Çocuklarla Etkinlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çocuklarla Etkinlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2020 Pazartesi

Üç Silahşor – İdobale


Umarım yıllar sonra bu satırlara döndüğümde, korona virüs salgınını, ne kabustu diye değil, ucuz atlatmışız diye hatırlarım. Ülke olarak Dünya'nın kalanıyla aynı gemiye binmeden birkaç gün önce Süreyya Operası'ndaki şimdilik son temsilimizi izledik. Muhtemelen de sezonu kapadık, elimizdeki biletler de yandı, ama bu kesinlikle doğru bir karar. Ekonomi için sonuçları ne kadar yıkıcı olacak da olsa, bir süre herkesin kendini her türlü sosyal bir araya gelişten uzak tutması gerekiyor.



Bir bale tutkunu olarak daha önce hiç izlememiş olduğum 3 Silahşor balesiyle tanışmak büyük bir keyif oldu. Verdi’nin müzikleri çok güzeldi. Armağan Davran ve Volkan Ersoy'un koreografileri salonun ufak boyutları göz önüne alınınca başarılıydı, özellikle kılıç düelloları özenle örülmüştü. Genç silahşör D’Artagnan’ın Paris’e giderken yolda soyulması ve 3 silahşörlerin yardımıyla çaldırdıklarını geri alması ve onların arasına katılması anlatılıyordu. Bölümlerden en çok finale doğru D’Artagnan ile Constance’in Pas de deux’sünü beğendim. Başta D'Artagnan rolünde Batur Büklü olmak üzere tüm solistler çok iyiydi.


Evden çıkarken operaya değil de baleye gittiğimizi öğrenince direnen Dalya, eseri beğenerek izlerken, direnişsiz gelen Cem eser esnasında sıkıldı, başı ağrıyormuşmuş. AKM keşke bir an önce açılsa da, onlara büyük sahnede sergilenen bir bale eserinin ne kadar da vazgeçilmez bir keyif olabileceğini gösterebilsem. Klasik balenin hakkının, ufak sahnelerde verilmesi neredeyse imkansız.

Elimizde yanan biletlerden de en çok 21 Mart'ta seyredeceğimiz Stravinsky'nin The Rake's Progress'ine üzüldüm, ilk defa izleyecektim, kısmet değilmiş. Çocukların okullarının yanı sıra tüm spor ve sanat kursları da iptal edildi, evde kaliteli zaman geçirmenin yeni yollarını keşfetmemiz gerekecek, Dalya tatilin ikinci günü itibariyle sıkıntı beyanları vermeye başladı. Şu virüs tehlikesini umarım asgari zayiatla en kısa sürede atlatıp nice etkinliklere yelken açarız.

D’Artagnan: Batur Büklü
Athos: Hasan Topçuoğlu
Porthos: Can Bezirganoğlu
Aramis: Deniz Özaydın
Constance: Berfu Elmas
Lord Buckingham: Olcay Tunçeli
Milady: Merve Topaldemir
Kraliçe: Deniz kılınç Tunçeli
Rochefort: Nuri Arkan
Mr. Trévılle: Bahadır Ovacıklı
Kral Xııı. Louıs: Alkış Peker
Kardinal Richelieu: Alper Akalın


6 Mart 2020 Cuma

Don Pasquale – İdobale


Süreyya Operası’nda bir leziz Recep Ayyılmaz rejisi için daha çocuklarla birlikte locada yerlerimizi aldık. Yaşını almış Don Pasquale evlenmek için genç bir kadın aramaktadır. Yakın arkadaşı ve doktoru Ernesto, kız kardeşini önerdiğinde çok mutlu olur, ama bu esasında kendisine kurulan bir tuzaktır. Doktorun kız kardeşi, kendi yeğeninin sevgilisidir, soylu bir aileden olmadığı için evliliklerine karşı çıkmakta ve yeğenini mirastan mahrum bırakmakla tehdit etmektedir.  


Donizetti’nin müzikleri, çok başarılı solistlerin yorumuyla çok keyifli bir eser oldu. Özellikle başroldeki bass Ali İhsan Onat müthişti. Operada bass pek fazla başrolde olmuyor, olduğu zaman da eğer bass yeterli değilse dinlemek çok zorlaşıyor, neyseki  Don Pasquale’e hayat verirken, notaların da hakkını ziyadesiyle verdi. İyi olan sadece bass değildi, özellikle tenor Alper Göçeri'nin sesini de Malatesta rolünde çok beğendim. Diğer solistler, orkstra ve koro da çok başarılıydı. Pırıl pırıl tınılarıyla kulaklarımızın pasını attılar. 


Genelde Süreyya Operası’na Cumartesi 16:00 seansına bilet alıyoruz ama bu sefer Cuma akşamına bilet ayarlayabilmiştim. Cem zaten çok beğendi ama normalde akşamları saat 21:00 gibi pili biten Dalya’nın dahi ilgiyle eseri sonuna kadar izlemesi beni çok mutlu etti.

Orkestra Şefi : Zdravko Lazarov
Reji : Recep ayyılmaz
Koreograf : Nil Berkan
Koro Şefi : Paolo Villa

Don Pasquale : Ali İhsan Onat
Ernesto : Ufuk Toker
Norina : Özgecan Gençer
Dr. Malatesta : Alper Göçeri
Noter : Utku Bayburt

2 Mart 2020 Pazartesi

Hayal-i Temsil - Şehir Tiyatroları



Afife Jale'nin sahneye çıkan ilk müslüman Osmanlı kadını olduğunu biliyordum ama o büyük cesaretin başına ne işler açtığını ve hayatını mahvettiğini bilmiyordum. Bedia Muavvit ise ünlü bir tiyatro oyuncusuyla evlenmek suretiyle onunla birlikte sahneye çıktığından, durum büyük bir namus tartışması yaratmıyor, dolayısıyla Afife Jale'nin açtığı yoldan ilermeyi ve çok uzun yıllar şehir tiyatrolarına büyük bir emek vermeyi başarabiliyor. Sahnede hiç bir arada olamamış bu iki cesur kadının hayatlarını "hayali" bir temsil üzerinden izliyoruz. 3 müthiş oyuncuyla çok iyi kurgulanmış bir oyun, çok keyif alarak, yer yer gözlerimiz dolarak izledik. Çocuklar da çok beğendiler, özellikle de sahne kurgusunu, katlanır açılır masal kitapları gibi sahnedeki dekoru çok yaratıcı bir şekilde hızla değiştirebiliyorlardı.


Yazan:               Ahmet Sami Özbudak
Yöneten:           Yiğit Sertdemir
Oyuncular:        Hümay Güldağ, Şebnem Köstem, Yiğit Sertdemir

1 Mart 2020 Pazar

Ay, Carmela! - Şehir Tiyatroları



Şubat tatilinde izlediğimiz oyunlardan sonuncusu, İspanya'daki iç savaş döneminde faşistlerin esir aldıkları bir sanatçı çifti ele alıyor. Franco için sahneye çıkıp onu ve askerlerini eğlendirmek zorunda kalan çiftten erkek olanı hayatta kalmak için boyun eğmeyi tercih ederken, kadın baş kaldırmak istiyor, bu durum da çiftin ilişkilerini zor bir sınavdan geçiriyor. Başrolde Ada Alize Ertem onurlu ve cesur kadın sanatçıyı müthiş bir karizmayla canlandırırken, Çağatay Palabıyık iyi bir performans sergilemekle birlikte fiziki olarak bence role tam uyamamıştı, partnerinin fazlasıyla gölgesinde kaldı, bu da oyunun etkisini bir hayli azalttı. Çocuklara İspanya iç savaşını ve faşizmi özetlemeye çalıştım ama zaten oyunun arka planını anlasalar da, bir çiftin sınavdan geçen ilişkileri henüz ilgi alanlarına girmiyordu.




Yazan   :             Jose Sanchis Sinisterra
Çeviren :            Yalçın Baykul
Yöneten:            Naşit Özcan
Oyuncular:        Ada Alize Ertem, Çağatay Palabıyık

9 Şubat 2020 Pazar

Şahane Züğürtler - Şehir Tiyatroları


Okulların ara tatilinde izlediğimiz opera ve tiyatro eserlerine Şahane Züğürtler ile devam ettik. İlk haftayı hastalık sebebiyle pas geçen Cem de, ikinci hafta Muhsin Ertuğrul Sahne'sinde aramıza katıldı. Jacques Deval‘in yazdığı oyun, Rus Çarı’nın Bolşevik devrimiyle devrilmesinden sonra, onun servetini devrimcilerden korumak için Avrupa’ya getiren, bir general ve eşi kontesi anlatıyor. Çok onurlu olan bu çift, paranın bir kuruşuna dahi dokunmamakta kararlı olduklarından, fakirlikle boğuşuyorlar ve tamamen parasız kaldıkları noktada, geçinebilmek için sonradan görme burjuva bir ailenin yanında hizmetçiliğe başlıyorlar. Pek kibirli bu aile, evlerinde verdikleri bir yemekte Avrupa’lı soyluları ağırladıklarında, hizmetçi olarak çalıştırdıkları kişilerin gerçek kimlikleriyle ilgili bilgi sahibi olmaya başlıyorlar ve (traji)komik durumlar birbirini izliyor. Usta Haldun Dormen’in yönetmenliğinde, çok deneyimli ve değerli tiyatrocularımız (Özellikle Müge Akyamaç müthişti) hakkını vererek sergiliyorlar eseri. Çocuklar tahmin ettiğim kadar gülüp eğlenmediler, oyunun yüzleşme kısmı komik olmakla beraber, 2,5 saate yakın süren eserde çoğu bölümde nostalji/melodram ağır bastı. Ben oyundan çok keyif aldım, çocuklar ise sıkılmadan izlemekle beraber, bayılmadılar.



Yazan : Jacques Deval

Yöneten : Haldun Dormen

Çeviren : Asude Zeybekoğlu

Oyuncular : Müge Akyamaç , Can Başak, Arda Alpkıray, Barış Çağatay Çakıroğlu, Besim Demirkıran, Caner Bilginer, Ceylan Çete, Çağrı Hün, Damla Cangül Yiğit, Engin Akpınar , Onur Şirin, Özgün Akaçça, Süeda Çil

8 Şubat 2020 Cumartesi

Son - Şehir Tiyatroları


Şehir tiyatrolarında, özellikle de Haldun Taner Sahnesi’ne bilet bulmak o kadar güç ki, bu oyuna kalan son 4 bileti gördüğümde hiçbir inceleme yapmadan direk aldım. Ancak biletleri aldıktan sonra oyunla ilgili yorumlara bakabildim. Ağırlıklı olumsuz yorumlar, ve ağır bir distopya olduğuna dair özetler görünce de biraz endişelendim, çocuklara ağır gelebilirdi. Cem, sömester tatilinin ilk haftasını hasta geçirdikten sonra, ateşi düşmüş olmasına rağmen, halsizdi, gelmek istemedi, biz de Dalya’yla gittik. Ona önce distopyanın ne olduğunu anlattım. Oyunun yazarı Özgür Kaymak, favori kitaplarım arasında olan Orwell’in 1984’ü ve Radburry’nin Fahrenheit 451’inin yoğun etkisi altında kalmış diye tahmin ediyorum, zira oyunda her iki kitaptan da bloklar halinde ögeler vardı. Toplumu yöneten ve gözetleyen bir yönetim, her türlü basılı bilgiyi yok etmek ve yasaklamak suretiyle, tarihi ve gerçekleri kendi arzu ettiği şekilde yeniden yazmayı amaçlıyor. Buna karşı mücadele veren, “farkında” olan asiler ise yer altındaki imha depolarında bulabildikleri her türlü bilgiyi, imha edilmeden önce kayıt altına almak için mücadele veriyorlar. Kitapların ötesinde film ve dizilerle de işlenmiş bir konu olduğu için, iyi oyunculuklar ve başarılı bir sahnelemeye rağmen oyun beni pek etkilemedi, ama distopya Dünya’sına ilk adımını atan Dalya beni çok şaşırtarak oyunu çok beğendiğini söyledi. Bir kaç yıl daha geçsin, 1984 ve Fahrenheit 451’i baş ucunda buluverecek.



Yazan : Özgür Kaymak
Yöneten : Özgür Kaymak
Dramaturg : Sinem Özlek
Müzik : Akın Sevgör
Sahne Tasarımı : Rıfkı Demirelli
Kostüm Tasarımı : Duygu Türkekul
Işık Tasarımı : Mustafa Türkoğlu
Efekt Tasarım : Harun Özdamar
Video Tasarım : Emre Turgaylı
Oyuncular  : Ahhan Şener, Aslı Menaz, Aslı Şahin, Ayşem Yağmur Ulusoy, Can Alibeyoğlu, Emre Çağrı Akbaba, Ercan Demirhan, Neslihan Ayşe Öztürk, Onur Demircan, Özgür Atkın, Tarık Köksal, Volkan Öztürk, Zeki Yıldırım

7 Şubat 2020 Cuma

Faust - İdobale



Süreyya Operası’nda Recep Ayyılmaz’ın müthiş rejileriyle pek çok opera eserinin modern sahnelenmesini izleme imkanım oldu, bazılarını da bu günceye not düştüğümü hatırlıyorum. Yine müthiş bir yorumu gözlerimize, kulaklarımıza çekme fırsatımız oldu. Programda Faust’u gördüğümde hemen klavyeye sarıldım, zira opera hastası Cem’in çok sevdiği bir eser. Karne gününün ertesi günü müthiş bir karne hediyesi olacaktı. Ama karne gününe bir gün kala yüksek ateşi çıktı. Yıllardır hastalanmayan oğlumu muhtemelen bir virüs ele geçirmişti. Cumartesi kendini iyi hissetmediği halde, benim zorumla operaya geldi. 3,5 saat sürecek eserin ilk perdesini öksürük krizleriyle geçirdikten sonra, Nina’yla eve döndüler. Hem onu zorladığım hem de ilk perdeye bayılan Nina’yı da onunla birlikte eve gönderdiğim için kendime çok kızdım. Tesellim, ilk perdeyi çok beğenmiş olan rock’çı Dalya’nın 3,5 saatin tamamını izlemek istemesiydi. Baba kız büyük keyifle eserin sonunu getirdik. Dekor, ışık, sahneleme, orkestra, solistler, hepsi çok iyiydi. Bir ayağı çukurda Faust’un gençliğini geri almak için şeytanla yaptığı anlaşmayı Charles Gounod’un muhteşem müzikleriyle, izledik, dinledik.



Orkestra Şefi : Zdravko Lazarov
Sahneye Koyan : Recep Ayyılmaz

Dekor : Efter Tunç
Kostüm : Şerife Gizem Betil
Işık : Yakup Çartık
Koreografi : Beyhan A. Murphy
Koro Şefi : Aydın Karlıbel

Le Docteur Faust : Erdem Erdoğan
Méphistophélès : Zafer Erdaş
Valentin : Alper Göçeri
Wagner: Utku Bayburt
Marguerite : Gülbin K. Günay
Siebel: Emıne Özge Kalelioğlu
Marthe : Neslişah Pekin

4 Şubat 2020 Salı

12. Gece - Şehir Tiyatroları


Çocukları sahne üstünde Shakespeare eseri ile tanıştırmak üzere Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin yolunu tuttuk. Yolda eserin karmaşık hikayesinden bahsetmek istediğimde, Cem konuyu bildiğini söyledi. 2-3 sene önce ingilizce dersinde animasyon versiyonunu izlemişler. Konuyu hatırlamasının ötesinde karakterleri de isimleriyle hatırlıyordu. Fırtınada batan bir gemiden kurtulan ikiz kardeşlerden kız olanı, kardeşinin de hayatta olduğundan habersiz yeni bir hayata atılıyor. Çalışabilmek için erkek kılığına girmesi, emrine girdiği (ve aşık olduğu) kişinin aşk mesajlarını taşıdığı kontesin de, erkek kılığındaki kendisine aşık olması üzerine komik durumlar ortaya çıkıyor. Shakespeare'in yüzlerce yıl önce cinsel kimlikleri sorgulaması, tartışılmaz dehasına bir kez daha işaret ediyor. Eserde erkeğe aşık erkeği, kadına aşık kadını, erkek-kadın arasında aşkı, dolayısıyla aşkın kimlik tanımamasını izliyoruz. Bu sezon şehir tiyatrolarının programında izlediğimiz ilk oyundu, açıkçası çok emin değildim, zira Shakespeare kötü sahnelendiğinde bir acıya dönüşebiliyor, çocuklar da hızla alerji geliştirebilirlerdi, ama çok olumlu yönde şaşırdım, yönetmen Serdar Biliş'i tebrik etmek lazım, müthiş bir yapım hazırlanmış. Çok modern bir sahneleme, çok iyi oyuncular (özellikle başroldeki iki kadın Bennu Yıldırımlar ve Senan Kara), çok yaratıcı fikirler, araya müzikler de eklenerek, ışığı, dekoru çok yerinde kullanarak harika bir iş çıkarılmış. 


Tek sıkıntımız, biletleri zar zor en arka sıradan bulabilmiş olmamdı. Muhsin Ertuğrul Sahnesi bir tiyatro salonu için bence fazla büyük ve arka sıralar sahneye çok uzak kalınıyor, bunun ötesinde salonu çok ısıttılar, ısınınca yükselen hava da en arka (dolayısıyla en üst) sırada nefes almayı iyice zorlaştırdı. Bir ara salon çok hareketlendi, herkes telefonlarına sarıldı, ben ön sıralarda birinin bayıldığına kanaat getirmiştim ama meğer oyun esnasında Silivri merkezli 4,7 şiddetinde deprem olmuş, oyuna kendimi fazla kaptırmışım herhalde fark etmedim. Oyuncular da ya fark etmediler, ya da profesyonelce oyuna devam ettiler. Uzun da süren eserin sonunda, tüm karmaşık hikayeye rağmen çocuklar oyunu çok beğenmişti, bu da beni çok mutlu etti. Hayatları boyunca umarım çok keyif alacakları nice Shakespeare yorumları izlerler.

Yazan: William Shakespeare

Çeviren: Zeynep Avcı

Yöneten: Serdar Biliş

Müzik: Çiğdem Erken

Sahne Ve Kostüm Tasarımı: Gamze Kuş

Işık Ve Video Tasarımı: Cem Yılmazer

Hareket Yönetimi: Candaş Baş

Efekt Tasarım: Özgür Yaşar İşler

Ses Çalıştırıcı: Susan Maın

Yönetmen Yardımcıları: Berk Samur, Doğan Şirin, Dolunay Pircioğlu

Oyuncular: Bennu Yıldırımlar,  Senan Kara Tutumluer, Doğan Şirin, Emrah Özertem, Ersin Umulu, Gözde İpek Köse, Haluk Levend Öktem, İsmet Şahin, Kamer Karabektaş, Kubilay Penbeklioğlu, Neşe Ceren Aktay, Nilay Bağ, Özge Özder, Seda Fettahoğlu, Tolga Yeter

17 Ocak 2020 Cuma

IDSO


Müthiş bir İstanbul Senfoni Orkestrası konseri için daha çocuklarla birlikte yerlerimizi CKM'de aldık. Klasik eserlerin yanı sıra şef Hasan Niyazi Tura'nın senfonik düzenlemelerini bizzat yaptığı saz eserlerini programda görmek çok heyecanlandırdı bizi. Bestekârların arasında Hüseyin Sâdeddin Arel'in ismini görünce hemen programa sarıldım, zira kendisinin büyük-büyükbabam Udî Şekerci Cemil Bey'in öğrencisi olduğunu biliyordum. Programda Arel'den bahsederken Cemil Bey'den ud ve nazariyât dersleri aldığını da eklemişler, çok mutlu oldum. Bir diğer sürpriz de bestekârlardan Yalçın Tura'nın Şef Tura'nın babası olması ve salonda bulunmasıydı. Nasıl da gurur duymuştur oğluyla. Türk Musikisi'nin senfonik uyarlamaları gerçekten tadından yenmiyor, enfes bir müzik ziyafeti oldu. Cem, saz eserlerinin uyarlamalarını çok beğendiğini söyledi, Dalya ise en çok Haydn'in senfonisini beğenmiş.

Solistler:
Tanbur: Murat Salim Tokaç
Perküsyon: Burak Çakır

Program:
W. A. Mozart: Sihirli Flüt Uvertürü
Senfoni için düzenlenmiş saz eserleri:
   Taksîm
   Nuri Halil Poyraz : Hicazkâr Saz Eseri
   Yalçın Tura : Kürdîlihicazkâr Saz Semâîsi
   Sultan III. Selim : Sûz-î-dîl-ârâ Saz Semâîsi
   Taksîm
   Nuri Halil Poyraz :  Nihavend Saz Semâîsi
   Hüseyin Sadeddin Arel : Zirgüleli Hicaz Eseri "Bir Peri Masalı"
   Taksîm
   Erol Sayan : Ferahfezâ Saz Semâîsi
   Hüseyin Sadeddin Arel : Hseynî oyun Havası "Düğün Evinde"
J. Haydn : 88. Senfoni Sol Majör

14 Ocak 2020 Salı

Arter


Günceye ara ara not ettiğim üzere, ne zaman yolumuzu İstiklal Caddesi'ne düşürsek mutlaka uğradığımız mekanlardan biridir Arter. Geçtiğimiz eylül ayında Dolapdere'deki yeni mekanına taşındı. Binayı İngiliz mimarlık ofisi Grimshaw Architects tasarlamış. Mekanı ziyaret etmeden önce bir gazetede kurucu direktörü Melih Fereli ile yapılmış bir röportajı okuduğumda çok heyecanlandım. Dolapdere'yle, Dolapdere'lilerle bütünleşmekten, kaynaşmaktan bahsediyor, hatta herkese telefon numarasını verdiğini ve kapılarının herkese her zaman açık olduğunu anlatıyordu. Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ülkemizin önde gelen ailelerinin kültür ve sanat hayatımıza katkıları yadsınamaz, ve ben de şahsım adına çok müteşekkirim.

Ancak bu noktada bir ancak deme ihtiyacı hissediyorum. Öncelikle bina içeriye pek (hatta hiç) davet etmiyor, yoğun güvenlik önlemli 3 kapıdan geçmeden binaya girilemiyor. Binanın mimarisi kanımca Dolapdere'nin kimyasıyla hiç uyuşamamanın ötesinde, Dolapdere'ye ben buranın geleceğiyim, zamanla burası bana dönüşecek diyor adeta. Biraz ilerisindeki Alışveriş/ofis plazası, altında son zamanların popüler galerisi Dirimart ile birlikte bunun altını çizer nitelikte. Diğer yandan Dolapdere mevcut kabuğuyla zaten çok korunası, üstüne titrenesi bir muhit değil, doğal olarak zamanla dönüşecek, ama ben naçizane sınıflar arası diyalogta biraz daha fazla samimiyet umuyorum. Bu mekan Dolapdere'li çocukların atölyelere katıldığı, sunduğu sergilerle (en azından açılış sergileri ile) de "Dolapdere"'lilere hitap etmek üzere bir çaba gösteren bir buluşma noktası olabilseydi keşke. Biliyorum bu çok naif bir bakış açısı. Daha çok belli ki Tophane'de açılan galerilere yapılan saldırı (ve tabii ki Abdülmecid Efendi Köşkü'ndeki sergiye) akıllarda taze, ve nabza göre şerbet verilmiş.


Eğer kazayla bir Dolapdere'li tüm cesaretini toplayıp, o 3 ağır kapıyı geçmeyi başarabilse de, hemen zemin katında, şu anda muhtemelen Türkiye'de bulabileceği en soyut çağdaş sanat sergilerinden biriyle karşılaşacak. Duvara monte edilmiş klozet (Parazit filmindeki sahneyi düşünmeden edemedim), lastik ve bisiklet tekerleğini anlamlandırmaya çalışacak. Muhtemelen üst katlara çıkmadan usul usul mahallesine geri çekilecek. Arter'in İstiklal'deki yerine açılmış olan Meşher'deki sergi dahi daha uygun olabilirdi. Masal Dünyası'ndan rengarenk porselenleri eminim çocuklar çok beğenirdi. Avrupa'nın yaşadığı rönesansı yaşamamış bir toplum olarak, kültür sanat hayatımızda belli evreleri hazmetmek için zamana ihtiyacımız yok mu. Yoğun referans birikimi ve altyapı gerektiren sergilere yelken açmadan önce telafi etmemiz gereken bir kültür/sanat açığımız yok mu? Çok büyük fedakarlıklarla açılan bu mekanlar, bizlere kendi rönesansımızı yaşatmak, böylece reforma ve aydınlanma çağına yönlendirmek gibi bir misyona sahip olamazlar mı? Keşke her yıl Tasarım'la dönüşümlü yapılan İstanbul Bienali, çağdaş sanatın "en"'i olmaya çalışmak yerine ( ne kadar anlaşılmaz, o kadar çağdaş), otoritelerin, yabancıların ve Beyaz Türkler'imizin burun kıvırması pahasına, milyonların kapılarında kuyruğa girdiği etkinlikler olabilse.

Biliyorum, bu satırlar belki de çok sığ, çok nankör, çok çağ dışı geliyor, ama kültür sanat alanında ülkemizdeki tüm sınıfları harekete geçirmeden, bir gıdım ileri gidemeyeceğimize yürekten inanıyorum. Yeni Arter'i şöyle hayal etmek isterdim; Zemin katında bir fotoğraf sergisi, sanatçıları Dolapdere'liler veya Dolapdere'yi fotoğraflayan tüm İstanbul'lular. Fotoğrafını çeken binaya gelir, tek kapıdan geçer,  girişteki asistanlara çektiği fotoğrafını iletir, çıktısını aldırır, sonra gider arzu ettiği duvarda istediği yere resmini asar, ve hayatında bir serginin parçası olmuş olmanın haklı gururunu yaşar. Çocuklar ikinci kata çıkar, bir duvar tamamen onların hayal gücüne ayrılmıştır, arzu ettikleri gibi boyayabilirler. Diğer duvarlar için hamur ve seramikten heykeller üretmeyi öğrenir, üretir ve sergilerler. 3. kata gençler çıkar, orada sanatçı ve mimarlarla tanışırlar, Dolapdere'yi güzelleştirmek için birlikte projeler üretirler. Roma notlarımda yazdığım gibi, Avrupa'da halkın katıldığı, ürettiği sergiler hızla çoğalıyor. İlk 6 ayı Arter bu şekilde geçirse, Dolapdere'lilerin ayaklarını alıştırıp, özgüvenle girdikleri ikinci evleri olabilseydi, bu ülkedeki tüm kültür kurumları için şahane bir model ortaya çıkmaz mıydı? Bu satırları çalakalem yazdım, işin uzmanları oturup fikirler geliştirseler, fevkaladenin fevkinde işler çıkabilir ortaya.


Ülke halleri üzerine kestiğim ahkamı yavaşça kenara bırakarak sakinliyorum, ve Arter'de gezdiğimiz sergilerden en beğendiğimizi not düşmek istiyorum. Arter'e bizi Altan Gürman'la tanıştırdığı için müteşekkiriz, çocuklar da çok beğendi. Arter'den çıkınca da hemen caddenin diğer tarafında başlayan Dolapdere pazarına daldık, iki Dünya arasındaki kontrastın çarpıcılığı başlı başına bir yerleştirme gibiydi.



  

19 Aralık 2019 Perşembe

OMM Odunpazarı Modern Müze


Okulların ara tatilinden faydalanıp bir haftasonu çocuklarla Eskişehir'e gittik. Odunpazarı'na geldiğimizde upuzun bir kuyrukla karşılaştık. Halkımızın modern sanata ilgisi gerçekten gözlerimi yaşartmıştı, ama yaklaşık bir yarım saat kadar bekledikten sonra fark ettik ki, girmiş olduğumuz kuyruk Modern Müze'nin hemen yanı başındaki Balmumu Heykel Müzesi'ne aitti. Madem yarım saat bekledik bari kuyruktan çıkmayalım diyerek, kuyrukta tam 1 saat bekledikten sonra Eskişehir'in başarılı belediye başkanı Yılmaz Büyükerşen'in yaptığı balmumu heykellerden oluşan müzeye giriş yapabildik. Şehrin iç turizmine katkısı tartışmasız olan müze bizi fazla etkilemedi, hızlıca Odunpazarı'nda tarihi evlerin arasında yeni açılmış olan Modern müzeye yönlendik. Çocuklar mimariyi "domates kasası" olarak nitelese de çok etkileyici olduğu konusunda mutabık kaldık. İçine girdiğimizde, içinin de hem mimari açıdan, hem de ev sahipliği yaptığı eserler açısından dışı kadar etkileyici olduğunu gördük. Çok etkileyici, çoğu genç sanatçılara ait modern eserlerden oluşan koleksiyon, bienal travmasını henüz tam atlatamamış olan çocukların, çağdaş sanata olan tepkilerini yumuşatmayı başardı. Her katta en çok beğendiğimiz eserleri seçip, fotoğraflarını çektik. Müzenin büyüklüğü de çok ideal, çok yormadan, tadı damağında bırakarak keyifle gezdiriyor kendini.


Eskişehir, İstanbul'un son on yıllarda yapamadığını fazlasıyla yapıyor. İstanbul, boyutuna oranla kamera şakası gibi az konser salonu, müze, kültürel kurumlara sahipken, Eskişehir'in her tarafından müze ve parklar fışkırıyor. On yıllardır AKM diye inliyoruz, Tepebaşı'na yapılacak Frank Gehry imzalı müthiş müze projesi, o çirkin TRT binası yüzünden yapılamadı, Haliç'te yapılacak bir diğer çağdaş sanat müzesi ruhsat verilmediği için gerçekleşemedi. Yapılamayanlar, yaptırılmayanlar saymakla bitmez, gerçekten İstanbul'a çok yazık oldu ve olmaya devam ediyor, Dünya'nın en güzel şehrini kendi ellerimizle mahvediyoruz. Gehry'nin tasarladığı Guggenheim müzesinin sıradan bir sanayi şehri olan Bilbao'yu nasıl dönüştürdüğünü görenler, göz göre göre kaçan fırsatlara akıl sır erdiremeyeceklerdir. Sadece o müze İstanbul'a milyonlarca ek turist ve gelir kazandıracaktı.
Eskişehir'de ise OMM'den çıkınca tarihi evlerin arasında dolaştık, tarihi çarşıyı gezdik, irili ufaklı müzelere girdik, Şelale Park'ta şehri tepeden izledik, adeta yerli Venedik'e dönüşmüş Porsuk nehri boyunca saatlerce yürüyerek, Sazova parkına gittik, Masal şatosuna, korsan gemisine girdik, hayvanat bahçesini (İstanbul'da örneği yok, Darıca'dakinden kat kat güzel) büyük akvaryumunu ziyaret ettik. Tüm bunları da sadece yürüyerek hiç arabaya binmeden yaptık. İstanbul'un Eskişehir'den öğreneceği çok şey var.

17 Aralık 2019 Salı

Aleko - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Aleko'ya geçen sezon bilet almıştım ama izlemeye gittiğimizde iptal olduğunu görüp, onun yerine sahnelenen Cervantes Çeşitlemeleri'ni izlemiştik. Bu sefer neyseki iptal olmadı, her zamanki locamızda yerimizi aldık. Rachmaninov'un bu eseriyle Idobale'nin sahnelemesi sayesinde tanıştım. Yaklaşık 1 saatlik çok keyifli bir eser. Çingene topluluğunda yaşanan bir aşk üçgenini anlatıyor. Zemfira'ya olan aşkı için medeni hayattan uzaklaşıp çingenelerle yaşamaya başlayan Rus Aleko Zemfira'yı fazlasıyla, onu bunaltacak şekilde sahiplenmektedir. Annesi de başka bir aşka yelken açmak için babasını terk etmiş olan Zemfira ise, aşkın özgür olduğunu savunmaktadır ve gönlünü başka bir gence çoktan kaptırmıştır. Cem her opera eserinde olduğu gibi yine çok beğendi, Dalya da Verdi'nin Requiem'ine göre daha çok beğendi, zira müziğin yanı sıra güzel sahneleme ve üst yazılar sayesinde hikayeyi de takip edebildi. Çıkışta keyifli bir cumartesi gününü lezzetle tamamlamak üzere pastanenin yolunu tuttuk.

16 Aralık 2019 Pazartesi

Kosovalı Peer Gynt - İstanbul Devlet Tiyatrosu


İstanbul Devlet Tiyatrosu'nun sergilediği oyun için ilk defa gittiğimiz Kozyatağı Kültür Merkezi'nde tiyatro salonunun, daha çok bir konferans salonunu andıran havasına fazla ısınamadım, böyle bir sahnede oyunun insanı içine çekmesi kolay olmayacaktı. Ne kadarı sahneden, ne kadarı oyunun kendisinden kaynaklanıyor (muhtemelen her ikisi de) bilemiyorum ama oyun gerçekten de beni içine çekemedi. Kosovalı yazar Yeton Neziray ülkesinde 90'lı yıllarda yaşanan iç savaş ve karmaşa sebebiyle ülkesini terk edip, Avrupa'nın farklı ülkelerine iltica etmeye çabalayan bir gencin hikayesini anlatıyor. Savaşların yıkımına, aileleri parçalamasına, çok güncel olan Avrupa'daki mülteci sorununa, Avrupalı'ların soruna son derece ikiyüzlü yaklaşımlarına değiniyor. Hareketli platform üzerindeki sahne dekorlarının yaratıcı kullanımı, anlatımı destekleyen iyi müzik seçimleri, yer yer güldüren sağlam bir mizah, brechtyen rolden çıkışlar ve iyi oyunculuklar bir araya geldiğinde sağlam bir modern eser ortaya çıkabilmeliydi, ama eksik kalan bir şeyler var. Ne kadarı metinden, ne kadarı rejiden kaynaklanıyor emin olamıyorum ama oyun dağınık kaldı, meramını net anlatamadı. Yine de hakkını yemeyeyim, 2,5 saatlik süresine rağmen çocuklar ilgiyle sonuna kadar izlediler. Özellikle Alman kadının, evini soymaya gelen Peer'in acıklı hikayesini dinlerken "Aman tanrım, ne kadar korkunç" nidaları uzun süre dillerimize pelesenk oldu, hala da ara ara çocuklar taklidini yapmaya devam ediyorlar.

Yazan: Yeton Neziray
Çeviren: Senem Cevher
Yöneten: Saydam Yeniay
Oyuncular:
Peer: Erşan Utku Ölmez
Anne: Fatma Öney
Baba: Yener Sezgin
Bac: Hakan Şahin
Polis: Emir Üstündağ
Bela: Duhan Şahin
Avukat: Yusuf Can Sancaklı
Yaşlı Kadın: Nurhayat Boz
Alman ve İngiliz Memur/Küçük Peer/ İsveçli Memur: Ozan Dağara
Halk: Nazime Birben Akbulut / Duygu Aydoğmuş
Alman Polis: Zekayi Metin



15 Aralık 2019 Pazar

Messa da Requiem - İstanbul Devlet Opera ve Balesi


Hemen her Cumartesi Süreyya Operası ziyaretlerimizi çocuklarla bir ritüel haline getirdik. Önce Kadıköy sokaklarında dolaşıyoruz, konser öncesi Yaşar Usta'dan dondurma/sorbe alıyoruz, konser sonrası da Pasifik Pastanesi'nde pasta yeniyor. Bu ritüel sayesinde klasik müzikle arası fazla sıcak olmayan (ki sanırım artık gerçekten kulağı çok alıştı) Dalya da hevesle konserlere geliyor. Herhalde uç nokta onu "ölüye ağıt" olarak tabir edilebilecek bir requiem'e götürmek olurdu ki, bu sınavı da başarıyla atlattık. Her ne kadar sonunda "fazla beğenmedim" dese de konser boyunca herhangi bir sıkılma emaresi göstermedi. Cem, Nina ve ben ise konserden çok keyif aldık. Koro ve solistlerin hepsi çok iyiydi ama özellikle Soprano Perihan N. Artan güzel sesiyle bizi mest etti. Ona Şef Zdravko Lazarov yönetiminde Mezzosoprano Aylin Ateş, Tenor Bülent Külekçi ve Bas Suat Arıkan eşlik ettiler.
Verdi bu eserini, hayran olduğu İtalyan şair ve romancı Alessandro Manzoni’ye ithaf etmiş, ilk seslendirme 1874 yılında Milano'da gerçekleşmiş. Umarım bir gün çocuklarla birlikte Mozart'ın "Requiem"'ini veya Pergolesi'nin "Stabat Mater"'ini de canlı dinleme imkanını buluruz.