Fatih Akın'ın ilk uzun metrajlı filmi "Kurz und Schmerzlos (1998)" (Kısa ve Acımasız)'ı Almanya'da okuduğum yıllarda izlemiş ve çok beğenmiştim. Almanya'da yaşayan yabancı kökenli gençlerin hayatına biri Türk, biri Yunan, biri Sırp üç yakın arkadaşın gözünden bakan çok samimi bir filmdi.
İkinci filmi "Juli (2000)"'yi Kreuzberg'de bir açık hava sinemasında şezlonglara uzanarak büyük bir keyifle izlediğimizi hatırlıyorum. Almanya'nın en ünlü ve en iyi oyuncularından Moritz Bleibtreu'un canlandırdığı öğretmen karakterinin, aşık olduğu bir Türk genç kızın peşinden arabasına atlayıp gitmeye çalıştığı İstanbul'a kadarki maceralı yolculuğu çok esprili ve dinamik bir dille anlatılıyordu.
İlk iki filmini kendi yazıp yöneten Akın, özellikle "Juli" ile başarıyı yakalayınca anlaşılan teklifler almaya başladı, ve kendi yazmadığı bir film olan "Solino"yu 2002'de yönetti. Bu filmin İstanbul Film Festivalindeki gösterimi için altyazılarını çeviren talihsiz de bendim, halbuki Fatih Akın ismini duyar duymaz filmin üstüne atlamıştım. Talihsizlik diyorum, çünkü çok ama çok kötü bir filmin defalarca her sahnesini tekrar tekrar izlemek zorunda kaldım. Bir daha Fatih Akın filmi izlemeye tövbe etmişken filmin Emek Sineması'ndaki (LÜTFEN EMEK SİNEMASI TARİHE KARIŞMASIN!!!!) gösterimine katılan Akın gönlümü almasını bildi. Gösteri sonrası gelen yalaka yorumlara ve sorulara ramen Fatih Akın filmden memnun olmadığını, prodüktörlerin müdahalesine mahkum olan bir filmi, bir daha çekmek istemediğini nazik ve üstü kapalı şekilde beyan etti. Kendi istediği şekilde, düşük bütçeli bağımsız bir aşk hikayesini de çekmeye başladığını belirtti.
Bahsi geçen film 2004'de sinemalara gelen "Gegen die Wand (Duvara Karşı)" idi. Sibel Kekili ve Birol Ünel'in çok şey kattıkları bu film Akın'ın kendi tarzına geri dönüşünün başarılı bir ispatıydı. Her ne kadar filmi başından sonuna dengeli taşıyamamış da olsa, özellikle hikaye İstanbul'a geçtikten sonra film temposunda, tonunda tutarsızlıklar ve kırılmalar da olsa, filmin tılsımı Cannes Film Festivali'nden de çok büyük bir başarıyla dönmesini sağladı.
Bu filmleri 2005 yılında çok beğendiğim bir belgesel takip etti "Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul". İstanbul'un dört bir yanından farklı türlerde müzikler yapan sanatçıları bir araya getiren bu belgeselin çıkış noktası, "Duvara Karşı"nın müziklerini yapan Alexander Hacke'nin araştırma yapmak için İstanbul'a gelmiş olması.
2007'de Fatih Akın yine kendi yazdığı bir filmi yönetti; "Auf der Anderen Seite" (Yaşamın Kıyısında). "Duvara Karşı"da beni biraz rahatsız eden tek bir hikayenin yönetsel açıdan olmamış bütünlüğü, "Yaşamın Kıyısında"'da farklı hikayeler anlatılnaya kalkışılınca daha da büyük bir sorun haline geliyor. Film kanaatimce fazla dağınık ve Akın yönetmen olarak filme hakim değil. Senaryoda gereksiz ve bana zorlama gelen ögeler, çok da parlak olmayan oyunculuklarla birleşince, film benim için bir hayal kırıklığı olarak kaldı.
Bir yerlerde 2009 yapımı "Soul Kitchen"'ın senaryosunun daha önceden hazır olduğu, ancak fazla iddiasız bir malzeme olması itibariyle, "Duvara karşı"nın Cannes'daki başarısının hemen akabinde çekilecek bir film olmadığı kanaatinin ağır bastığını ve ertelendiğini okumuştum. Akın'ın oyuncusu ve yakın arkadaşı Adam Bousdoukos'un Hamburg'da gerçekten de sahip olmuş olduğu bir restorandan esinlenerek yazılan senaryonun daha çok o günlerin hatırına yapılıyor olması itibariyle, başarı baskısından uzak olma arzusu ağır basmış anlaşılan. Film izlenince de bu daha net anlaşılıyor, bir on sene önce çekilmiş olan "Kısa ve Acısız"a tarz olarak benzemekle birlikte o filmin bir hayli gerisinde kalıyor, ancak gerçekten de rahat, tasasız, ve iddiasız yapıldığı seziliyor, beklentisiz izlendiğinde de bu mütevaziliği ve sadeliği hanesine artı puan olarak yazılabiliyor.
Akın'ın "Yaşamın Kıyısında"'ki gibi zorlama hikayelerle göz boyamaya çalışmasındansa, sade ama samimi filmler yapmaya devam etmesi dileğiyle...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder