İstanbul bienali bu sene 3 farklı mekan/muhitte gerçekleşiyor. Biz de 3 Pazar arka arkaya bienali ziyaret ettik. İlk ziyaretimiz, daha önceki bir yazımda bahsettiğim üzere Pera Müzesi'ndeki kısıma idi, ve eserlerin, bienalin ana temasına (bize göre) fazla dolaylı yaklaşımı, bizi hayal kırıklığına uğratmıştı. İkinci Pazar'ımızda tekrar bienale motive olabilmemizi, bienal mekanlarının Büyükada'da olması sağladı. Bienal bizi tatmin etmese de daha önce hiç görmediğimiz veya sadece önünden geçebildiğimiz mekanlara, köşklere girebilecektik. Olası bir erken direnişi engellemek adına da çocuklara adaya varana kadar bienale gittiğimizi de söylemedim.
Güneşli bir pazar sabahı erkenden adaya keyifle ayak bastık. İlk olarak sahilde, iskelenin hemen biraz ilerisindeki yerleştirmeyi gördükten sonra merdivenlerden çıkarak normalde sadece üyelerin girebildiği Anadolu Kulübüne giriş yaptık. Mekan eserlerden daha çok ilgimizi çekmiş olsa da, eski denizbilimcilerin kitaplarından, Marmara Denizi'nde bir zamanlar ne tür canlıların, hatta fok balıklarının bile yaşadığını öğrenmiş olduk. Üçüncü durağımız Hacopulo köşkü oldu. Köşk maalesef oldukça harabe bir durumda olduğundan, yerleştirme içerisinde değil ön bahçesindeydi. Yine de kapıdaki camlara gözlerimizi dayayıp, içerisinin bir zamanlarki ihtişamını zihnimizde canlandırmaya çabaladık. Dördüncü durağımız büyüleyici Mizzi Köşkü'ne geldiğimizde çocukların sabrı yavaş yavaş tükenmeye ve bu sabırsızlık her zaman olduğu üzere "açıııız" nidalarıyla tezahür etmeye başlamıştı. İtiraf etmeliyim, köşkün içinde gösterilen yazar James Baldwin'in İstanbul günlerine dair bir belgesel gördüğümde çok heyecanlanıp baştan sona seyretmeye karar vermem de işleri kolaylaştırmadı. Baldwin'in Sonny's Blues'unu lise yıllarında okuyup, Baldwin üzerinden ırkçılığı anlatan müthiş "I am not your Negro" belgeselinden sonra bir kez daha okumuştum. İstanbul'a gelmiş olduğunu Gülriz Sururi ve Engin Cezzar'la meşhur elele fotoğrafından biliyordum, ama meğer Sedat Pakay 1970 yılında ona eşlik edip bir belgesel çekmiş. Her ne kadar James Baldwin'in İstanbul'da bulunuşunun yedinci kıtayla bağlantısını kuramasam da, hoş bir keşif oldu.
Beşinci ve son durağımız Taş Mektep için oldukça uzun ve dik bir yokuş çıkmamız gerekti, ama buna değdi, bu seneki bienalde ilk etkilendiğim eserle karşılaştım. Hale Tenger, sadece iskeleti kalmış olan Taş Mektep'in bahçesinde bulunan çok ihtişamlı bir ağacın dilinden bize çok etkileyici bir şiir fısıldatıyordu.
Taş Mektep'in bulunduğu tepeden ana caddeye dönmeyip, arka sokaklardan merkeze doğru inmeye başladık, hatta huzur dolu sokaklardan, güzel evlerden gözlerimi alamayıp, merkezi de ıskalayarak adanın diğer yakasına doğru devam etmişim, ve tabii çocuklar sonunda tamamen arızaya bağladılar. Merkeze döndüğümüzde öyle baş döndürücü bir kalabalık vardı ki, dondurmayla çocukları kandırıp saati gelmiş vapura kendimizi zor attık. Bienalin son yıllarda şehre dağılıyor olması, bir yandan yeni mekanlar keşfetmek adına keyifli ama kendimi tek mekanda gerçekleştiği zamanlarda sanatsal olarak daha çok etkilendiğimi düşünmekten alamadım. Mesela Antreponun o çiğ atmosferinde baş kaldıran eserler daha bir vurucuydu sanki.
Üçüncü Pazar bienal için evden erken çıkmaya çalışmam, çocukların ciddi derecede ayak sürümesiyle başarısızlığa uğradı, her Pazar bienale gitmekten bunalmışlardı, hatta Cem "bütün hafta çalışıyorum, bir Pazar rahat vermiyorsun" dahi dedi. Sanatsal beslenmenin önemine dair verdiğim birkaç yüzüncü söylevimi, büyüdükleri zaman bize teşekkür edeceklerine dair vaatlerimi, İstanbul'daki favori hamburgercimiz Black Angus ve dondurma sözleriyle birleştirince, zar zor 11 gibi evden çıkabildik. Yenilenmiş, ancak henüz açılmamış olan Resim ve Heykel Müzesi bienalde son durağımız idi. Mekan gerçekten çok güzel olmuş, inşası devam eden Galataport'un ve yenilenen İstanbul Modern'in yanında sevilen bir uğrak noktası olacağı kesin. Bir diğer komşusu (yıkılmış olan) antrepoların mimarisinde olması da bir önceki hafta bienal özlemimi gidermeye dair bir umut doğurdu. Hayal kırıklığına da uğramadım, eserler gerçekten ekolojiye dair olabildiğince dolaysız ve etkileyiciydiler. Tabii metinleri okumak kritikti, her ne kadar eserler Cem'in ilgisini çekse de Dalya henüz 8 yaşının sabırsızlığıyla hızlı ilerlemek istedi ve çok da ilgilenmedi eserlerle. 4 kattan oluşan serginin ilk iki katını olabildiğince verimli gezebildik, ancak üçüncü kata geldiğimiz Cem "acıkmıştı". Evden erken bu yüzden çıkmak istemiştim, çünkü Cem "acıkınca" akan sular duruyor. 3 ve 4. katları neredeyse koşarak geçtikten sonra bir bienal maceramız daha sonlanmış oldu. Bakalım bu ziyaretler gelecek yıllarda nasıl evrilecek, Cem ergenliğe girdiğinde (çoktan girmiş gibi hissediyorum ya neyse) bizimle "takılma"yı tamamen bırakacak mı zaman gösterecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder