Uzun yıllar sonra (20 yılı geçti) Ankara'yı tekrar ziyarete gelebildim. Biraz son saniye olduğu için Ankara'daki etkinliklerle ilgili organize olamadım. Nitekim hep izlemeyi arzu ettiğim Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın şehre geldiğim cuma akşamı biletleri tükenmişti, hem de solist Hüseyin Sermet idi ve gerçekten de kaçırdığıma üzüldüm. Teselli olarak hemen Bilkent Senfoni Orkestra'nın biletlerine baktım (internete bir kez daha şükrettim) belki de Hüseyin Sermet'in etkisiyle Ankaralı klasik müzikseverler CSO'yu tercih etmiş, yani bilet bulabildim, hem de üçüncü sıradan. Ankara'ya son geldiğimde Bilkent üniversitesi var mıydı bilemiyorum ama bugünkü gelişmiş haliyle bir yerleşim birimi kesinlikle yoktu. Ankaralı olmayanlar için hemen belirteyim, BSO konserlerinden 1 saat önce ve konser sonrası Sıhhiye'den ücretsiz servis var ve ulaşım çok kolay.
Bilkent Senfoni Orkestrası'nı en son uzun yıllar önce yanlış hatırlamıyorsam İstanbul Müzik festivali kapsamında izlemiştim. Suna Kan, Saint-Saens'ın çok sevdiğim 'Introduction of Rondo et Capriciosso"'nu seslendirmişti.
Bu sefer orkestrayı kendi evinde izleme şansına sahip olacaktım, ancak konser salonuna girdiğimde ciddi bir hayalkırıklığı yaşadım ve niye üçüncü sıradan yer bulabildiğimi anladım. Parter sıfır eğimli, yani dümdüz, sahne ise yüksek bir platform üzerinde. Oturduğum yerden sadece önümdeki kemanları işleyen kolları, solistleri ve çaprazdan viyolonselleri görebildim. Nefesli ve vurmalı çalgıların, viyolaların gözükmesi mümkün değildi, ayaktaki kontrabasların da sadece başları görünebiliyordu. Üzüntüm sadece kısıtlı görüntüyle sınırlı kalmadı, daha tiz enstrümanlar daha pes enstrümanları bastırmaya meyilli olduklarından, hemen önümdeki keman ordusu, orkestranın geriye kalanını adil bir şekilde işitmemi istemeden engellemiş oldu. Buna bir de, sadece sahneyi aydınlatan bir ışıklandırma sistemi olmadığından, salonun tamamını aydınlatan çok kuvvetli bir ışık altında oturuyor olmamız eklendi. Çevredeki tüm seyircilerin en ufak devinimleri bu kadar güçlü bir ışık altında ciddi bir şekilde dikkat dağıtabiliyor. Bu salonda konser dinlemeyi düşünecekler için mutlaka balkonu tavsiye ederim. Orkestrasının arkasındaki balkon kısmı da ilginç olabilir. Berlin filarmonide de orkestra izleyicilerin ortasında kalır, orkestra arkasından dinlemek değişik bir deneyimdir, önünüzde orkestranın yanısıra tüm salonu görürsünüz, en büyük dezavantajı solistlerin size sırtı dönük olmasıdır, ama şefle yüzyüzesinizdir. Yanlız vokal varsa dikkat etmek gerek, bir keresinde Berlin Filarmonide Barbara Hendricks'i orkestra arkasından dinleme hatasında bulunmuştuk, sadece selam verirken yüzünü bize dönmüştü, ve o muhteşem sesinden de akustik olarak tam randıman alamamıştık.
Bu kadar söylendikten sonra artık konserle ilgili de bir kaç kelimeyi yan yana getirmeye uğraşayım. Esasında programı gördüğümde ilk yarının benim için zorlu geçeceğini sezmiştim, çünkü 20. yüzyıldan modern besteler vardı. Bu atonal müziği anlamakta zorluk çektiğime bir hayli üzülüyorum ama elimden bir şey de gelmiyor. Rock sevip heavy metal sevemediğim ve cazı çok sevip aşırı modern cazda tüylerimin diken diken olması gibi klasik müzikte de özellikle barok ve romantik döneme bayılıp, modern eserlerden hiçbir keyif alamıyorum. Sanki eski akımlarda o dönemlerin dinginliği, huzuru, romantizmi müziğe yansırken, 20. yüzyılın bütün huzursuzluğu, karamsarlığı, hızlı tüketimi, temposu inanılmaz artmış hayatları müziğine yansıyor. Tam "işte galiba şimdi melodiye benzer bir tını duyabilicem" derken, hemen bıçak gibi diğer bir enstrümanın buna isyanını duyuyoruz, söze sıralı sırasız bir sürü başka enstrüman daha karışıyor, çık çıkabilirsen işin içinden. Mutlaka 20. yüzyıldan da beğendiğim müzikler var, mesela Stravinsky ve Schönberg'in bazı eserleri veya Fritz Kreisler gibi, ama çok sınırlı. Ne zaman bir senfoni konserinin programında 20. yüzyılda yazılmış bir eser görsem, içimden küçük bir eyvah diyorum, bir yandan da belki bu sefer ucundan bir şeyler anlayabilecek olgunluğa ermişimdir diye ümitleniyorum.
Konserin ilk bölümünde Gürer Aykal yönetiminde, 4 Yunanlı sanatçıdan oluşan "New Hellenic Quartet"ten Bohuslav Martinu'nun "Kuartet ve Orkestra için Konçerto"sunu ve Adnan Saygun'dan "Yaylı Çalgılar Kuarteti No.3"ü dinledik. Konserin bu birinci bölümünün benim için en güzel kısmı bis için geri gelen kuartetin icra ettiği, bestecisini bilemediğim kısa Yunan dansı oldu.
Senfoni konserlerinde, şefler programlarına modern eserler aldıklarında, neyseki mutlaka bunu dengeleyecek bir ikinci bölüm hazırlıyorlar. İkinci bölümde dinlediğimiz Brahms'ın 4 no'lu senfonisinden, oturduğum yerin talihsizliklerine rağmen büyük keyif aldım.
Konser salonunun kampüs içinde olması, ilk defa bu kadar genç bir seyirciyle dolmuş bir salon görmemi sağladı. Bu genç seyirci aynı zamanda bölüm aralarında alkışlanmayacağını bilecek kadar bilgili ve mutlaka öksürülmesi gerekiyorsa, nefeslerini tutup bölüm aralarını bekleyecek kadar da nezaket sahibi. Sanırım bu bilinçte büyük maestro Gürer Aykal'ın karizmatik yapısı çok etkili, maestro orkstrasına hakim olduğu kadar seyircisine de hakim.
Ankara'ya bir dahaki gelişimde çok daha hazırlıklı olup, mutlaka haftalar öncesinden CSO bileti edineceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder