filmi "Gigante" tipik bir Uruguay filmi. Son dönem Türk filmlerinin çoğunun ağır ve melankolik bir ortak paydası olduğu gibi, bugüne kadar izlediğim Uruguay filmlerinin de böyle bir ortak paydası var. Tasviri zor biraz nihilist, zamanın yavaş işlediği bir atmosferi var bu filmlerin. Biniez, bu sinemanın çok iyi bir örneği olan "Whisky"'de de oyuncu olarak ufak bir rol üstlenmiş. "Gigante" "Whisky"'nin kalitesine ulaşamasa da fena bir film değil.
Büyük bir süpermarkette güvelik görevlisi olarak çalışan "dev" Jara'nın, markette geceleri temizlik işçisi olarak çalışan Julia"ya olan platonik ilgisini ve boş zamanlarında gizlice onu takip etmesini, pek bir olayın olmadığı film boyunca izliyoruz. Sade hikaye herkese hitap etmeyecektir, ama bu tarzın severlerinin ilgisini çekecektir.

Ilmar Raag ve Klass (2007)

Estonyalı yönetmen Ilmar Raag "Klass" ile çok başarılı bir filme imza atmış. Gus van Sant'ın "Elephant"'ta "nasıl"ına el attığı konunun "niye"siyle ilgileniyor "Klass". İtiraf etmek gerekirse sonuna kadar İsveç'te geçtiğini sandığım hikaye meğerse Estonya'da geçiyormuş, zaten "Klass" da seyrettiğim ilk Eston filmi. Ama anlatılanlar Dünya'nın her ülkesinde geçebilirdi.
Ergenlik çağındaki öğrencilerin bir sınıfta günah keçisi haline gelmiş zayıf bir öğrenciye yaptıkları her türlü işkenceye bir iki öğrencinin liderlik etmesini, diğer öğrencilerin de, faşizmin mikro modeli haline gelmiş bu sınıfta, faşizmin gücünün sırrı olan dışlanmamak için güçlünün arkasında olmayı tercih etmeleriyle olaylar gelişiyor.
Filmin tek zayıf yanını finali olarak görüyorum, tüm yaşananlara rağmen bizzat ikna olduğumu söyleyemem.

Oliver Parker ve Dorian Gray (2009)

Oliver Parker'dan daha önce Oscar Wild'ın çok sevdiğim bir piyesi olan "The Importance of Being Earnest"'ı izlemiş ve okuduğum eserlerin film versiyonlarında uğradığım hayal kırıklığına uğramamıştım.
Parker "Dorian Gray" ile Oscar Wild'ın çok meşhur diğer bir eserine el atıyor, ama bu sefer işi daha zor, çünkü "Dorian Gray" "The Importance of Being Earnest" gibi hoş bir komedi değil, derinliğinin verilmesi çok daha zor, karanlık bir eser. Ruhunu bilgelik karşılığında Mephisto'ya satan Faust'a karşılık, Dorian Gray ruhunu ebedi gençlik ve güzellik uğruna satar ve sonuçlarına katlanır. Onu yoldan çıkaran ise Colin Firth'ün yine başarıyla canlandırdığı Lord Henry'dir.
Ortaya çıkan sonuç kanaatimce çok çok kötü olmamakla beraber başarılı da değil. Orijinal eserin ruhunu ve derinliğini yansıtmaktan bir hayli uzak kalmış.

Hekate'nin Şarkısı

İstanbul Tiyatro Festivali'nin açılış oyunu olan "Hekate'nin Şarkısı"'nda Shakespeare'in sonelerinin türkçe çevirileri, Selim Atakan tarafından müziğe dökülerek projelendirilmiş. Baştan sona müzikal olan eserde Anadolu kökenli bir tanrıça olan Hekate rolünde güzel sesiyle çok başarılı olan Ayça Varlıer'e, şeffaf bir perde arkasında canlı enstrümanlar eşlik ediyor. Güzel bir iki fikire rağmen, eseri pek yaratıcı ve etkileyici bulduğumu söyleyemem ama yine de (maalesef) bir hayli boş kalmış olan salonda çok daha fazla seyirciyi hak ediyordu.