Korona Günlüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Korona Günlüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2021 Pazartesi

Korona Günlüğü - IV


Tüm insanlık olarak içinden geçtiğimiz bu zor dönemde, uzun süre ara verdiğim korona günlüğümün son yazdığım üçüncü bölümünde, artık içimden hiç yazmak gelmediğini, eğer bir gün yazmaya devam edersem de olumlu haberler verebilmeyi umduğumu yazmışım. Evet olumlu haberler vermek mümkün, esasında olumlu olmak hayatın her döneminde mümkün tabii, bardağa hangi taraftan bakıldığına göre değişiyor.

Hayat her zaman olduğu gibi inişleriyle çıkışlarıyla devam ediyor, herkesin malumu "yeni normal"e bir şekilde herkes adapte oldu. Kendi adıma kesinlikle geçen mayıs ayına göre çok daha iyi bir ruh halindeyim. Duruma dair acılı kabullenme sürecini çoktan geride bıraktığımı umuyorum. Aşılamalar da artık başladı, hatta babam çok şükür 75+ kategorisinden aşısını oldu. Yine çok şükür hiçbir sevdiğimi, yakınımı kaybetmedim. Yaz ayları kısıtlamaların kaldırılmasıyla nispeten güzel geçti, hiç aksatmadan her sabah Nina'yla sahilde yaptığımız yürüyüşler müthiş bir terapi oldu.

Sonbahar geldiğinde, okulların açılacağını duyduğum andaki heyecan ve mutluluğu hala anımsıyorum. Çocuklar (özellikle de yaşı itibariyle Dalya) ekran karşısında çok bunalıyorlardı. Okullar açıldığında fark ettim ki, diğer veliler aynı kanıda değilmiş, sınıfın büyük kısmı okula gelmedi. Tabii sonrasında da sevincim kursağımda kaldı, zira salgın açısından çok daha kritik pek çok kurum ve mekan ekonomik gerekçelerle (ki anlayabiliyorum) açık kalmaya devam ederken, ilk kapatılanlar yine okullar oldu. Eğitimin toplum olarak önceliklerimizde ne kadar arka sıralarda kaldığını bir kez daha belgeledi bu durum. Gelişmiş tabir edilen ülkelerde ise (tabii gelişmişlik kavramı da göreceli), okulları kapatmak hep alınan en son önlem oldu.

Çocukların bu dönemde aldığı psikolojik, sosyal ve akademik hasarın etkilerini muhtemelen daha uzun yıllar göreceğiz. Kendi çocuklarım özelinde, en çok eve hapsolmuş olmalarına, çok keyif alarak yaptığımız gezilere, konser ve tiyatro ziyaretlerine tamamen ara vermek zorunda oluşumuza üzülüyorum. Bu yaşlarını bir tek kez yaşıyorlar, beraber ev dışında anılarla zenginleştirebileceğimiz zamanları, onların kişisel/sosyal/kültürel gelişimlerine katkıda bulunacak deneyimleri içerecek bir dönem de geri dönmemek üzere kaybolmuş oluyor. Dönüp eski fotoğraflara baktığımızda da, dijital albümler bize bu büyük boşluğu gösteriyor olacak.

Okulların tekrar kapandığı noktada, annem gerçekten hayatımızı kurtardı, dönüşümlü olarak çocuklardan biri onun evinde online derse giriyor. Aynı evde derse girdiklerinde sürekli biri kaçarak diğerinin yanına gidiyor, sürekli birbirlerine bir şeyler anlatıp (muhabbetleri gerçekten sonsuz), birbirlerinin dikkatini dağıtıyorlardı. Ben işte olduğumdan, Nina da kendi online ders verdiğinden içinden çıkılamaz bir durum oluşuyordu. Annem gerçekten de çok fedakarca, kendi zamanını olduğu gibi adayarak (zira çocuklar derste boş bırakmaya hiç gelmiyorlar) bize yardımcı oluyor, üstelik bir de ödevleri yaptırarak bize gönderiyor çocukları.

Cem'in bu sene LGS yılı, yani liseye geçiş sınavına girecek. Her sene bu sınavın ismi değiştiğinden belirtmekte fayda var, ileriki yıllarda arkamda bırakacağım sevdiklerimden biri bu satırlara dönerse karışıklık olmasın. Cumartesi ve tatil günleri dahil dersi, onun üzerine bolca da ödevi oluyor. 

Tüm bunların evde ve ağırlıklı olarak ekran karşısında gerçekleşmesi, gerçekten çocuklar üzerinde aşırı bir yük oluşturuyor. Cem akademik olarak derslerde çok başarılı olduğundan her türlü sorumluluğunu çok hızlı yerine getirebiliyor, bir de konuları anlamak için emek harcaması gerekmiyor ama yine de haklı olarak bunalıyor ve zaman zaman direniyor. Ülkemizdeki sınav sisteminin ne kadar abes olduğunu biliyorum. İyi olarak sınıflandırılan bir avuç devlet okulunun puanları aşırı yüksek (neredeyse sadece tam puan yapanlar girebiliyor). Bir geçmişi olan iyi özel okulların ise ücretleri tamamen uçmuş durumda ve başarı bursu vermiyorlar. Önümüzdeki birkaç seneyi salgın sebebiyle biriken borçları ödemekle meşgul olacağımızı öngörünce, sınavdan başarıyla çıkmanın anlamı da Cem açısından iyice kayboluyor.

Bu noktada bir baba olarak (hem de evde otorite konusunda ağırlıklı figür olarak) şöyle bir karara vardım, bu sınav bir amaç değil, bir araç olmalı. Hayat boyunca yapmak istemediğimiz pek çok şeyle karşılaşacağız, hayat bize taşımak istemeyeceğimiz sorumluluklar yükleyecek. Bu durumlar karşısında takınabileceğimiz en doğru tutum, elimizden gelenin en iyisini yapmak, değiştirebileceğimiz bir durumsa da cesurca değiştirmeye çalışmak. Türkiye'deki aşırı çarpık eğitim sistemini bugün için değiştirme imkanımız yok, o halde bu sınavda Cem potansiyelinin en iyisini ortaya koymalı, biz de onu elimizden geldiğince desteklemeliyiz. Bu kararı almamda geçmiş yıllarda okuduğum bir kitap da çok etkili oldu. Bilimsel olarak belgelenmiş bir araştırmada, kendilerinden başarı beklenen çocukların kesinlikle daha başarılı oldukları ortaya konmuş. Ona şu puanı hedeflemelisin, şu okulu kazanmalısın kesinlikle demiyoruz, ama elinden gelenin en iyisini yap diyoruz, bundan emin olduğun sürece sonucun ne olduğunun bir önemi yok diyoruz.

Tabii ergenliğin kapısında bir çocuğun hayatında doğru bir denge kurma konusunda gerçekten çok özen göstermek gerekiyor. Her türlü okul dışı faaliyetleri olduğu şekilde devam ettiriyoruz. Cem çello, Dalya da gitar derslerine online devam ediyorlar, her gün kendi istekleriyle ortalama yarım saat enstrüman çalışıyorlar. Ben de onları her gün dinleyip müzik bilgim yettiğince destek olmaya çalışıyorum, kazayla dikkatim başka bir yöne kayacak olsa anında hiddetlenip sahneyi terk ediyorlar. 

Dalya ayrıca Karikatür Evi'nin çizgi roman kursuna online olarak devam ediyor. Salgınla birlikte evde geçirilen vakitleri artınca, onları tablette dijital çizim programlarına ve animasyon hazırlama uygulamalarına yönlendirdim. Bana son derece karmaşık gelen programlarda çok kısa zamanda ustalaştılar, ve bu her ikisi için de çok önemli bir hobi haline geldi. İkisi de her gün mutlaka bir şeyler çizip, animasyonlar hazırlıyorlar. Eve gittiğimde bana o gün hazırladıklarını gösteriyorlar. Onlara dijital çizimleri için kalemli bir tablet de aldık. Hatta Dalya işi daha da ileri götürüp, bizden habersiz youtube'da kendi kanalını açmış, ve yaptığı animasyonların bir kısmını oraya yüklüyor. 

Online devam ettiremediğimiz faaliyet tabii spora dair olanlar oldu. Okulun beden eğitimi dersini dikkate almıyorlar ve katılmıyorlar. Onları her hafta taşıdığım voleybol ve basketbol kursları da devam etmiyor. Tek yapabildiğimiz hava müsaade ettikçe, çocuklara tanınan iki saatlik sürede onları parka götürmeye gayret etmek.

Hafta sonları sinema akşamı yapmaya devam ediyoruz, hafta içi de mutlaka izlediğimiz bir dizimiz oluyor. En son The Mandalorian'ın ikinci sezonunu bitirdik, şimdi His Dark Materials'ın ikinci sezonunu izliyoruz. 18+ olmasına rağmen bir de Blood of Zeus'a başladık, ikisi de, özellikle de Cem okuduğu kitaplar vesilesiyle mitolojiye çok hakim, güzel bir özet oluyor bu dizi, her ne kadar kafalar, kollar havada uçuşacak şekilde şiddet içerse de. Arada diziyi durdurup onlara Yunan mitolojisinin nasıl bir dine dönüştüğünü, semavi dinlerden farkını, farklı kültürlerde beden-ruh ayrımını, din-bilim çatışmasını anlatmaya gayret ediyorum. Dalya'nın yaşı bu konular için biraz küçük olsa da mitoloji konusunda benden daha geniş bir bilgi birikimine sahip olan Cem'i daha da zenginleştiriyor bu konuşmalar, hissediyorum birkaç sene sonra rolleri değişeceğiz. 

Artık kaybettiklerinde eskisi kadar sinir krizi geçirmediklerinden dolayı birlikte daha sık ve daha keyifle masaüstü oyunlar oynuyoruz. Bu yılbaşı masaüstü oyun gamımıza Scotland Yard, Tabu ve Scrabble'ı ekledik. Hafta sonu akşamları bu oyunlardan birini mutlaka oynuyoruz. Tablette oyun hakları da halen (ödevler yapıldıysa) günlük 1 saati geçmemek şartıyla baki, ve buna fazla itiraz etmeden uyuyorlar, hatta çizim yapmayı genelde tercih ediyorlar. 

Akşam olunca yemekten sonra yatakta kitap okuma alışkanlıkları devam ediyor. Eskiden Dalya bir saat okuyup uyuyakalırdı, şimdi o da artık gece yarısına yaklaşmaya başladı. Dalya bu aralar bayıla bayıla okuduğu Ulysses Moore serisinin 12. kitabında. Cem ise Ranger's Apprentice isimli bir seriye daldı, abartıp sabahlamaya kalkışabiliyor, kitapları uyuması için bazen elinden zorla alıyoruz.

Tabii sabah çocukları yataktan söken, akşam yatağa sokan, ödev yaptırmak ve test çözdürmek suretiyle, değerli vakitlerini kısıtlayan, sağlıklı beslenmeyi sürekli öne süren, evdeki tatlı tüketimini de makul sınırlarda tutmaya çalışan kişi olarak, çocuklardan giderek daha fazla tepki almaya başladım. Amacımın onları kısıtlamak olmadığını, onlara yüklemek durumunda kaldığım sorumlulukların benim icadım değil, hayatla ilgili olduğunu, er ya da geç yüzleşmek zorunda kalacaklarını, naçizane kanaatimce ağacın yaş iken eğildiği konusunda yaptığımız sayısız bir nevi terapiyi çağrıştıran konuşmalar (hatta bazen babaanne hakemliğinde) esnasında çocuklar empati işaretleri gösterir gibi olsalar da, iş icraate gelince, başa sarabiliyoruz. Özellikle Cem sürekli bugünün ödevini hep yarına erteleme talebiyle geliyor ki, bu tür taleplerini, başarısızlığa uğrayacağını bildiğim halde, kendisinin de imkansızlığını görmesi için pek çok kez kabul ettim, her seferinde yığdığı ödevler karşısında tekrar isyan etmesiyle sonuçlandı. 

Bu sürtüşmelerin çocuklar büyüdükçe artacağını, bu durumun işin doğasında olduğunu, hele de ergenliğe girdiklerinde (ki bana göre ikisi de çoktan girdiler), yönetilmesinin iyice zorlaşacağını biliyorum. Yine biliyorum ki, ne yaparsam yapayım beni aşmak için önce beni bir noktada ret edecekler, ve kendi yollarını çizecekler. Arzu ediyorum ki, bu aşamalardan geçerken karşılıklı mümkün olduğunca az hırpalanalım ve sonrasında da hayatlarında alacakları kararlarda beni hep onları sınırlayan değil destekleyen bir baba olarak görebilsinler.

Geçen yıllarla birlikte fark ediyorum ki, onların (bizim vesilemizle de olsa) hayatla tanışmaları, onlar kadar benim için de önemli bir sınama. Ben de onlarla birlikte değişiyorum. Hakkımı belki de bu Dünya'da hiç teslim etmeyebilecekleri gibi egomu çok acıtan bir gerçeği, ne kadar erken kabullenmeyi başarabilirsem, bu sürecin o kadar sağlıklı işleyebileceğini hissediyorum. Her ne kadar doğal olarak çocukları hayatımızın merkezine koyuyor ve onlar için elimizden gelenin en iyisini tüm zamanımızı da feda ederek ortaya koyuyorsak da, kendimizi hiç unutmamamız gerektiğini, kendi iç huzur ve mutluluğumuzun, kendimizle barışık olmamızın, çocuklarımızla kuracağımız sağlıklı ilişki için olmazsa olmaz olduğunun farkına varıyorum. Artık çocuklarla sürtüştüğümde, sorunun onlardan çok benden kaynaklandığını, önce dönüp kendime bakmam gerektiğini sezinliyorum, onlar sınırları zorlamak için varlar ki, doğduklarından beri tüm çabam sınırlarını sonuna kadar zorlamaları yönünde. Onlar ne kadar sorgularlarsa o kadar tatmin oluyorum.

Uzun lafın kısası kendi iç huzurum konusunda daha bilinçli adımlar atmam, kendime daha fazla özen göstermem gerektiğine kanaat getirdim. Esasında hep biliyordum, ve hayatımın pek çok dönemi de bu tür aldığım kararlarla bezelidir ama artık söz konusu olan sadece kendi mutluluğum değil. Çocukların benimle olan ilişkilerinin onları nasıl şekillendireceği, ve beni nasıl hatırlayacakları da söz konusu olunca daha fazla motive oluyorum, ve bu konu artık ihmal edemeyeceğim sıklıkta ve yoğunlukta dimağımda dolaşıyor.

İşe çocuklardan değil kendimden başlamam gerektiği tespitini net bir şekilde yaptıktan sonra kendime "beni en çok neyin mutlu ettiği" sorusunu sordum. Yanıtım çok net oldu, dolayısıyla ilk adımı da kolay attım;  beni en çok öğrenmek mutlu ediyor. Hayatım boyunca öğrenmeye hep çok meraklı oldum, okumak, izlemek, dinlemek, seyahat etmek, hep öğrenmenin araçları olarak beni çok mutlu ettiler. Ama diğer yandan da çok maymun iştahlıyımdır, derinlemesine sistematik bir öğrenme şeklinden çok, daldan dala konan, her gördüğü çiçeğin peşinden koşturan bir öğrenme arzusuna sahibim.

Kafamın içini son derece dağınık bir kitaplığa benzetiyorum, kitaplar yerlerde, raflarda, her tarafta, elime ne bilgi geçerse, farklı bir yere bırakmışım, hemen güzel kapağına kandığım yeni bir kitabın sayfalarına atılmışım, ona doyamadan dikkatimi başka bir deneyime yönlendirmişim, sağa sola dağılmış bilgi parçalarıyla yaşıyorum. Kendimi kah bilimkurgu edebiyatının en iyi örneklerini okumaya adarım, kah teknoloji sitelerinde teknolojik bilgi kırıntılarının peşinden giderim, bir gün kalkarım bugüne kadar okumadığım klasikleri okumaya karar veririm, ertesi günü beğendiğim bir klasik müzik parçasının izinden bambaşka Dünyalara dalarım. Bir şeyi okurken bir kelimeye, bir kavrama takılırım, ona bakayım derken başta ne okuduğumun izini tamamen kaybederim.

Bu dağınıklık, sadece entelektüel bir dağınıklık da değil, hayat koşturmacasının zorluklarıyla kendim hakkında da çok dağınığım, kafam sık sık karışıyor, hele bu babalık rolü beni benden aldı, kendimle de (oldum olası) pek barışık değilim. Kendimi sürekli yargılıyorum, arkadaşlık ilişkilerimi gözden geçiriyorum. Hayatla ve yaşanmışlıklarla ilgili sayısız sorgulama ve yarım yamalak çözümlemelerim de o kitaplıkta darmadağınık duruyor.

Bu noktada hayatlarımızı felç eden salgının şöyle bir faydasını gördüm (her işte bir hayır vardır); hayat (en azından benim için) gerçekten çok yavaşladı. Her sabahın köründe can havliyle çocukları okula zamanında yetiştirmek için çırpınmıyorum, dersleri zaten artık 9:30'da başlıyor, pijamalarıyla giriyorlar derslere. Okul çıkışlarına yetişmeye çalışmıyorum, onları haftanın 6 günü 6 farklı faaliyete taşımaya (kabus trafikte yetiştirmeye) uğraşmıyorum, faaliyetlerden eve döndüğümüzde ödevler için çok az zaman kalmış olmuyor. Hafta sonlarını zaten tamamen ve mecburen evde geçiriyoruz, bir yandan Cem online derste oluyor, Dalya çizimlerine odaklanıyor, benim vaktim bana kalıyor. 

İşlerin de yavaşlamasıyla (ama tabii keşke yavaşlamasa) artık koşmuyorum, yürüyorum, bana kalan leziz ekstra vaktin de tadını çıkarıyorum. Uzun lafın kısası kendime bu geçmiş aylar esnasında çok ama çok daha fazla vakit ayırabildim. Çok okudum, çok izledim, çok dinledim, ve bu bana çok iyi geldi. Gerçi yakın zamana kadar eski alışkanlıklarımla yine daldan dala konarak, bağlamından kopuk (hızlıca unutacağım) bilgilerle kendimi donatmaya devam ettim.

Daha bilinçli bir hobi olarak öğrenmeyi hayatımın daha merkezine kaydırmamda, daldan dala konarken bilinçsiz izlediğim bir yol var, onu da hafızama not etmek istiyorum. Podcast dinleme alışkanlığım uzun yıllardır var. Hem arabada, hem de o anda kafamı vermem gereken bir iş yapmıyorsam arka planda dinlerim. Bir de uzun yıllardır, ağırlıklı olarak sinema ve sanat üzerine olmak üzere düzenli blog okurum. Her sabah işe geldiğimde gazeteye değil de takip ettiğim bloglara bir göz atarım. 

En az yirmi yıldır takip ettiğim bloglardan biri reklam yönetmeni İlker Canikligil'e aitti. Ağırlıklı olarak sinema teknolojisi ve daha da spesifik olarak kameralar üzerine detaylı yazıları vardı. Günün birinde yönetmen olmayı (tabii naif bir şekilde onun ön koşulu olarak gördüğüm bir kamera sahibi olmayı) hayal eden biri olarak ilgiyle takip ederdim yazılarını. Sonra giderek seyreldi yazılar, yazmaz oldu, ben de yönetmenliğin tek başına yapılacak bir uğraş olmadığının ayrımına vardım, sayısız insan yönetmeyi gerektiren zor zanaat bir iş olması itibariyle bana hiç uygun olmadığını kavradım. Bir gün takip ettiğim bloglardan artık aktif olmayanları temizlerken dikkatimi tekrar çekti, acaba başka bir mecrada mı yazıyordur diye internetten araştırdığımda youtube'da sinema üzerine bir vlog içeriği hazırladığını gördüm, ama o içerik bana pek hitap etmedi, dolayısıyla takip etmedim.

Sonra o dönemde çalıştığı kanaldan ayrılıp, yine youtube'ta kendi kurduğu kanalı Flutv'de ürettiği içerikler, sosyal medyada sık sık karşıma çıkmaya başladı. İçlerinde en popüleri "olmaz öyle tarih" serisini izlemeyi denedim, ancak o içerik de, kendi sunduğu sinema içeriği de yine beni pek açmadı. Kanalda başka hangi içerikler var diye bakarken "boş modern sohbetler" dikkatimi çekti. Yalın Alpay'ı dinlemeye başladığımda, o sohbetten çok keyif aldım. Böylece vakit buldukça diğer içerikleri dinlemeye başladım. Maymun iştahıma çok iyi geliyordu, Bager Akbay'la sanat, Erkcan Özcan'la bilim, Ömer Aygün'le felsefe sohbetlerini bayıla bayıla dinledim.

Bir felsefe sohbetinde Ömer Aygün'ün anlattığı Platon'un mağarası hikayesi beni çok etkiledi. Matrix filminden, ve hatta Baudrillard'dan bile binlerce yıl önce bir düşünürün simülasyon fikrini dahice ve muazzam bir şekilde ortaya koymuş olması maymun iştahımı kabarttı. Antik çağ Yunan felsefesi konusunda mutlaka okuma yapmalıyım diye zihnimin bir kenarına not aldım. Çok zaman geçmeden yine Flutv'de Aytuğ Akdoğan'la edebiyat serisini izlerken, bir bölümde kitap tavsiyesi veren Dilozof'a denk geldim.

İsminden etkilenerek onun youtube'daki kendi kanalına geçtiğimde felsefe tarihi serisini izlemeye başladım. Bu seriyi dinlerken aradığım ilhamı bulduğuma karar verdim. Sanki kafamdaki o dağınık, tozlu kitaplıkta yavaş yavaş bir bahar temizliğine girişmiştim. Yıllar içinde birikmiş, tasnif edilmemiş bilgi kırıntılarını raflara yerleştirmeye, kitapları isimlere, konulara göre ayıklamaya başlamıştım. Hemen telefonumdaki podcastlerin yönünü yerli ve yabancı felsefe tarihi yayınlarına çevirdim. Ahmet Arslan ve Ahmet Cevizci gibi değerli hocaların felsefeye giriş, felsefe tarihi gibi temel kaynaklarını edindim, ve paralel izleme ve dinlemenin yanı sıra paralel okumaya başladım.

Bazı dostlarıma bu yeni çıktığım yolculuktan bahsedince, yollarımızın kesiştiği noktalarda karşılıklı paylaşımlar yapmaya başladık. Hissettiğim heyecanı paylaşmak bana çok iyi geldi, daha da motive oldum. İnsanlık tarihine eşlik eden düşünce tarihi o kadar uçsuz bucaksız bir konu ki, mitolojiden, medeniyetlere, bilimden, dine, siyasetten psikolojiye, edebiyattan sanata her konuyu kapsıyor. Temel bilgileri elimden geldiğince hazmetmeye gayret ettikten sonra dümeni istediğim yöne kırabileceğim. Kim bilir belki bu yeniden öğrenciliğe dönme halim çocuklara da ilham verir. O gün bugündür, boş bulduğum her vaktimi okumaya ve dinlemeye ayırıyorum, ve müthiş mutlu oluyorum. Bu keyifli enerjinin bir kısmını da yine bu günceye akıtmaya karar verdim. Konser ve tiyatro ziyaretleri bir süre daha mümkün  olamayacak olsa da, izlediğim film ve dizileri, okuduğum kitapları not düşmeye devam edeceğim.

   

3 Mayıs 2020 Pazar

Korona Günlüğü - III


Artık gerçekten çok bunaldığımı kabul ediyorum, yazsam rahatlar mıyım, bilemiyorum. İlk dört haftayı çocuklarla ilgilenmekle, tatlı pişirmekle, kitap okumakla, müzik dinleyip, film/dizi izlemekle dolu geçirip, işler ne olacak, geleceğimiz nasıl olacak konularını kafamın en kuytu köşelerine tıkıştırarak geçirmeyi başarabilmiştim. Geçen hafta işe gitmem gerektiğinde, bunun çok iyi bir değişiklik olacağına dair bir inancım vardı, ama tam tersi oldu. Bütün gün karşımdaki ekranda rakamlara baktıkça fenalaştım. 

Biliyorum şu anda milyarlarca insan aynı durumda, ama onlar gibi benim için de bu durum bir teselli olamıyor. Kendi işini yapan ve salgın sebebiyle tek gelir kaynağı olan mağazalarını kapamak zorunda olan herkes gibi, ben de derin bir panik içerisindeyim. İlk başlarda 1 ay bilemedim 2 ay sonra normal hayata döneriz diye düşünürken, artık bunun mümkün olamayacağını çok net görebiliyorum. Virüs, aşısı bulunup, milyarlarca insanlar aşıyla buluşana kadar gitmeyecek, gitmiş gibi görünse de, sürekli geri gelecek. Etkin bir aşının en erken 2021'de çıkabileceği düşünülünce, paniklememek mümkün mü?

Karaları bağlamak çözüm değil, mevcut koşullara uyum sağlayabilmek en önemlisi biliyorum, bir yandan da çabalıyorum, ama bu mideme saplanan ağrılara, arada boğuluyor gibi olma hissine engel olamıyor. Şalteri yok ki bu meretlerin, mantığımın söyledikleriyle insin aşağıya. Biliyorum ailem ve sevdiklerim sağlıklı, elbette er ya da geç tüm bunlar geçmişe gömülecek, ve ben sıkıldığımla kalacağım. Çocuklar büyüdüğünde bu satırları okurlarsa, muhtemelen babamız da ne kadar gereksiz sıkılmış, hatırlıyoruz, biz halimizden şikayetçi değildik diyecekler.

Evet çocukların her türlü koşula hızlı uyum sağlayabilmeleri gerçekten çok değerli. Bizimkiler de hala mutlu gözüküyorlar. Çoğu zaman çok iyi anlaşıyorlar, ben bu satıları yazarken, ikisi de çizimlerle doldurdukları günlüklerini yazıp çizmekle meşguller, ancak biraz önce bir kalem için birbirlerine girdiler, Dalya yarım saat sinir krizi geçirdi, sakinleştiremedik. Sonra kaldıkları yerden sohbet muhabbete devam. Her ne kadar benim işe gitmiş olmamla, evdeki disiplin ve kurallar ciddi bir darbe aldıysa da eve geldikçe durumu telafi etmeye çalıştım. İşe ilk gittiğim akşam eve geldiğimde Nina gerçekten nakavt durumdaydı, çocuklar onun gerçekte bir melek oluşunu fazlasıyla istismar etmişlerdi. Ama bir şekilde bu duruma da uyum sağladık.

Oluşturduğumuz rutinler devam ediyor, çocuklar söylene söylene, bizim iteklememizle de olsa ekran karşısında derslere giriyorlar, ödevlerini yapıyorlar. Dalya ikinci senedir devam ettiği karikatür kurslarına çevrimiçi bağlanarak devam ediyor, boş zamanlarında da bol bol karikatür çiziyor. Çello ve gitar dersleri devam ediyor. Yeni bir diziye başladık. Brainchild çocuklar için hazırlanmış bir bilim dizisi. Mikroplar, rüyalar, duygular, motivasyon gibi konular üzerine çok kaliteli ve eğlenceli bir içeriği var. Çocuklar yıllardır alman kanallarında yayınlanan bilim programı Woozle Goozle'ın hastasılar, ancak eve kapandığımızdan bu yana çocuk kanallarını kilitlediğimden izleyemiyorlar, onun boşluğunda Brainchild'ı çok sevdiler.


Ailecek gözdemiz "The Great British Bake Off"'un 10. ve 9. sezonundan sonra ilk sezonunu izledik ama farklı jüri ve sunucu ile başlamış olduklarını fark edince tekrar 8. sezondan devam ediyoruz. Bu sevimli yarışma, kafamı karanlık düşüncelerden en rahat uzaklaştırabildiğim program olmaya devam ediyor. Çocuklarla bayılarak izlediğimiz diğer bir dizimiz The Dark Crystal da maalesef bitti. Şimdi Anne with an E'yi izlemeye başladık. Arka araya izlediğimiz birbirinden fantastik dizilerden sonra, bir çiftlikte küçük yetim bir kızın başından geçenleri anlatan drama, çocuklara ilk başta biraz temposu düşük geldi, ama 2, 3 bölüm devirdikten sonra "baba lütfen bir bölüm daha" kategorisine geçti. İlk sezonu devirip, ikinciye başladık bile.

Salgın başladığında parklar ve sahil yolu kapanmadan önce, her gün mutlaka çocuklarla dışarı çıkıp, spor yapıyorduk. Ancak parklar kapanıp, çocuklara dışarı çıkma yasağı gelince, bu bizi çok rahatlatan faaliyet rutinimizden çıkmış oldu. Nina disiplinli bir Alman olarak sabahları kalkar kalkmaz aksatmadan esneme hareketlerini yapıyor, ancak evde geriye kalan 2 melez ve şahsım bir türlü kendimizi ikna edemiyoruz. Bunun üzerine yeni girişimlerim oldu. 

Çocuklar küçükken yatakta sürekli güreşirdik, bayılırlardı, özellikle Cem irileşince bu güreşme halleri özellikle Dalya için tehlikeli hale gelmeye başladığından bırakmıştım ama şimdi artık Dalya da güçlendiğinden tekrar güreşmeye başladık, ancak bu sefer de üçümüzün ağırlığından yatak çatırdamaya başladı. Bir de daha küçüklerken onları havaya fırlatır, kafamın üstünden arkaya geçirip sırtımda yakalar, bacaklarımın arasından geçirip döndürürdüm. Çocuklar baba yine lunapark yap diye delirirlerdi. Bunu da denedim ancak Cem'i ayaklarından baş aşağı havaya kaldırmam bile binbir güçlükle mümkün oldu, durumu kurtarmak için, sizi sadece bacaklarınızdan havaya asacağım, boylarınız biraz uzasın dedim. Zaman ne kadar hızlı geçiyor, ne kadar hızlı büyüyorlar.

Bahçemiz çok dar olduğundan, sokağa çıkma yasağı olan günlerde yola çıkıp voleybol ve badminton oynuyoruz, çok iyi geliyor ama eve girince yine kaygılar başıma üşüşüyor. Akşamları çocuklar yataklarına kitap okumaya gidiyorlar. Cem Enid Blyton'ın Adventure serisini bitirdi, başladığı Mysteries serisinin de 12. kitabına geldi. Kitap okurken neredeyse birebir Cem'in izinden giden Dalya da Enid Blyton'un Famous Five serisine başladı. Artık onun da İngilizce kitap Dünya'sına dalmasına çok mutlu oldum.

Çocuklar odalarına çekilince, biz de Nina'yla film ve dizilerimizi izliyoruz. Ancak artık eskisi kadar iyi odaklanamıyorum, aklım sürekli işe gidiyor, bazen bir film ilerlediğinde, film izlediğimin farkında olmadığımın ayırdına varıyorum, aklım çoktan neyi nereye koyup nasıl yapacağımla haşır neşir olmaya dalmış oluyor. İçimden kitap okumak, müzik dinlemek de gelmiyor, mutfağa da giresim yok, bu günceye de yazasım yok. İlk başlarda her gün yazarken, şimdi bu yazıyı yazmam için günlerden beri kendimi ikna etmeye çalışıyorum.

Korona günlüğümün dördüncü bölümü umarım daha iyi haberlerle dolu olacak...

11 Nisan 2020 Cumartesi

Korona Günlüğü - II


Evde dördüncü haftayı tamamlamaya doğru ilerlerken, biraz ümit verici gidişat yerine oldukça ürkütücü bir tablo var ortada. Hele dün gece son saniye açıklanan evden çıkma yasağı üzerine, gece yarısına doğru sokaklara dökülen insanlardaki akıl tutulması, daha uzun haftalar, belki aylar evlerde kapalı kalacağımıza dair net bir resim koydu ortaya. O kalabalıkları gördükleri halde, evlerine dönmek yerine kuyruklarda dip dibe insanların arasına karışıp, virüse kavuşmak için elinden geleni ardına koymayanlar, öldürdüğünü bildiği halde ısrarla sigara içenlerle benzer bir ruh hali içinde olsalar gerek. Sigara içenler çevrelerini yavaş yavaş zehirlerken, evde zulalanmış yiyeceklerle 48 saat geçiremeyeceklerine kanaat getirmiş bu garip güruh, muhtemelen belki kendilerinin, belki çevrelerinden birilerinin birkaç hafta içinde ölümüne sebep olabilecekler.

Neyse akıl sağlığımı korumak için bunları fazla düşünmemeye çalışıyorum. Bu içinde bulunduğumuz adeta gerçeküstü durum bir yana, korona günlüğünün ilk bölümünde not düştüğüm üzere evde geçirdiğimiz günler hiç de fena değil. Çocuklar gerçekten mutlular, hatta bazen biraz fazla mutlu olduklarını düşünüyorum. Evde fazla durmaktan beyinleri sulanmış olabilir, kahkahalara boğuluyorlar, cıvık cıvık esprilerle birbirlerini güldürüp yerlere yuvarlanıyorlar, çıkardıkları seslerle, arada gelen hiperaktif ataklarla biraz sinir bozucu olabiliyorlar. Ama aralarının iyi olması için meğer eve kapanmaları gerekiyormuş, denize düşünce birbirlerine sarıldılar herhalde, hayata düşünce de aynı dayanışmanın gerçekleşeceğini şimdiden görebiliyorum. Tabii arada yine kapışmalar oluyor ama kararında.

Okul dersleri canlı olarak internet üzerinden devam ediyor. Esasında derslerin ne kadar verimsiz olduğunu artık daha net görebiliyorum. Her çocuğun anlatılanı anlama süresi / dikkatini verme kapasitesi farklı ve  hepsinin bir potada eritilmeye çalışılması gerçekten ne kadar anlamlı emin değilim. Kaç on yılda değişir bilemiyorum, ama bu eğitim paradigması eninde sonunda değişecek kanımca. Öğretmenin sınıfta düzeni sağlamaya çalışıp sonra anlattığı ders içeriğini, youtube'da aynı başlıkla aratıp, birkaç dakikalık animasyonlu, renkli, anlaşılabilir videolarla vermek mümkün. Ama mevcut durumda çocukları sınıfta dirsek çürütmeye veya bugünlerde ekran karşısında oturmaya zorlamak durumundayız. Halbuki toplamda derste 10% verim varsa, 90% vakitleri gerçekten atıl geçiyor, o kadar farklı şekillerde kendilerini geliştirme imkanları olabilirdi ki.

Cem'in (ortaokul) ders saatlerini değiştirdiler, 11'de başlıyor ve 15'te bitiyor, bu da ayrı bir akıl tutulması olsa gerek. Normalde 8:30'da başlayan dersler en azından 9:00'da başlayıp öğlen bitebilirdi. Ders saatlerinin nasıl bir mantıkla hazırlandığını anlayamıyorum. Dersler sonrası yapmaları için bir de ödev verdiklerinde günden geriye neredeyse bir şey kalmıyor, herhalde garip bir mantıkla çocukları bütün evde meşgul etmiş oluyorlar. Bu mantık sebebiyle günlerimiz daha da sıkıştı. Ama daha önce tutturduğumuz rutini istikrarlı şekilde devam ettiriyoruz. 

Ödevlerden sonra gitar ve çello çalışıp, dizilerimize geçiyoruz. Her gün Dalya'yla gitar çalışıyor olmama Cem biraz bozuldu, zira ona da çelloya başladığında ben de seninle öğreneyim diye heves edip, hayatın temposunda vakit ayıramamıştım. Ona (Dalya'nın duymayacağı şekilde) gözümün çellonun zor bir enstrüman olmasından (perde bile yok) ne kadar korktuğunu, gitarın ise çok basit bir enstrüman olduğunu söyledim, tatmin olmuş gözüktü, ama eminim ileride başıma kakılacaklar listesine eklenmiştir.

Saat 17:00 civarı başladığımız belgesel kuşağı devam ediyor, Blue Planet 2'den sonra Planet Earth 2'nin de tüm bölümlerini izleyip, daha eski bir yapım olan Blue Planet 1'e başladık. İster denizlerde ister karada, hayvanların büyük kısmında çocukları yetişkin olana kadar yanından ayırmama içgüdüsü bulunuyor. Belki çok eski çağlarda, insanlar da bu şekilde çocuklarını yanlarından hiç ayırmıyorlardı. Şimdi bizimkilerin evde ne kadar mutlu olduklarını görünce, belki de doğalarına uygun olduğundandır diye düşünmeden edemedim.

Belgesel sonrası izlediğimiz The Great British Baking Show'un son yayınlanan 10. sezonunu bitirip, 9. sezonu da yarıladık, gerçekten çok keyif alıyoruz. Her gördüğümüzü hem pişirmek hem de yemek istiyoruz. Hatta Cem programdan aldığı ilhamla şu anda mutfakta, yarın Nina'yla kutlayacakları paskalya için bir şeyler pişiriyor. Mutfağın geleceği hali düşünemiyorum, hayatımda onun kadar sakarını görmedim, Murphy kanunlarının adeta yaşayan canlı kanıtı gibi.

Akşam yemeği sonrası dizi kuşağımızda izlediğimiz His Dark Materials'ı çok beğenerek bitirdik. Dalya ilk bölümlerde okumaya başladığı, dizinin uyarlandığı ilk kitapta, dizinin önüne geçip bizi sürpriz bozanlara boğamadığı için biraz hayal kırıklığı yaşadı ama neyse ki şevki kırılmadı, ilk kitabı okumaya devam ediyor. Yeni dizi olarak da The Dark Crystal'a başladık. Kuklalarla çekilmiş, müthiş bir görselliği olan fantastik bir Dünya'da geçiyor. Daha ilk bölümden "bir bölüm daha" tezahüratları yükselmeye başladı.

Yarın sabah, haftalar öncesinden evdeki bütün yumurtaların içini boşaltıp, (evde olmadığımız akşamlardan birinde fırsattan istifade, evet hatırlar gibiyim, evde olmayabildiğimiz zamanlar da varmış) kabuklarını rengarenk boyayarak hazırladıkları paskalya yumurtalarını evde saklayıp, sonra arayacaklar. Hatta bunun için evin planını çıkarıp, saklama noktalarını da ayrı ayrı belirlemişler. Bu kutlamaların ödevler tamamlanmadan gerçekleşemeyeceğini bildirdiğimde tabii biraz direnişle karşılandım, ama uzun pazarlıklar sonucunda ödevlerin bir kısmı bugün tamamlandı, kalan da yarın tüm yumurtalar bulunduktan sonra yapılacakmış, inanmış gibi yaptım.

2 Nisan 2020 Perşembe

Korona Günlüğü - I



Malum korona günlerimiz, aradan geçen iki haftanın üzerine sonlanmak bir yana, daha da uzayacak gibi gözüküyor. Günlerimiz artık bir rutine oturdu, sağlık, gelecek ve geçinme kaygılarımızı bir yana bırakırsak, dört duvar arasında kapalı olmamıza rağmen, esasında hiç de fena geçmiyor. Yıllar sonra hatırlamak üzere notlar düşmek istiyorum.

Sabah kahvaltısından sonra saat 10:00 hem çocuklar, hem de Nina online derslere giriyorlar. Ben teknik destek elemanı olarak bağlantıları sağlıyor, çıkan sorunları gideriyor, ve çocukların teneffüslerden derslere dönmelerini takip ediyorum, fırsat buldukça müzik dinleyip, bir şeyler okuyorum. Öğlen dersler bitince yemek yenip ödevler yapılıyor. Sonrasında önceleri hep parka gidiyorduk, voleybol ve badminton oynuyorduk. Çocuklar arada bisiklet, paten ve kay-kay sürüyorlardı. İlk haftanın sonunda parklar da kapatılınca, haberler de kötüleşince, biz de tamamen eve kapanmaya karar verdik. Hareket imkanı kısılınca beslenme şeklimiz konusunda sıkıyönetim ilan ettik. Ara öğünler kaldırıldı, tatlı ve ekmek karneye bağlandı. Bu durum zaten dal gibi olan Dalya'nın umurunda olmadı, ama Cem çok acı çekiyor, arada tilki gibi çaktırmadan dalıp mutfaktan bir şeyler aşırıyor. 

Öğleden sonra yarımşar saat Dalya gitar ve Cem çello çalışıyor. İnternette Fender'in online dersleri ücretsiz sunduğuna dair haberleri okuyunca hemen üye oldum. Hatta Groundhog Day'de her gün aynı günü tekrar yaşayan Bill Murray'in, fark yaratmak için piyano derslerine başlamasını kendime örnek alarak, Dalya'yla beraber ben de gitar öğrenmeye başladım. Her gün birlikte Fender'in derslerini takip ediyoruz. Cem'in ise gerçekten müthiş bir çello öğretmeni var, dersleri whatsapp'tan birbirlerine video göndererek devam ettiriyorlar. Ona piyanoda eşlik etmek için uzun bir ara verdiğim piyanoya da dönmek istiyorum, ancak tüm notalarım ofiste, bu kadar uzun süre eve kapanacağımızı tahmin edemediğimden, eve getirmeyi akıl edemedim, bir ara evden kaçıp notalarımı almaya ofise gitmem lazım.

Sonrasında saat 17:00'a kadar kendi uğraşlarına gömülüyorlar, ilk günlerde meşguliyetleri lego ağırlıklıydı, evin her tarafını salgın gibi legolar kapladı, sonra biraz sıkıldılar, şimdilerde Cem sürekli projeler üretiyor, önce yünlerle kuş heykelleri yapıyordu, şu aralar renkli boncuklarla hayvanlar dizip ütüleyerek, kendine bir nevi hayvanat bahçesi oluşturuyor. Elinde cımbız, minnacık boncukları büyük bir sabırla yerleştiriyor. Hatta bu yazıyı yazarken de gelip son yaptığı civcivi gösterdi. Dün gece Dalya'yla birlikte gece yarısına kadar koyu bir muhabbet eşliğinde büyük planlar çizdiler, kağıtlar kesip, heyecanla bir şeyler üretip durdular, yatağa zor gönderdik.

Saat 17:00 olunca yeni rutinimiz belgesel kuşağı başlıyor. Önce David Attenborough'un muhteşem Blue Planet II (2016)'sini izledik. Dalya başta biraz direndi, belgesellere Cem kadar ilgili değil, ama bölümler ilerledikçe direnci azaldı. Gerçekten inanılmaz bir yapımdı, ben de ağzım açık izledim, okyanus ve denizlerdeki yaşamı bu kadar etkileyici görüntüler ve hikayelerle izlemek çok çarpıcıydı. Dün son bölümü gözlerimize çektikten sonra bugün Planet Earth II (2016)'yi izlemeye başlayacağız.

Belgesel kuşağı bitince dördümüzün de bayıldığı yeni bir kuşağımız var; The Great British Bake Off. Büyük Britanya'da yayınlanan bir tatlı pişirme yarışması. Sonuncu sezondan (10. sezon) başladık ve finale yaklaşmış durumdayız. Gerçekten inanılmaz keyifli geçiyor. Dalya'yı öncesinde belgeseli izlemeye de bu şekilde ikna edebildim. Belgeseli izlemeyen Bake Off'u da izleyemiyor. Birbirinden leziz pastaları, kurabiyeleri, çeşit çeşit tatlıların yapımını izledikten sonra midelerimiz zil çalar şekilde akşam yemeğine oturuyoruz. 

Yemekten sonra çocuklarla benim dizi izlediğim, Nina'nın kitap okumaya çekildiği bir saatimiz var. Bu yeni bir uygulama değil, çocuklar dizi izleyebilecek yaşa geldiklerinden beri var. Beraber izlediğimiz film ve dizilere ayrı bir yazıda değinmeyi planlıyorum. Korona günlerine "Avatar, The Last Airbender"'ın 3. sezonunun ortasında girmiştik. Öncelikle onu bitirdik. Gerçekten tek kelimeyle muhteşem bir diziydi, çocuklar bayıldılar. Bu günlerde His Dark Materials izliyoruz, sezonun ortasını geçtik, çocuklar kendilerini hemen kaptırdılar, yeni bölümü iple çekiyorlar. Dizi rutinimizin ön koşulu dişlerin fırçalanması, arka koşulu ikiletmeden yatağa giderek kitap okunması süregeldiği şekilde uygulanmaya devam ediyor.

Ön koşulu hala her gün hatırlatmak zorunda kalsam da, arka koşulu zaten gönüllü yapıyorlar. Yıllardır her akşam mutlaka kitap okuyorlar. Dalya bir saat kadar okuyor, Cem'in ışığını gece yarısında zorla kapatıyoruz. Dün akşam kendilerini Cem'in ürettiği hayvanlar için hazırladıkları yerleşkeyi planlamaya kaptırdıklarında, o kadar keyifliydiler ki müdahale etmedim, saat gece yarısına gelip, yatma vaktinin geldiğini söylediğimde, Cem o zaman kitap okuyacağım dedi, saat geç olduğundan kitap okuyamayacağına ikna etmem gerekti. Okudukları kitaplarla ilgili de ayrı bir yazı hazırlamak istiyorum, belki büyüdüklerinde hatırlamak isterler. Bu aralar Cem, Enid Blyton'un yazdığı tüm serileri arka arkaya ingilizce okuyor, takip edebildiğim kadarıyla şimdi Adventure serisinde. Dalya en son Harry Potter'lara başlamıştı, ilk kitabı bitirmiş, ikinci kitabı okuyordu, ama His Dark Materials dizisini çok sevdiğinden, Harry Potter'a ara verip, dizinin uyarlandığı kitap serisine başladı, ilk kitap Kuzey Işıkları'nı okuyor.

Salgın ilerlediğinde, çocuklarla eve kapanma fikri tam bir kabus iken, kabul etmeliyim ki, günler hiç de fena geçmiyor. Çocukların kavgaları çok azaldı, tabii hala arada kavgalar çıkıyor, ama yine de beni şaşırtacak kadar iyi anlaşıyorlar. Onlara yıllardır, şu anda her ne kadar öyle hissetmeseler de, büyüdüklerinde birbirlerinin en iyi arkadaşları ve destekçileri olacaklarını söylüyorum, salgın eğer uzun sürerse, belki de o kadar uzun beklemeleri de gerekmeyecek. Yetişkin olduklarında, belki bu satırları okuma imkanları olursa inkar edecekler, biz zaten hep iyi anlaşıyorduk diyecekler, ama kanıtlar bu notlarda.

Günler o kadar dolu geçiyor ki, bir kere bile tablet veya bilgisayarda oyun oynayabilir miyiz demediler, teknolojik cihazlar sadece dersler için kullanılıyor. Günler yine de dolu dolu geçiyor ve o (özellikle Dalya tarafında) "sıkılıyorum" nidalarına şimdilik uzağız. Her gün trafikte geçirdiğim ortalama 2-3 saatin cebime kar kalması bile daha huzurlu bir hayat yaşamamı sağlıyor. Daha önce not düşmüş müydüm, hatırlamıyorum ama çocuk yetiştirmek gerçekten de, bin türlü başka işin yanı sıra yapılabilecek bir iş değil kanımca, tam zaman ayırabilmek gerekiyor. Kendi adıma o zamanı hiç istediğim şekilde ayıramadığımdan kendimi hep bir şekilde eksik hissediyorum. Gelecek ve geçinme kaygısı olmasa, bu dönem gerçekten de yapmak istediklerim için büyük bir fırsat olabilir. Onlara ayırabildiğim zaman kadar, kendime de zaman ayırabiliyorum. Bir de salgın sonrası nasıl bir Dünya'ya dönüş yapacağımız, madden bir daha belimizi doğrulatabilecek miyiz belirsizlikleri, çocukların okul ücretlerini nasıl ödeyeceğiz gibi Dünyevi sorunlar beynimin kıvrımlarında fink atıyor olmasa...