30 Nisan 2012 Pazartesi

Javier Fuentes-León ve Undertow (2009)

Arjantin ve Uruguay'dan sonra bu sefer de Peru'da bir sahil kasabasında geçen bir hikayeden bahsedelim. Yine muhafazakar bir ortam, zaten sanırım eçcinsellik söz konusu olunca muhazakar olmayan ortam yeryüzünde pek bulunmuyor. Kasabaya gelen bir yabancıyla, yörenin yerlilerinden bir aile babasının yakınlaşması söz konusu. Filmin temelindeki gerçeküstü ögeden bahsedebilmek için Dikkat İspiyon! vermek gerekiyor. Normal hayatta her şeyi gizli saklı tutmaları gerektiğinden ilişkilerini istedikleri gibi yaşayamayan ikiliden biri bir kazada ölüp, cesedi yörenin geleneklerine göre gömülmediğinden öbür dünyaya göçemiyor, ve sadece diğerinin görebildiği bir hayalet olarak kalıyor. Ancak bu şekilde gözlerden uzak birlikte olabiliyorlar. Yani onları ancak ölüm kavuşturuyor, ama bunun da bambaşka sıkıntıları ortaya çıkıyor. Filmin ritminde ve işlenişinde bir takım hamlıklar var, her şey olabildiğince rahat akmıyor ama yine de izlenebilir bir yapım.

29 Nisan 2012 Pazar

Enrique Buchichio ve El cuarto de Leo (2009)

"Leo'nun odası" kız arkadaşıyla olan ilişkisi pek parlak gitmeyen bir delikanlının eşcinsel/biseksüel yanını keşfetmeye başlamasıyla kafasının çok fena şekilde karışmasını anlatıyor. Sudan çıkmış balığa dönen çekingen yapıdaki Leo bir yandan internet aracılığıyla ayarladığı anonim randevulara gidiyor, diğer yandan bir türlü açılamadığı terapistine ve birileri fark edecek diye de sürekli panik halde. Bu esnada küçükken aşık olduğu bir kızla karşılaşıyor, ve ciddi bir depresyonda olan bu kızla da yakın bir arkadaşlık kuruyor. Yönetmen, toplum genelinde kabul görmeyen cinsel kimliğini kabullenmeye çalışanlarda hasıl olabilecek kafa karışıklığının resmini Leo ile inandırıcı bir şekilde çekmeyi başarmış. Uruguay'da geçen filmin sonu biraz kopuk ve tam çözülmemiş bitiyor, bu da filmin tek ciddi zaafı, haricinde kaliteli bir bağımsız yapım.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Haim Tabakman ve Eyes Wide Open (2009)

Kudüs'ün en muhafazakar kesiminin yaşadığı ortodoks mahallesinde aile babası bir kasabın yanına aldığı genç çırağıyla yakınlaşması, onun tüm Dünya'sını alt üst eder. Zira kendisi de çok dindar olan kişi inandığı her şeyi sorgulamak zorunda kalır ve çok büyük de bir mahalle baskısına maruz kalır. Esasında bu hikaye aynı şekilde Dünya'nın her hangi bir muhafazakar mahallesinde anlatılabilirdi, hatta olaylar çok daha vahim bir hal de alabilirdi. Ama Haim Tabakman bu ilk uzun metrajlı filminde her türlü sansasyondan uzak durarak, hikayesini çok yalın ve yargıları başarıyla sorgulatarak ele almayı tercih ediyor.

27 Nisan 2012 Cuma

Benjamin Cantu ve Stadt Land Fluss (2011)

"Plan B" zaten oldukça sakin ve sessiz bir filmdi, ama ondan daha da sakini neredeyse sessiz filme yaklaşan versiyonu "Stadt Land Fluss" müthiş bir sinematografi eşliğinde, Almanya'daki bir çiftlikte stajyer olan iki genç oğlanın yakınlaşmalarını, ancak bunu kavramakta ve kabullenmekte zorlanmalarını anlatıyor. Başroldeki ikilinin dışındakilerin tamamı o çiftlikte gerçekten çalışan amatör oyuncularmış, bu da filmin belgesele yaklaşan doğallığını oldukça güçlendiriyor. Film, türünün en sade en minimalist örneklerinden.

26 Nisan 2012 Perşembe

Marco Berger ve Plan B (2009)

Gökkuşağı filmlerinden bahsetmeye karar verince fark ettim ki, dilimizde ciddi bir de terminoloji eksikliği var. Küfür açısından bir sıkıntı yaşanmasa da bir "gay" veya "straight" kelimelerinin Türkçe karşılıkları bildiğim kadarıyla yok. İnsana homo sapiens demediğimize göre homoseksüel ve heteroseksüel de fazlaca bilimsel terimler. Eşcinsel ve eşcinsel olmayan diye anlatmak da fazlaca dolaylı. Tabii eşcinselliğin ülkemizde halen bir tabu olmasından dolayı olumlu algılanacak türkçe tabirlerin gelişmemiş olması da çok şaşırtıcı değil.
Filme gelirsek, "straight" kahramanımız kız arkadaşı tarafından terk edilince, kız arkadaşının kendisinden sonra edindiği yeni erkek arkadaşıyla arasını bozmak için planlar yapmaya başlar, ve sonunda B planını devreye sokmaya karar verir, o da yeni "straight" erkek arkadaşı baştan çıkarmaktır. Kurdukları arkadaşlık, sıkı bir dostluğa dönüşünce zamanla iki erkeğin de kafası karışmaya başlar.
Buenos Aires'de sade bir atmosferde geçen film, minimum diyalogla çok fazla duyguyu aktarmayı başarıyor. Başroldeki ikilinin de çok iyi oyunculuklarıyla taçlanan etkileyici ve özgün bir bağımsız yapım. 

25 Nisan 2012 Çarşamba

Céline Sciamma ve Tomboy (2011)

"Boys Don't Cry"'ın, gerçek bir hikayeden yola çıkmasının da verdiği güçle çığlık çığlıklığa seyircinin karın boşluğunu yumruklayarak anlattığı hikaye, "Tomboy"'da çok sessiz ve sade bir şekilde ele alınıyor. 10 yaşındaki kız çocuğu Laure, yeni taşındığı mahallede kendini yeni arkadaşlarına Michael olarak tanıtıyor. Yaşı itibariyle konu henüz cinsellik ağırlıklı değil, ama daha bu yaşında kendini bir erkek çocuğu gibi görüyor, erkek çocuklarıyla rekabet ediyor, onlarla futbol oynuyor. Filmde görebildiğimiz kadarıyla "normal" ve sevgi dolu bir ebeveyne sahip olan kız çocuğun cinsel kimliği, genelde iddia edilebildiği üzere travmalarla oluşmamış olsa gerek, dolayısıyla filmin anlattıkları cinsel kimliklerin doğuştan geldiği savını destekliyor ve daha bu yaşta bir çocuğun sosyal ortamda yaşadığı sıkıntıları gözler önüne seriyor.
Başroldeki kız çocuk gerçekten de çok doğal ve başarılı, ama bu yaşta bir çocuğa böyle bir rol bu kadar inandırıcı bir şekilde nasıl oynatılabilmiş diye düşünüyor insan.

24 Nisan 2012 Salı

Kimberly Peirce ve Boys Don't Cry (1999)

Kimberly Peirce, kendini erkek olarak gören genç kız Brandon Teena'nın gerçek hikayesini çarpıcı bir dille anlatıyor. Hillary Swank, Brandon rolüyle Oscar'ı gerçekten hak ederek almış, zira ortalıkta erkek kimliğiyle dolaşan, kadınları baştan çıkaran bir genç kızı çok inandırıcı bir şekilde canlandırıyor. Kendisini tanımasak bu rolü bir kız mı yoksa bir erkek mi canlandırıyor diye şüpheye düşürebilecek kadar başarılı. Diğer rollerde de Chloe Sevigny ve Peter Sarsgaard başarılılar ama (Dikkat yazının devamı hafif ispiyon içerir) filmde tek ikna olmakta zorlandığım kısım, Brandon'ın gerçek kimliği ortaya çıktığında çevresindekilerin özellikle de Sarsgaard'ın geçirdiği dönüşümdü. Öncesiyle sonrasının kontrastı mutlaka filmin vermek istediği mesajın altını çok güçlü bir şekilde çiziyordu, ama bir uçtan öbür uca giderken inandırıcı olabilmek sinemanın en zor kısımlarından biri olsa gerek, ve ben tam ikna olmadım.
Yine de bu, filmin gücünden ve ele aldığı konunun özgünlüğünden çok fazla bir şey eksiltmiş değil. Sinemada transseksüel erkek filmlerine rastlanabiliyor, mesela aklıma en beğendiklerimden (türü çok farklı olsa da) "Hedwig and the Angry Inch" (2001) geliyor. Çok geniş kitlelere ulaşan transvestit hikayeleri "The Adventures of Priscilla, Queen of the Desert" (1994) ve "To Wong Foo Thanks for Everything, Julie Newmar" (1995) da mevcut. Şüphesiz bu liste uzatılıp gidebilir ama kadın vücuduna hapsolmuş erkek hikayesi ben pek hatırlamıyorum.
Çok ses getirmiş bu cesur filme imza atmış olan Kimberly Peirce aradan geçen 13 yılda sadece tek bir başka film yapmış. Madem konumuz cinsiyetler, şu soruyu da sormak gerek, bu filmi bir erkek çekmiş olsaydı, arkasından yeni filmler iplik söküğü gibi gelmez miydi? Film endüstrisindeki erkek hegemonyasının sonu ne zaman gelecek?

23 Nisan 2012 Pazartesi

Andrew Haigh ve Weekend (2011)

Richard Linklater'ın "Before Sunrise" (1995) ve "Before Sunset" (2004)'ünde bir kadınla bir erkeğin, Julio Medem'in "Room in Rome"'unde iki kadın arasındaki ilişkinin, imkansızlıklar içinde zamana sıkışması, bu sefer aynı mükemmeliyetle iki erkek arasında anlatılıyor. Sıkışık zaman ve bir daha büyük ihtimalle bir araya gelemeyecek olmanın verdiği sıradışı durum, daha yeni tanışmış iki yabancının gardlarını çok hızlı bir şekilde düşürmelerine yol açıyor. Belki ilişkinin gelişimi daha geniş bir zamana yayılabilse çok farklı gelişebilecek dinamikler, pek çok kişinin kendi hayatında tecrübe etmiş olabileceği gibi, böyle bir durumda çok farklı işliyor.
Haigh, bir gecelik ilişkiyle bir araya gelen iki erkeğin geçirdikleri bir haftasonu üzerinden ilişkiler ve eşcinsellik üzerine çok samimi sözler söylüyor. İlişkilere bakış açıları farklı olan iki erkeğin önlerinde zaman olsa her şey belki bir gecelik ilişkide kalabilecekken, kısıtlı zamanda kurdukları dostluk ve birbirlerine karşı olan açıklıkları ki bu açıklık alınan bol miktarda alkol ve uyuşturucu ile de destekleniyor, aralarında çok daha derin ve kavramakta zorlandıkları bir bağ oluşmasına sebep oluyor.
Bu yazıda bahsi geçen filmler, aşkın cinsiyet tanımadığını çok güzel bir şekilde gözler önüne seriyorlar. Her filmin sonunda insanın boğazında bir şeyler düğümleniyor, kahramanların kavuşamıyor olmaları ve imkansız aşklarının sıkıntısı içimize işliyor. "Weekend" uzun zamandır izlediğim en güçlü filmlerden, eşcinsellikle ilgili hiçbir önyargısı bulunmayanlar bu filmi çok beğenecekler.
"Weekend"'in akabinde elimde izlenmeyi bekleyen gökkuşağı filmlerinin bir listesini çıkardım ve birbiri ardına izlemeye başladım, önümüzdeki günlerde bu filmlere değiniyor olucam.

22 Nisan 2012 Pazar

Goya, Zamanının Tanığı, Gravürler ve Resimler

Pera Müzesi'nde Goya'nın az sayıda yağlıboya ve çok sayıda gravürlerinden oluşan bir sergi açıldı. Küçük boyutlu siyah beyaz gravürlerin olması itibariyle fazla beklentiyle girmediğim sergi, beni olumlu olarak şaşırttı. Çünkü bu gravürler gerçekten de zamanının tanığıydılar ve seri karikatürler gibiydiler. Sağlam bir mizahla seçilmiş başlıklar bu"karikatür"leri iyi bir şekilde tamamlıyorlardı. 18.Yüzyılın ortasında doğmuş ve neredeyse ömrü boyunca saray ressamlığı yapmış bir sanatçının hep steril aristokrat portreleri çizmiş olmasını beklerken (ki yağlı boya eserleri ağırlıklı olarak böyle sipariş eserler) yaşadığı dönemdeki çarpıklıkları cesurca ve sansürsüz bir şekilde bu gravürlerde belgelemiş olması çok ilgimi çekti. Mesela eğitimde fiziksel şiddet kullanılmasını, öğrencileri eşşek olarak resmederek, genç kızların rızaları dışında hep bir hesap kitap yapılarak evlendirilmelerini babalarla dalgasını geçerek, İspanya'nın bol savaşlar geçirdiği dönemi de bir savaş muhabiri gibi tüm şiddetiyle resmederek eleştirmiş. Ayrıca resimlerinde, sanatta sürreal dönem başlamamış olduğu halde bolca bulunan sürreal ögeler, zamanın önünde giden bir ressamı olduğunu gösteriyordu. Yağlı tablolarında da çocukların oyun oynarken tasvir edildikleri eserler çok hoşuma gitti, o dönemde sokaklarda oyun oynayan çocukları doğal halleriyle resmeden fazla ressam olduğunu sanmıyorum.
Temmuz sonuna kadar açık kalacak sergiyi görmenizi tavsiye ederim.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Thomas Vinterberg ve Submarino (2010)

Vinterberg'in çektiği, aynı zamanda çekilen ilk dogma filmi olan muhteşem "Festen"'in başarısı, bu akımın uzun soluklu olmasında büyük rol oynadı. Seyrettiğimde hatırlıyorum, benim de içimde kameramı kapıp hikayeler anlatma arzusu hasıl olmuştu. Tabii film çekmek daha naif yıllarımda arzu hayal ettiğim gibi sadece bir dijital kamera kapmaktan ibaret olsaydı, bu rüyanın peşinden koşmaya kalkışmış da bulunabilirdim. Tek filmle bir Vinterberg hayranı olduğumdan 2003 yapımı filmi "It's all about Love" İstanbul Film Festivali'ne aynı yıl gelince koşarak gitmiştim. Beklentilerimin çok dışında bir film olduğundan da hayal kırıklığına uğramıştım, ben ondan ikinci bir "Festen" bekliyordum. Bu bilgiler ışığında son filmi "Submarino"'ya daha nesnel yaklaşabildiğimi söyleyebilirim. Bir "Festen" harikası olmamakla birlikte en azından büyük prodüksiyondan uzaklaşıp, gerçekçi iskandinav hikayelerine dönmüş olması olumlu. Hikaye, biri hapisten yeni çıkan, diğer uyuşturucu bağımlısı iki erkek kardeşin uzun yıllar sonra bir cenazede tekrar karşılaşmalarıyla başlıyor. Karanlık ve boğucu bir atmosferi olan filmde, özellikle tek başına bir çocuğa bakan uyuşturucu bağımlısı babanın hikayesi bir hayli can acıtıyor. Filmi sağlam bir ruh haliyle izlemekte fayda var, devrilmek üzere olan bir moral, kolayca bu filmden feyzalabilir.

20 Nisan 2012 Cuma

Ian Fitzgibbon ve A Film with Me in It (2008)

İki çulsuz arkadaşın başına gelen talihsiz "kaza"'ların kara mizahla harmanlandıkları abzürt bir bağımsız yapım. Kafkaesk bir çaresizliğin hakim olduğu atmosfer, neredeyse tek mekanda geçen filmde oldukça klostrofobik bir etki yaratıyor. Yer yer güldüren, yer yer abzürtlüğüne rağmen filmin karakterleriyle birlikte daraltan özgün bir film.

19 Nisan 2012 Perşembe

Makoto Shinkai ve 5 Centimeters Per Second (2007)

Japon animelerini ve özellikle de Ghibli Stüdyo'dan çıkan filmleri çok seviyorum ama hak ettikleri vakti bir türlü bu filmlere ayıramıyorum, hep araya başka filmler giriyor. Sayısız izlenmeyi bekleyen anime var elimde. Uzun bir aradan sonra araya bir tane sıkıştırmayı başardım. Eser adını, Japonya'nın meşhur kiraz ağaçlarının güzel yapraklarının yere dökülürken saniyede 5 cm yol almalarından almış. Çok iyi iki arkadaşın yollarının, farklı şehirlerde yaşamaya başlamaları üzerine ayrılmasıyla, çocukluktan yetişkinliğe geçişin, ayrılığın ve özlemin tüm melankolisi bu filmin özüne nüfuz etmiş. Türün severleri için tavsiye edilir.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Doug Liman ve Fair Game (2010)

Sinema veri bankam, Liman'ın önceki filmlerinden "Swingers"'ı (1996) izlemiş olduğumu söylüyor ama ben bu filmi hiç hatırlamıyorum. Daha sonraki filmleri "The Bourne Identity" (2002) ve "Mr. & Mrs. Smith" (2005) ise geniş kitlelerin takip etmiş oldukları anaakım aksiyon filmleri idi.
Liman, "Fair Game" ile benim nezdimde geçmiş tüm filmlerinin izlerinden kurtularak yeni bir sayfa açıyor. Aksiyon ve sürükleyicilik konusundaki tecrübesini, çok önemli bir gerçek hikayeyi anlatırken kullanıyor. Valerie Plame isimli eski CIA ajanı, Irak'a ABD'nin yapmış olduğu harekatın nasıl yalan raporlarla gerçekleştiğini ve Irak'ın kitle imha silahları geliştirmekten ne kadar uzak bir noktada olduğunu bizzat yerinde inceleyerek raporlamış. Tabii bu eylemi cezasız kalmamış ve medyanın da büyük katkısıyla korkunç bir itibarsızlaştırma kampanyasının ortasında bulmuş kendini. Başrollerdeki Naomi Watts ve uslanmaz muhalif Sean Penn'in elinde hikaye iyicene güçlü bir hale geliyor. Nefesimi tutarak ve sinirden çıldırarak izledim. Bush'un ve ekibinin alenen işlemiş oldukları büyük savaş suçunun cezasız kalmayacağı bir Dünya'da yaşamayı hayal ediyorum.

17 Nisan 2012 Salı

Zhnag Yimou ve A Woman, a Gun and a Noodle Shop (2009)

Uzakdoğu yönetmenleri arasında benim için çok özel bir yere sahip olan Yimou'nun son filmlerinde yaşadığım hayal kırıklıklarından şu yazıda bahsetmiştim. Son filminde bu hayal kırıklığı artık hayal hüsranına dönüştü. Bu filmin, sadece Çinlilerin anlayabileceği eski abzürt Çin filmlerine bir saygı duruşu olduğunu ümit ediyorum. Hani bir yabancı bizim "Hababam Sınıfı"'nı izlese, bu filmle olan duygusal bağımızı anlayamayacağı gibi. Veya yönetmenin kafası bozulmuş, bir şeylerle dalgasını geçiyor. Yimou'nun yönetsel dehası, tam bir renk ziyafeti olan bu filmde de göz ardı edilemez ama "Raise the Red Lantern" ve "The Story of Qiu Ju" gibi birer başyapıt olan filmlerin yaratıcısı, bu tür bir karikatürize klişeler yumağını hangi gerekçelerle olursa olsun yönetmeye tenezzül etmemeliydi.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Başarılı bir "Pride and Prejudice" (2005) uyarlaması ve sıradan/ klişelere bulanmış bir "Atonement" (2005) çekmiş olan Joe Wright, bu sefer bir aksiyon filmi çekmiş, ama belli ki geçiş daha yumuşak olsun, bildiğimiz kuru aksiyon filmlerinden olmasın diye biraz filme derinlik vermeye, karakter gelişimine özen göstermeye çalışmış. Ama sadece çalışmış, eğer başarmış olsaydı çok iyi bir film de çıkabilirdi ortaya. Eski ajan babası tarafından küçük yaşından itibaren bir ormanda, ölüm makinesi olarak yetiştirilen kahramanımız Hanna, 16 yaşına geldiğinde bir düğmeye basarak kendisinin ve babasının peşinde olan gizli güçlere, bulundukları yerin koordinatlarını gönderiyor ve bir intikam savaşı başlıyor. Daimi kaçışı esnasında Hanna diğer "normal" insanlarla iletişim içerisinde, ve filme arzu edilen derinliğini vermesi gereken ve onun ölümcül kimliğinin yanısıra ergenlikten geçen bir genç kız olduğunu vurgulaması istenen bu yan hikayecikler filmin gövdesinde sadece eğreti duruyorlar, ritmi bozuyorlar. Filmin biraz ayakta durmasını sağlayan tek öge Hanna'yı gerçekten inandırıcı bir şekilde canlandıran ve olması gerektiği gibi sıradışı bir karizmaya sahip olan Saoirse Ronan. Ona aynı karizmayla karşılık verebilecek potansiyele sahip Cate Blanchett ise zayıf senaryonun elinde karikatürize bir figüre dönüşüyor.
Sonuç yine heba edilmiş, iyi potansiyele sahip bir malzeme ve oyuncular. 

15 Nisan 2012 Pazar

François Ozon ve Le Refuge (2009)

Sevdiğim yönetmenlerden Ozon daha önce bu günceye şu yazıda not düşülmüştü. "Le refuge"'de bağımlı genç bir çiftin birlikte aldıkları son parti eroin sonucu aralarına ölüm girer, varlıklı bir aileden olan erkek hayata gözlerini yumarken, hamile olduğunu öğrenen kız Paris'ten ayrılarak Fransa'nın güneyindeki yazlığa gider. Filmin olaylı başlangıcı kendini dingin bir "sığınma" hikayesine bırakır. Fena bir film olmamakla birlikte Ozon'un eserleri arasındaki en zayıf halka olarak niteleyebilirim, izlense de olur, izlenmese de.

14 Nisan 2012 Cumartesi

Rachid Bouchareb ve Hors La Loi (2010)

Fransa'nın Cezayir'de yaptığı katliamlardan kaçanlar, Fransa'nın fabrika-şehirlerinin gettolarında örgütlenerek terörle Cezayir'in bağımsızlığı için mücadele veriyorlar. Yani, Fransa'nın sömürgesinden şiddet kullanma suretiyle ithal ederek, sanayisinde ucuz işgücü olarak sömürdüğü insanların ülkeyi içeriden vurmaları çok ibret verici bir hikaye, ama yönetmen maalesef bu çok güçlü malzemeyi fazlaca kötü kullanıyor, bir başyapıt çıkacak tarihi gerçeklerden, hiçbir inandırıcılığı olmayan, her yanından aksayan bir film kotarmayı başarıyor. Benzer temalı "West Beyrouth" (1997) gibi muhteşem bir başyapıtın yapımcılığını yapmış olan Rachid Bouchareb, keşke bu filmde de yönetmenlik koltuğunu Ziad Doueiri'ye bıraksaymış.

13 Nisan 2012 Cuma

Erik Van Looy ve Loft (2008)

İlk dakikalarından düğümünü çözemediğim polisiye filmleri seviyorum. "Loft" 5 arkadaşın, kaçamak ilişkilerini gözden ırak yaşamak için ortaklaşa kullandıkları bir mekan. Bir gün bu mekanda bir kadın cesediyle karşılaştıklarında, cinayeti hangisinin işlemiş olabileceği sorusu 5 arkadaşın arasında büyük bir gerginliğe sebebiyet veriyor. Çoğu polisiye hikayenin başından itibaren takındığım, tabii ki katil şu tavrımda beni başarıyla yanıltmasına ve başarıyla çizilmiş karanlık atmosferine rağmen aşırı maço tavrı filme zarar veriyor, kırılacak bolca etik puan var. Yine de sürükleyicilik konusunda hakkını teslim etmek gerek.

12 Nisan 2012 Perşembe

Majid Majidi ve The Song of Sparrows (2008)

Majidi'nin çok beğendiğim "Children of Heaven"'ından (1997) bahsederken, ilk fırsatta diğer filmlerini de izlemek istediğimden bahsetmiştim. İkinci bir filmini izlemek yeni kısmet oldu. İzlediğim ilk filmi kadar etkilendim, zaten iki film arasında da başta başrol oyuncusu olmak üzere büyük benzerlikler var. Taşrada bir devekuşu çiftliğinde çalışan aile babası, bir devekuşunun çiftlikten kaçması üzerine işsiz kalıyor ve geçimini hergün Tahran'a giderek motorsikletiyle taksicilik yaparak sağlamaya çalışıyor. Diğer yandan küçük oğlu köyden yakın arkadaşlarıyla bir balık çiftliği kurmak için iç burkan bir mücadele içerisine giriyor. Bizim Kemal Sunal filmlerinden sıkça izlediğimiz saf köylünün büyük şehire gelmesi ve onurunu koruma mücadelesi en sade haliyle ve çok güçlü bir sinema diliyle resmediliyor.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Jeff Nichols ve Take Shelter (2011)

"Take Shelter" gibi yoruma açık filmleri seviyorum. Konu kısaca, bir aile babasının sürekli gördüğü korkunç bir fırtına/tornado karabasanı sebebiyle evinin bahçesine gömülü bir barınak inşa etmek istemesi üzerine. Düz bir okumayla, babanın zihinsel bir rahatsızlık mı geçiriyor olduğuyla, yoksa ailesini koruma adına haklı bir mücadeleye mi giriştiği arasında gidilip gelinebilecekken, izleyici kendini fazla yormadan çok farklı yorumlara da girişebilir. Fırtına, günümüz hayatının zorluklarında gelecek korkusu olabilecekken, diğer yandan babanın ısrarla bastırmaya çalıştığı gizli bir yönünü veya bir olayı da simgeliyor olabilir. Onu arkadaşlarından, köpeğinden, sevdiği eşinden uzaklaştıran halüsinasyonlar pek çok farklı şekilde yorumlanabilir. Tüm bu olasılıkların hiçbir zorlamaya girişmeden müthiş bir görsellikle birlikte sunulması, filmi çok güçlü kılıyor. Başroldeki Michael Shannon da bu zor rolün altından başarıyla kalkıyor, eşi rolündeki Jessica Chastain ise son dönemde en beğendiğim oyuncu.

10 Nisan 2012 Salı

Miranda July ve The Future (2011)

Miranda July'nin yönetmenliğini ve başrol oyunculuğunu yaptığı ilk uzun metrajlı filmi "Me and You and Everyone We Know" (2005) çok sevimli ve özgün bir aşk hikayesiydi. Aradan geçen altı yılda kafasını belli ki o aşk sonrası ilişkinin gelişimine takmış. Son filmi "The Future"'da ilişkilerin geçebildiği süreçleri son derece sembolik bir dilde önce kalemine sonra da kamerasına yansıtmış. Bu ağır ve felsefi bir sembolizm değil, çok rahat anlaşılır ve mizah dolu bir sembolizm, ancak filmin temposunun çok düşük olduğunu belirtmek gerek. Eğer bu esprili metaforlara prim vermeden düz bir aşk/ilişki hikayesi beklenirse film çok sıkıcı bir hale gelebilir. Çiftin oldukça otistik ve robotik algılanabilinecek oyunculukları, büyük ihtimalle filmin ısrarla vurgulamak istediği alt metinleri güçlendirmek adınaydı, ama bu da seyri bir hayli güçleştiriyor. Bence çok çok iyi düşünülmüş hikaye filme çok daha iyi dökülebilirdi, filmin kimyası kusursuz değil, ama sadece özgünlüğü dahi filmi ilgiyle izlettiriyor.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Jonathan Levine ve 50/50 (2011)

Genç yaşta kanser, arkadaşlık anahtar kelimeleriyle "Restless"'dan "50/50"'ye geçebiliriz. Genç yönetmen Levine'dan daha önce izlemiş olduğum "The Wackness" (2008) pek hatırda kalmayan ama türünün (ergenlikten geçme) iyi örneklerinden biriydi.
Son filmi "50/50"'de 27 yaşında kansere yakalanan bir gencin hayatına giren bu olguyla baş etmesi, çevresindeki insanların ve ailesinin tepkilerinin sorunun bir diğer boyutunu oluşturması filmde çok gerçekçi bir dille anlatılıyor. Filmde hiçbir şekilde konu sömürülmezken hatta belki, genç yaş insanlar arasında hızla yayılmakta olan kanser kavramının sahip olduğu öcü imajını biraz yumuşatma adına, karakterimiz olaylar karşısında biraz fazlaca soğukkanlı kalmayı başarıyor. Joseph Gordon-Levitt'in başarıyla canlandırdığı hastamız bana "(500) Days of Summer"'daki karakteri anımsattı, sanki onun devamı gibi geldi.
Sonuç; kanser konusunu, ciddiyetini küçümsemeden ama mizahı da unutmadan ele alan sade bir film.

8 Nisan 2012 Pazar

Gus Van Sant ve Restless (2001)

Söz sözü açınca bu günceye düzenli yazı yazmak daha kolay oluyor. Bu sefer de söz, son zamanlarda en beğendiğim oyuncu Mia Wasikowska'dan açılmışken, onun başrolü paylaştağı diğer bir film olan "Restless"'dan bahsedeyim. Gerçi "Restless" deyince Wasikowska'dan önce yönetmen Gus van Sant'tan bahsetmek gerekir. Bugüne kadar izlemiş olduğum filmleri kronolojik sırayla;


Milk 2008
Paranoid Park  2007
Last Days 2005
Elephant 2003
Gerry 2002
Good Will Hunting 1997
My Own Private Idaho 1991
Drugstore Cowboy 1989

En bilinen filmi "Good will Hunting" benim en beğenmediğim, hatta bir hayli kötü bulduğum bir anaakım filmdir. Diğer filmleri ise hep belli bir kalitenin üzerinde bağımsızlardır. Özellikle de "Elephant"ı çok etkileyici bulurum.
Son filmi "Restless"'ın meselesi ölüm ve yönetmen bu konuyu biri kanser iki gencin gözünden enlemesine mercek altına yatırıyor. Dennis Hopper'ın oğlu Henry Hopper kırılgan, melankolik, ölümle kafayı bozmuş oğlan rolünde başarılı ve Wasikowska ile uyumlu. Wasikowska ise "In Treatment"'da sinyallerini verdiği Meryl Streep varisliği konusunda, konumunu oynadığı her filmde sağlamlaştırıyor.

7 Nisan 2012 Cumartesi

Cary Fukunaga ve Jane Eyre (2011)

Söz Fukunaga'dan açılmışken "Sin Nombre"'den çok daha fazla beğendiğim yeni filminden bahsetmek isterim. Charlotte Bronte'nin klasiği "Jane Eyre"i daha önce 1996 yapımı Franco Zeffirelli yönetmenliğinde Charlotte Gainsbourg ve William Hurt'ten izlemiştik.  Hatırımda kaldığı kadarıyla o da iyi bir filmdi ama Fukunaga'nın versiyonunda Mia Wasikowka ve Michael Fassbinder diğer ikiliden çok daha etkileyici ve inandırıcı bir oyun ortaya koyuyorlar, havadaki gerilim çok daha yüksek. Konu oldukça klasik; iyi bir aileden gelen ama yetim kalmış bir genç kızın, zor şartlarda yetişerek, zengin bir şatoda mürebbiye olması. Araştırmadım ama çok sevdiğim "The Sound of Music" (1965) müzikali de büyük bir ihtimalle bu kitaptan esinlenmiştir.

6 Nisan 2012 Cuma

Cary Fukunaga ve Sin Nombre (2009)

Fukunaga, sinemada oldukça sık işlenmiş olan, fakir insanların daha zengin ülkelere kaçak yollardan göçmesi konsunu, üzerine yeni pek fazla bir şey eklemeden işliyor. Filmin adeta belgesele yaklaşan hamlıkta olması onu otantik kılıyor ama zayıf oyunculuklar, klişe diyaloglar ve oldukça dağınık duran hikaye bana fazla hitap etmedi. Fukunaga, bu filminde iyi bir yönetmen olacağının ama çektiği hikayeleri kendi yazmaz ise daha başarılı olabileceğinin sinyallerini veriyor.

5 Nisan 2012 Perşembe

Van Gogh Alive

Bir kaç aydır devam eden Van Gogh sergisi benim için büyüleyici bir deneyim oldu. Loş bir koridordan geçerek Antrepo 3'ün geniş salonuna girildiğinde, gözler karanlığa alışana kadar insan kendini bir rüya sekansında gibi hissediyor. Gözler kendini bu yeni ışık diyarına uyarlayınca da müthiş bir renk ziyafeti başlıyor. Yüksek çözünürlüklü projektörlerle Van Gogh'un çok sayıda eseri farklı duvarlara yansıtılıyor. Bence burada bütün bu deneyimi en üst seviyeye taşıyan da yapılmış olan koreografi ve müzik. Adeta Van Gogh'un resimlerinden uyarlanmış bir film izliyoruz ve müthiş yapılmış müzik seçimleri de (Vivaldi Dört Mevsim, Erik Satie...) izlediğimiz filmin verdiği duyguları, ruh hallerini mükemmel bir şekilde tamamlıyor. Yanımda götürdüğüm 3,5 yaşındaki oğlumla birlikte yere oturduk ve uzun bir süre görüntüleri izledik. Yaşına göre beklediğimden çok daha uzun bir süre dikkati dağılmadı, ama tabii bir noktadan sonra hareketlenip koşturmaya başladı. Bana kalsaydı muhtemelen daha oldukça uzun bir süre kendimi görüntülerin büyüleyici etkisine bırakırdım.
Resim sanatını daha geniş izleyicilerle buluşturmak için etkileyici ve eğitici bir konsept. Hiçbir zaman orijinal eserlerin yerini tutamaz, ancak orijinal eserlerin de ülkemizde sergilenmesi oldukça nadiren sahip olabildiğimiz bir fırsat. Keşke Antrepo 3 artık bu şekilde bir müze olarak işlev görse ve belli zaman aralıklarında, farklı ressamların eserlerini bu şekilde izleme şansına sahip olabilsek. Bu serginin gördüğü ilgiye bakılırsa (önünde uzun kuyruklar oluştu) ticari başarı kazanması da büyük bir olasılık. Veya kültür bakanlığının sponsorluğunda sabahtan akşama okul gezileriyle öğrencilerle dolup taşan ücretsiz bir mekan olsa ne kadar daha yaratıcı ve sanata yakın bir nesil yetiştirebiliriz.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Genco Erkal ve Can

Genco Erkal yine müthiş bir uyarlama yapmış ve Can Yücel'in şiirlerini tek kişilik bir tiyatro oyununa dönüştürmüş. Yücel'in dizelerinden onun hayatını ve hayata bakışını dinledik. Ortaköy Afife Jale'de sahnelenen eseri yöneten ve oynayan Kemal Kocatürk'ün oyunculuğu çok güçlüydü, ancak öfke dozajı bana bir nebze yüksek geldi. Yücel'in muzipliği, hayatla dalga geçer halleri o öfkenin biraz gölgesinde kaldı. Bazen daha azı daha fazladır (less is more demeye çalıştım).
Beni oyunda Yücel'in dizeleri kadar etkileyen bir diğer öge de arka fona yansıtılan Mehmet Güleryüz desenleri oldu, boş bir sayfa üzerine desenin çizimi anime edilmişti, yer yer dizeleri dinlemeyi unutarak çizime dalıp gittim.