Çağdaş Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çağdaş Sanat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Mart 2021 Pazar

Makine Hatıraları: Uzay - Refik Anadol

 

Takip ettiğim sanat bloglarından Refik Anadol'un uluslararası başarılarını okuyor ve sosyal medya hesaplarını da takip ediyordum. İstanbul'da bir sergisi olacağını öğrenince çok heyecanlandım. 1 yıllık sergi & müze orucunu açmanın vakti geldiğine, eğer risk almaya değecek bir etkinlik var ise, bu sergi olacağına kanaat getirdim. Ülkemizde hızla artan vaka sayılarının (restoranlarda kucak kucağa oturan şuursuz güruhu görünce hiç şaşırmıyorum) yeniden bir kapanmaya sebep olabileceğini düşünerek ve saatlerce kuyrukta beklemeyi göze alarak, serginin açıldığı ilk hafta Pilevneli Dolapdere'nin yolunu tuttuk.


Sergi sabah 10:00'da açılıyordu, sakin olur diye hafta içi 10:15'de mekana varınca, upuzun kuyruğu gördük. İçeri 11:45 gibi girebildik, yani 1,5 saat soğukta beklememiz gerekti. Saat ilerledikçe kuyruk çok daha da uzadı, muhtemelen ilerleyen saatlerde ortalama 2,5 saat beklemek gerekiyordur, Cumartesileri daha da uzun. Dışarıda bekleyenler, içeridekilerin insafına kalmış durumdalar, çünkü içerideki ziyaretçiler çıktıkça, içeriye aynı sayıda ziyaretçi alınabiliyor. Biz 45 dakika kadar kaldık içeride. Organizasyon ve önlemler başarılıydı, içeride sosyal mesafe rahatlıkla korunabiliyordu. Arter'in hemen yanında konumlanan Pilevneli'ye ilk defa gittim, 4 katlı güzel bir sergi mekanı olmuş.

Sergiye dair notlar düşmeden önce, bana hatırlattığı iki diğer dijital sergiye değinmek istiyorum. İlki 2012 yılında gerçekleşen Van Gogh Alive sergisini şu yazıda sanal hafızama kazımışım. Açıldığında çok ses getiren sergi, projektörlerle duvarlara devasa boyutlarda yansıtılan Van Gogh resimlerinden oluşuyordu. Sergiye yanımda götürdüğüm Cem o zamanlar 3,5 yaşındaymış, zaman nasıl da hızlı akıyor. Bir diğer dijital sergi de benzer bir teknikle 2016 yılında Deniz Müzesi'nde gerçekleşen Pitoresk İstanbul sergisiydi. Başta Ayvazovski olmak üzere eski İstanbul'u resmeden ressamların eserleri bazıları anime de edilerek yine duvarlara boydan boya büyütülerek yansıtılmıştı. O sergiyi de çocuklarla gezmiş ve çok beğenmiştik.


Refik Anadol'un sergisine gelince, benzerlikler sergilerin dijital olmaları ve projektörler yardımıyla duvarlara giydirilmeleri ile sınırlı. Refik Anadol'un bizzat yaratıcısı olduğu eserler, çağdaş sanata yepyeni bir pencere açıyor. Hayatlarımızın hızla dijitalleşmesi sonucu, özellikle kamuda muazzam miktarlarda veri birikiyor. Bu verileri alıp, yapay zeka yardımıyla sınıflandırıp, sonrasında üretilen algoritmalarla görselleştirmek, bir nevi makine hatıraları/rüyaları olarak nitelendirilebilir. İnsanlar olarak bizler de yaşarken farkında olarak veya olmayarak, çok büyük miktarda veriyi (hatırayı) hafızamıza alıyoruz. Sonra gece kontrolümüzde olmayan algoritmalarla o veriler zihnimizde rüyalara dönüşüyor.

Dolayısıyla bu verileri depolayan makinelerin bir hafızaya sahip oldukları söylenebilir. Yapay zeka geliştikçe, makinelerin göreceği rüyalar da, hatırlayacakları anlar da insanların kontrolünde olmaktan çıkacak. Tabii tarihte her avangart sanat alanında olduğu üzere, bu teknikle üretilen işlerin de sanat olup olmadığı tartışılacaktır. Sonuç itibariyle bakarsak veriler kamuya ait, verileri tasnif eden yapay zeka, görsel olarak dönüştüren algoritmalar. Sanatçı bu işin neresinde diye sorulabilir? Tüm sürecin orkestrasyonu sanatçıya ait, süreci tasarlayan, süreçte kullanılan malzemeleri seçen, eseri şekillendiren araçları bir araya getiren, onları değiştiren, nasıl bir mecrada vücuda geleceğine karan veren de sanatçı. Sonuçta ortaya çıkan eserin detaylarını olmasa da çerçevesini çizen yine sanatçı. Bunlara ek olarak kamuya açık, kamu için eserler olması, ortaya attığı sorularla insanları düşünmeye sevk etmesi de, kanımca bu görsel ziyafeti en lezizinden sanat yapıyor. 


Sanatçının dokunuşu olmasa bizi büyülen estetiği, rüyalara sürükleyen görselliği bu şekilde karşımızda bulmamız muhtemelen mümkün olamazdı. Bu sergideki işlerde kullanılan veriler, Nasa'nın uzay teleskopu Hubble'ın evrenden çektiği on binlerce görselden geliyor. O görselleri renk ve tonlarına göre tasnif eden bir yapay zeka, kullanılabilecek milyonlarca piksel sunuyor. Bu uzay görsellerinin kullanıldığı işleri makinenin hafızası olarak görmek mümkün. Makinenin rüyaları olarak nitelenebilecek diğer işlerde ise verilerin farklı algoritmalar kullanılarak işlendiği daha akışkan grafikler izliyoruz. Akan, içi içe geçen, dalgalar, lavalar, sıvılar misali hayal gücünü zorlayan bir renkler manzumesi söz konusu.

Son dönemde üzerine okumakta olduğum konulardan bir tanesi de zihin felsefesi. Zihnin nasıl işlediği, bilincin, kimliğin nasıl oluştuğu gibi konular çok ilgimi çekiyor. İnsan zihninin doğa üstü bir varlık olduğunu, bir "ruha" sahip olduğumuzu düşünmüyorum. Bence insan zihni henüz tüm sırları açığa çıkarılmamış, ama bir gün mutlaka her detayıyla açıklanabilecek organik bir makine. Beynimizdeki sinir ağlarının nasıl çalıştığı, kuantum fiziğinin nöron, sinaps gibi birimlerde nasıl işlediği anlaşılınca, organik olmasa da mekanik yapay zekaların, insandan aşağıda kalmayacak, hatta insan zihninin sınırlarına da hapsolmayacak şekilde üretilebileceğine inanıyorum.


Yapay zekanın bilinci olacak mı, yapay zeka rüya görebilir mi, yapay zeka vicdan sahibi olabilecek mi gibi sorularının muhtemel yanıtlarını, günümüzün sınırlı bilimine ve dar görüşümüze hapsolmuş konular olarak görüyorum. İnsanda olduğu varsayılan her türlü mevhum, bir gün makinelerde de olacaktır. (eğer kendi kendimize yarattığımız iklim krizi gibi marifetler veya kontrolümüz dışında olabilecek bir meteor çarpması gibi felaketler insanlığın sonunu yakın gelecekte getirmezse) Bir bilince sahip olduğumuz algısı, (yanılsaması) gayet anlaşılır bir durum, ama bir hafıza kaybının, veya beyinde en ufak bir hasarın, o benlik anlayışına nasıl bir büyük darbe vurabildiği de bir gerçek. Biz kimiz? Atalarımızdan aldığımız DNA'mıyız? Hatıralarımız mıyız, travmalarımız mıyız, inançlarımız mıyız?


Refik Anadol'un sergisini gezerken tüm bu sorular kafamda dolaşıp durdu, gördüğüm izdüşümler bir makineye mi, evrene mi, bir insana mı ait? Neye göre yargılıyoruz, antropomorfik filtremizi devre dışı bırakarak bakabilmemiz mümkün mü? Serginin verdiği ilham, sordurduğu soruların yanı sıra, gözümüz renge ve estetiğe de doymuş oldu (hele bir de pandeminin yarattığı müthiş açlık göz önüne alındığında). Dışarıda donan insanları umursamasak, saatlerce terapi niyetine izlenebilecek rüyalar gördük. Bu güncede çağdaş sanatın sürekli estetikten uzaklaşarak, giderek daha ağırlıklı olarak metafizik kavramlara odaklandığından şikayet eder dururum. Her türlü estetikten uzak yerleştirmeleri, objeleri anlamak için sayfalarca referans yazı okumak gerekir. Okuyarak zenginleşme eylemini edebiyat ve felsefe ile gerçekleştirebilecekken, görsel sanatlarda görselliğin bu kadar arka plana itilmesini, bir nevi kolaycılığa ve "kral çıplak" diyememenin zavallılığına vermeye meylediyorum.

(Parantez aç;


Serginin çıkışında hemen biraz ilerisindeki Dirimart Galeri'ye de uğradık. Başka Her Şey Uzak isimli bir karma sergi hazırlanmış. Ayça Telgeren'in Ayrılıktan Sonra videosunu ve Nuri Bilge Ceylan'ın Uykusuz fotoğrafını çok beğendim. Serginin künyesini de hatırlayabilmek adına buraya yapıştırıyorum.

Sanatçılar: Furkan Akhan, Sabri Berkel, CANAN, Nuri Bilge Ceylan, Halil Ege Doğramacı, Nilbar Güreş, Gözde İlkin, Can Küçük, Cihan Öncü, Yasemin Özcan, Güçlü Öztekin, Sarkis, Ayça Telgeren, Güneş Terkol, Nasan Tur, Celal Tutant, Berke Yazıcıoğlu
Küratör: Ceren Erdem
Asistan Küratörler: Senem Özgören, Levent Özmen

Parantez kapa )

Refik Anadol'un çok etkileyici eser ve sergilerine kendi sitesinden ulaşmak mümkün. Mümkünse büyük ekrana yansıtarak, veya eğer var ise bir projektör yardımıyla evin boş bir duvarına yansıtarak büyülenmek mümkün. Gelecekte evlerin duvarlarının bu şekilde rüyalar görebilecek şekilde tasarlanabileceğini düşünüyorum. Sadece 1 senedir eve kapalı olmanın açlığıyla değil, gerçekten çok keyif alarak gezdiğim bu serginin nicesiyle çok yakın zamanda buluşabilmek dileğiyle...

14 Ocak 2020 Salı

Arter


Günceye ara ara not ettiğim üzere, ne zaman yolumuzu İstiklal Caddesi'ne düşürsek mutlaka uğradığımız mekanlardan biridir Arter. Geçtiğimiz eylül ayında Dolapdere'deki yeni mekanına taşındı. Binayı İngiliz mimarlık ofisi Grimshaw Architects tasarlamış. Mekanı ziyaret etmeden önce bir gazetede kurucu direktörü Melih Fereli ile yapılmış bir röportajı okuduğumda çok heyecanlandım. Dolapdere'yle, Dolapdere'lilerle bütünleşmekten, kaynaşmaktan bahsediyor, hatta herkese telefon numarasını verdiğini ve kapılarının herkese her zaman açık olduğunu anlatıyordu. Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ülkemizin önde gelen ailelerinin kültür ve sanat hayatımıza katkıları yadsınamaz, ve ben de şahsım adına çok müteşekkirim.

Ancak bu noktada bir ancak deme ihtiyacı hissediyorum. Öncelikle bina içeriye pek (hatta hiç) davet etmiyor, yoğun güvenlik önlemli 3 kapıdan geçmeden binaya girilemiyor. Binanın mimarisi kanımca Dolapdere'nin kimyasıyla hiç uyuşamamanın ötesinde, Dolapdere'ye ben buranın geleceğiyim, zamanla burası bana dönüşecek diyor adeta. Biraz ilerisindeki Alışveriş/ofis plazası, altında son zamanların popüler galerisi Dirimart ile birlikte bunun altını çizer nitelikte. Diğer yandan Dolapdere mevcut kabuğuyla zaten çok korunası, üstüne titrenesi bir muhit değil, doğal olarak zamanla dönüşecek, ama ben naçizane sınıflar arası diyalogta biraz daha fazla samimiyet umuyorum. Bu mekan Dolapdere'li çocukların atölyelere katıldığı, sunduğu sergilerle (en azından açılış sergileri ile) de "Dolapdere"'lilere hitap etmek üzere bir çaba gösteren bir buluşma noktası olabilseydi keşke. Biliyorum bu çok naif bir bakış açısı. Daha çok belli ki Tophane'de açılan galerilere yapılan saldırı (ve tabii ki Abdülmecid Efendi Köşkü'ndeki sergiye) akıllarda taze, ve nabza göre şerbet verilmiş.


Eğer kazayla bir Dolapdere'li tüm cesaretini toplayıp, o 3 ağır kapıyı geçmeyi başarabilse de, hemen zemin katında, şu anda muhtemelen Türkiye'de bulabileceği en soyut çağdaş sanat sergilerinden biriyle karşılaşacak. Duvara monte edilmiş klozet (Parazit filmindeki sahneyi düşünmeden edemedim), lastik ve bisiklet tekerleğini anlamlandırmaya çalışacak. Muhtemelen üst katlara çıkmadan usul usul mahallesine geri çekilecek. Arter'in İstiklal'deki yerine açılmış olan Meşher'deki sergi dahi daha uygun olabilirdi. Masal Dünyası'ndan rengarenk porselenleri eminim çocuklar çok beğenirdi. Avrupa'nın yaşadığı rönesansı yaşamamış bir toplum olarak, kültür sanat hayatımızda belli evreleri hazmetmek için zamana ihtiyacımız yok mu. Yoğun referans birikimi ve altyapı gerektiren sergilere yelken açmadan önce telafi etmemiz gereken bir kültür/sanat açığımız yok mu? Çok büyük fedakarlıklarla açılan bu mekanlar, bizlere kendi rönesansımızı yaşatmak, böylece reforma ve aydınlanma çağına yönlendirmek gibi bir misyona sahip olamazlar mı? Keşke her yıl Tasarım'la dönüşümlü yapılan İstanbul Bienali, çağdaş sanatın "en"'i olmaya çalışmak yerine ( ne kadar anlaşılmaz, o kadar çağdaş), otoritelerin, yabancıların ve Beyaz Türkler'imizin burun kıvırması pahasına, milyonların kapılarında kuyruğa girdiği etkinlikler olabilse.

Biliyorum, bu satırlar belki de çok sığ, çok nankör, çok çağ dışı geliyor, ama kültür sanat alanında ülkemizdeki tüm sınıfları harekete geçirmeden, bir gıdım ileri gidemeyeceğimize yürekten inanıyorum. Yeni Arter'i şöyle hayal etmek isterdim; Zemin katında bir fotoğraf sergisi, sanatçıları Dolapdere'liler veya Dolapdere'yi fotoğraflayan tüm İstanbul'lular. Fotoğrafını çeken binaya gelir, tek kapıdan geçer,  girişteki asistanlara çektiği fotoğrafını iletir, çıktısını aldırır, sonra gider arzu ettiği duvarda istediği yere resmini asar, ve hayatında bir serginin parçası olmuş olmanın haklı gururunu yaşar. Çocuklar ikinci kata çıkar, bir duvar tamamen onların hayal gücüne ayrılmıştır, arzu ettikleri gibi boyayabilirler. Diğer duvarlar için hamur ve seramikten heykeller üretmeyi öğrenir, üretir ve sergilerler. 3. kata gençler çıkar, orada sanatçı ve mimarlarla tanışırlar, Dolapdere'yi güzelleştirmek için birlikte projeler üretirler. Roma notlarımda yazdığım gibi, Avrupa'da halkın katıldığı, ürettiği sergiler hızla çoğalıyor. İlk 6 ayı Arter bu şekilde geçirse, Dolapdere'lilerin ayaklarını alıştırıp, özgüvenle girdikleri ikinci evleri olabilseydi, bu ülkedeki tüm kültür kurumları için şahane bir model ortaya çıkmaz mıydı? Bu satırları çalakalem yazdım, işin uzmanları oturup fikirler geliştirseler, fevkaladenin fevkinde işler çıkabilir ortaya.


Ülke halleri üzerine kestiğim ahkamı yavaşça kenara bırakarak sakinliyorum, ve Arter'de gezdiğimiz sergilerden en beğendiğimizi not düşmek istiyorum. Arter'e bizi Altan Gürman'la tanıştırdığı için müteşekkiriz, çocuklar da çok beğendi. Arter'den çıkınca da hemen caddenin diğer tarafında başlayan Dolapdere pazarına daldık, iki Dünya arasındaki kontrastın çarpıcılığı başlı başına bir yerleştirme gibiydi.