Tüm insanlık olarak içinden geçtiğimiz bu zor dönemde, uzun süre ara verdiğim korona günlüğümün son yazdığım üçüncü bölümünde, artık içimden hiç yazmak gelmediğini, eğer bir gün yazmaya devam edersem de olumlu haberler verebilmeyi umduğumu yazmışım. Evet olumlu haberler vermek mümkün, esasında olumlu olmak hayatın her döneminde mümkün tabii, bardağa hangi taraftan bakıldığına göre değişiyor.
Hayat her zaman olduğu gibi inişleriyle çıkışlarıyla devam ediyor, herkesin malumu "yeni normal"e bir şekilde herkes adapte oldu. Kendi adıma kesinlikle geçen mayıs ayına göre çok daha iyi bir ruh halindeyim. Duruma dair acılı kabullenme sürecini çoktan geride bıraktığımı umuyorum. Aşılamalar da artık başladı, hatta babam çok şükür 75+ kategorisinden aşısını oldu. Yine çok şükür hiçbir sevdiğimi, yakınımı kaybetmedim. Yaz ayları kısıtlamaların kaldırılmasıyla nispeten güzel geçti, hiç aksatmadan her sabah Nina'yla sahilde yaptığımız yürüyüşler müthiş bir terapi oldu.
Sonbahar geldiğinde, okulların açılacağını duyduğum andaki heyecan ve mutluluğu hala anımsıyorum. Çocuklar (özellikle de yaşı itibariyle Dalya) ekran karşısında çok bunalıyorlardı. Okullar açıldığında fark ettim ki, diğer veliler aynı kanıda değilmiş, sınıfın büyük kısmı okula gelmedi. Tabii sonrasında da sevincim kursağımda kaldı, zira salgın açısından çok daha kritik pek çok kurum ve mekan ekonomik gerekçelerle (ki anlayabiliyorum) açık kalmaya devam ederken, ilk kapatılanlar yine okullar oldu. Eğitimin toplum olarak önceliklerimizde ne kadar arka sıralarda kaldığını bir kez daha belgeledi bu durum. Gelişmiş tabir edilen ülkelerde ise (tabii gelişmişlik kavramı da göreceli), okulları kapatmak hep alınan en son önlem oldu.
Çocukların bu dönemde aldığı psikolojik, sosyal ve akademik hasarın etkilerini muhtemelen daha uzun yıllar göreceğiz. Kendi çocuklarım özelinde, en çok eve hapsolmuş olmalarına, çok keyif alarak yaptığımız gezilere, konser ve tiyatro ziyaretlerine tamamen ara vermek zorunda oluşumuza üzülüyorum. Bu yaşlarını bir tek kez yaşıyorlar, beraber ev dışında anılarla zenginleştirebileceğimiz zamanları, onların kişisel/sosyal/kültürel gelişimlerine katkıda bulunacak deneyimleri içerecek bir dönem de geri dönmemek üzere kaybolmuş oluyor. Dönüp eski fotoğraflara baktığımızda da, dijital albümler bize bu büyük boşluğu gösteriyor olacak.
Okulların tekrar kapandığı noktada, annem gerçekten hayatımızı kurtardı, dönüşümlü olarak çocuklardan biri onun evinde online derse giriyor. Aynı evde derse girdiklerinde sürekli biri kaçarak diğerinin yanına gidiyor, sürekli birbirlerine bir şeyler anlatıp (muhabbetleri gerçekten sonsuz), birbirlerinin dikkatini dağıtıyorlardı. Ben işte olduğumdan, Nina da kendi online ders verdiğinden içinden çıkılamaz bir durum oluşuyordu. Annem gerçekten de çok fedakarca, kendi zamanını olduğu gibi adayarak (zira çocuklar derste boş bırakmaya hiç gelmiyorlar) bize yardımcı oluyor, üstelik bir de ödevleri yaptırarak bize gönderiyor çocukları.
Cem'in bu sene LGS yılı, yani liseye geçiş sınavına girecek. Her sene bu sınavın ismi değiştiğinden belirtmekte fayda var, ileriki yıllarda arkamda bırakacağım sevdiklerimden biri bu satırlara dönerse karışıklık olmasın. Cumartesi ve tatil günleri dahil dersi, onun üzerine bolca da ödevi oluyor.
Tüm bunların evde ve ağırlıklı olarak ekran karşısında gerçekleşmesi, gerçekten çocuklar üzerinde aşırı bir yük oluşturuyor. Cem akademik olarak derslerde çok başarılı olduğundan her türlü sorumluluğunu çok hızlı yerine getirebiliyor, bir de konuları anlamak için emek harcaması gerekmiyor ama yine de haklı olarak bunalıyor ve zaman zaman direniyor. Ülkemizdeki sınav sisteminin ne kadar abes olduğunu biliyorum. İyi olarak sınıflandırılan bir avuç devlet okulunun puanları aşırı yüksek (neredeyse sadece tam puan yapanlar girebiliyor). Bir geçmişi olan iyi özel okulların ise ücretleri tamamen uçmuş durumda ve başarı bursu vermiyorlar. Önümüzdeki birkaç seneyi salgın sebebiyle biriken borçları ödemekle meşgul olacağımızı öngörünce, sınavdan başarıyla çıkmanın anlamı da Cem açısından iyice kayboluyor.
Bu noktada bir baba olarak (hem de evde otorite konusunda ağırlıklı figür olarak) şöyle bir karara vardım, bu sınav bir amaç değil, bir araç olmalı. Hayat boyunca yapmak istemediğimiz pek çok şeyle karşılaşacağız, hayat bize taşımak istemeyeceğimiz sorumluluklar yükleyecek. Bu durumlar karşısında takınabileceğimiz en doğru tutum, elimizden gelenin en iyisini yapmak, değiştirebileceğimiz bir durumsa da cesurca değiştirmeye çalışmak. Türkiye'deki aşırı çarpık eğitim sistemini bugün için değiştirme imkanımız yok, o halde bu sınavda Cem potansiyelinin en iyisini ortaya koymalı, biz de onu elimizden geldiğince desteklemeliyiz. Bu kararı almamda geçmiş yıllarda okuduğum bir kitap da çok etkili oldu. Bilimsel olarak belgelenmiş bir araştırmada, kendilerinden başarı beklenen çocukların kesinlikle daha başarılı oldukları ortaya konmuş. Ona şu puanı hedeflemelisin, şu okulu kazanmalısın kesinlikle demiyoruz, ama elinden gelenin en iyisini yap diyoruz, bundan emin olduğun sürece sonucun ne olduğunun bir önemi yok diyoruz.
Tabii ergenliğin kapısında bir çocuğun hayatında doğru bir denge kurma konusunda gerçekten çok özen göstermek gerekiyor. Her türlü okul dışı faaliyetleri olduğu şekilde devam ettiriyoruz. Cem çello, Dalya da gitar derslerine online devam ediyorlar, her gün kendi istekleriyle ortalama yarım saat enstrüman çalışıyorlar. Ben de onları her gün dinleyip müzik bilgim yettiğince destek olmaya çalışıyorum, kazayla dikkatim başka bir yöne kayacak olsa anında hiddetlenip sahneyi terk ediyorlar.
Dalya ayrıca Karikatür Evi'nin çizgi roman kursuna online olarak devam ediyor. Salgınla birlikte evde geçirilen vakitleri artınca, onları tablette dijital çizim programlarına ve animasyon hazırlama uygulamalarına yönlendirdim. Bana son derece karmaşık gelen programlarda çok kısa zamanda ustalaştılar, ve bu her ikisi için de çok önemli bir hobi haline geldi. İkisi de her gün mutlaka bir şeyler çizip, animasyonlar hazırlıyorlar. Eve gittiğimde bana o gün hazırladıklarını gösteriyorlar. Onlara dijital çizimleri için kalemli bir tablet de aldık. Hatta Dalya işi daha da ileri götürüp, bizden habersiz youtube'da kendi kanalını açmış, ve yaptığı animasyonların bir kısmını oraya yüklüyor.
Online devam ettiremediğimiz faaliyet tabii spora dair olanlar oldu. Okulun beden eğitimi dersini dikkate almıyorlar ve katılmıyorlar. Onları her hafta taşıdığım voleybol ve basketbol kursları da devam etmiyor. Tek yapabildiğimiz hava müsaade ettikçe, çocuklara tanınan iki saatlik sürede onları parka götürmeye gayret etmek.
Hafta sonları sinema akşamı yapmaya devam ediyoruz, hafta içi de mutlaka izlediğimiz bir dizimiz oluyor. En son The Mandalorian'ın ikinci sezonunu bitirdik, şimdi His Dark Materials'ın ikinci sezonunu izliyoruz. 18+ olmasına rağmen bir de Blood of Zeus'a başladık, ikisi de, özellikle de Cem okuduğu kitaplar vesilesiyle mitolojiye çok hakim, güzel bir özet oluyor bu dizi, her ne kadar kafalar, kollar havada uçuşacak şekilde şiddet içerse de. Arada diziyi durdurup onlara Yunan mitolojisinin nasıl bir dine dönüştüğünü, semavi dinlerden farkını, farklı kültürlerde beden-ruh ayrımını, din-bilim çatışmasını anlatmaya gayret ediyorum. Dalya'nın yaşı bu konular için biraz küçük olsa da mitoloji konusunda benden daha geniş bir bilgi birikimine sahip olan Cem'i daha da zenginleştiriyor bu konuşmalar, hissediyorum birkaç sene sonra rolleri değişeceğiz.
Artık kaybettiklerinde eskisi kadar sinir krizi geçirmediklerinden dolayı birlikte daha sık ve daha keyifle masaüstü oyunlar oynuyoruz. Bu yılbaşı masaüstü oyun gamımıza Scotland Yard, Tabu ve Scrabble'ı ekledik. Hafta sonu akşamları bu oyunlardan birini mutlaka oynuyoruz. Tablette oyun hakları da halen (ödevler yapıldıysa) günlük 1 saati geçmemek şartıyla baki, ve buna fazla itiraz etmeden uyuyorlar, hatta çizim yapmayı genelde tercih ediyorlar.
Akşam olunca yemekten sonra yatakta kitap okuma alışkanlıkları devam ediyor. Eskiden Dalya bir saat okuyup uyuyakalırdı, şimdi o da artık gece yarısına yaklaşmaya başladı. Dalya bu aralar bayıla bayıla okuduğu Ulysses Moore serisinin 12. kitabında. Cem ise Ranger's Apprentice isimli bir seriye daldı, abartıp sabahlamaya kalkışabiliyor, kitapları uyuması için bazen elinden zorla alıyoruz.
Tabii sabah çocukları yataktan söken, akşam yatağa sokan, ödev yaptırmak ve test çözdürmek suretiyle, değerli vakitlerini kısıtlayan, sağlıklı beslenmeyi sürekli öne süren, evdeki tatlı tüketimini de makul sınırlarda tutmaya çalışan kişi olarak, çocuklardan giderek daha fazla tepki almaya başladım. Amacımın onları kısıtlamak olmadığını, onlara yüklemek durumunda kaldığım sorumlulukların benim icadım değil, hayatla ilgili olduğunu, er ya da geç yüzleşmek zorunda kalacaklarını, naçizane kanaatimce ağacın yaş iken eğildiği konusunda yaptığımız sayısız bir nevi terapiyi çağrıştıran konuşmalar (hatta bazen babaanne hakemliğinde) esnasında çocuklar empati işaretleri gösterir gibi olsalar da, iş icraate gelince, başa sarabiliyoruz. Özellikle Cem sürekli bugünün ödevini hep yarına erteleme talebiyle geliyor ki, bu tür taleplerini, başarısızlığa uğrayacağını bildiğim halde, kendisinin de imkansızlığını görmesi için pek çok kez kabul ettim, her seferinde yığdığı ödevler karşısında tekrar isyan etmesiyle sonuçlandı.
Bu sürtüşmelerin çocuklar büyüdükçe artacağını, bu durumun işin doğasında olduğunu, hele de ergenliğe girdiklerinde (ki bana göre ikisi de çoktan girdiler), yönetilmesinin iyice zorlaşacağını biliyorum. Yine biliyorum ki, ne yaparsam yapayım beni aşmak için önce beni bir noktada ret edecekler, ve kendi yollarını çizecekler. Arzu ediyorum ki, bu aşamalardan geçerken karşılıklı mümkün olduğunca az hırpalanalım ve sonrasında da hayatlarında alacakları kararlarda beni hep onları sınırlayan değil destekleyen bir baba olarak görebilsinler.
Geçen yıllarla birlikte fark ediyorum ki, onların (bizim vesilemizle de olsa) hayatla tanışmaları, onlar kadar benim için de önemli bir sınama. Ben de onlarla birlikte değişiyorum. Hakkımı belki de bu Dünya'da hiç teslim etmeyebilecekleri gibi egomu çok acıtan bir gerçeği, ne kadar erken kabullenmeyi başarabilirsem, bu sürecin o kadar sağlıklı işleyebileceğini hissediyorum. Her ne kadar doğal olarak çocukları hayatımızın merkezine koyuyor ve onlar için elimizden gelenin en iyisini tüm zamanımızı da feda ederek ortaya koyuyorsak da, kendimizi hiç unutmamamız gerektiğini, kendi iç huzur ve mutluluğumuzun, kendimizle barışık olmamızın, çocuklarımızla kuracağımız sağlıklı ilişki için olmazsa olmaz olduğunun farkına varıyorum. Artık çocuklarla sürtüştüğümde, sorunun onlardan çok benden kaynaklandığını, önce dönüp kendime bakmam gerektiğini sezinliyorum, onlar sınırları zorlamak için varlar ki, doğduklarından beri tüm çabam sınırlarını sonuna kadar zorlamaları yönünde. Onlar ne kadar sorgularlarsa o kadar tatmin oluyorum.
Uzun lafın kısası kendi iç huzurum konusunda daha bilinçli adımlar atmam, kendime daha fazla özen göstermem gerektiğine kanaat getirdim. Esasında hep biliyordum, ve hayatımın pek çok dönemi de bu tür aldığım kararlarla bezelidir ama artık söz konusu olan sadece kendi mutluluğum değil. Çocukların benimle olan ilişkilerinin onları nasıl şekillendireceği, ve beni nasıl hatırlayacakları da söz konusu olunca daha fazla motive oluyorum, ve bu konu artık ihmal edemeyeceğim sıklıkta ve yoğunlukta dimağımda dolaşıyor.
İşe çocuklardan değil kendimden başlamam gerektiği tespitini net bir şekilde yaptıktan sonra kendime "beni en çok neyin mutlu ettiği" sorusunu sordum. Yanıtım çok net oldu, dolayısıyla ilk adımı da kolay attım; beni en çok öğrenmek mutlu ediyor. Hayatım boyunca öğrenmeye hep çok meraklı oldum, okumak, izlemek, dinlemek, seyahat etmek, hep öğrenmenin araçları olarak beni çok mutlu ettiler. Ama diğer yandan da çok maymun iştahlıyımdır, derinlemesine sistematik bir öğrenme şeklinden çok, daldan dala konan, her gördüğü çiçeğin peşinden koşturan bir öğrenme arzusuna sahibim.
Kafamın içini son derece dağınık bir kitaplığa benzetiyorum, kitaplar yerlerde, raflarda, her tarafta, elime ne bilgi geçerse, farklı bir yere bırakmışım, hemen güzel kapağına kandığım yeni bir kitabın sayfalarına atılmışım, ona doyamadan dikkatimi başka bir deneyime yönlendirmişim, sağa sola dağılmış bilgi parçalarıyla yaşıyorum. Kendimi kah bilimkurgu edebiyatının en iyi örneklerini okumaya adarım, kah teknoloji sitelerinde teknolojik bilgi kırıntılarının peşinden giderim, bir gün kalkarım bugüne kadar okumadığım klasikleri okumaya karar veririm, ertesi günü beğendiğim bir klasik müzik parçasının izinden bambaşka Dünyalara dalarım. Bir şeyi okurken bir kelimeye, bir kavrama takılırım, ona bakayım derken başta ne okuduğumun izini tamamen kaybederim.
Bu dağınıklık, sadece entelektüel bir dağınıklık da değil, hayat koşturmacasının zorluklarıyla kendim hakkında da çok dağınığım, kafam sık sık karışıyor, hele bu babalık rolü beni benden aldı, kendimle de (oldum olası) pek barışık değilim. Kendimi sürekli yargılıyorum, arkadaşlık ilişkilerimi gözden geçiriyorum. Hayatla ve yaşanmışlıklarla ilgili sayısız sorgulama ve yarım yamalak çözümlemelerim de o kitaplıkta darmadağınık duruyor.
Bu noktada hayatlarımızı felç eden salgının şöyle bir faydasını gördüm (her işte bir hayır vardır); hayat (en azından benim için) gerçekten çok yavaşladı. Her sabahın köründe can havliyle çocukları okula zamanında yetiştirmek için çırpınmıyorum, dersleri zaten artık 9:30'da başlıyor, pijamalarıyla giriyorlar derslere. Okul çıkışlarına yetişmeye çalışmıyorum, onları haftanın 6 günü 6 farklı faaliyete taşımaya (kabus trafikte yetiştirmeye) uğraşmıyorum, faaliyetlerden eve döndüğümüzde ödevler için çok az zaman kalmış olmuyor. Hafta sonlarını zaten tamamen ve mecburen evde geçiriyoruz, bir yandan Cem online derste oluyor, Dalya çizimlerine odaklanıyor, benim vaktim bana kalıyor.
İşlerin de yavaşlamasıyla (ama tabii keşke yavaşlamasa) artık koşmuyorum, yürüyorum, bana kalan leziz ekstra vaktin de tadını çıkarıyorum. Uzun lafın kısası kendime bu geçmiş aylar esnasında çok ama çok daha fazla vakit ayırabildim. Çok okudum, çok izledim, çok dinledim, ve bu bana çok iyi geldi. Gerçi yakın zamana kadar eski alışkanlıklarımla yine daldan dala konarak, bağlamından kopuk (hızlıca unutacağım) bilgilerle kendimi donatmaya devam ettim.
Daha bilinçli bir hobi olarak öğrenmeyi hayatımın daha merkezine kaydırmamda, daldan dala konarken bilinçsiz izlediğim bir yol var, onu da hafızama not etmek istiyorum. Podcast dinleme alışkanlığım uzun yıllardır var. Hem arabada, hem de o anda kafamı vermem gereken bir iş yapmıyorsam arka planda dinlerim. Bir de uzun yıllardır, ağırlıklı olarak sinema ve sanat üzerine olmak üzere düzenli blog okurum. Her sabah işe geldiğimde gazeteye değil de takip ettiğim bloglara bir göz atarım.
En az yirmi yıldır takip ettiğim bloglardan biri reklam yönetmeni İlker Canikligil'e aitti. Ağırlıklı olarak sinema teknolojisi ve daha da spesifik olarak kameralar üzerine detaylı yazıları vardı. Günün birinde yönetmen olmayı (tabii naif bir şekilde onun ön koşulu olarak gördüğüm bir kamera sahibi olmayı) hayal eden biri olarak ilgiyle takip ederdim yazılarını. Sonra giderek seyreldi yazılar, yazmaz oldu, ben de yönetmenliğin tek başına yapılacak bir uğraş olmadığının ayrımına vardım, sayısız insan yönetmeyi gerektiren zor zanaat bir iş olması itibariyle bana hiç uygun olmadığını kavradım. Bir gün takip ettiğim bloglardan artık aktif olmayanları temizlerken dikkatimi tekrar çekti, acaba başka bir mecrada mı yazıyordur diye internetten araştırdığımda youtube'da sinema üzerine bir vlog içeriği hazırladığını gördüm, ama o içerik bana pek hitap etmedi, dolayısıyla takip etmedim.
Sonra o dönemde çalıştığı kanaldan ayrılıp, yine youtube'ta kendi kurduğu kanalı Flutv'de ürettiği içerikler, sosyal medyada sık sık karşıma çıkmaya başladı. İçlerinde en popüleri "olmaz öyle tarih" serisini izlemeyi denedim, ancak o içerik de, kendi sunduğu sinema içeriği de yine beni pek açmadı. Kanalda başka hangi içerikler var diye bakarken "boş modern sohbetler" dikkatimi çekti. Yalın Alpay'ı dinlemeye başladığımda, o sohbetten çok keyif aldım. Böylece vakit buldukça diğer içerikleri dinlemeye başladım. Maymun iştahıma çok iyi geliyordu, Bager Akbay'la sanat, Erkcan Özcan'la bilim, Ömer Aygün'le felsefe sohbetlerini bayıla bayıla dinledim.
Bir felsefe sohbetinde Ömer Aygün'ün anlattığı Platon'un mağarası hikayesi beni çok etkiledi. Matrix filminden, ve hatta Baudrillard'dan bile binlerce yıl önce bir düşünürün simülasyon fikrini dahice ve muazzam bir şekilde ortaya koymuş olması maymun iştahımı kabarttı. Antik çağ Yunan felsefesi konusunda mutlaka okuma yapmalıyım diye zihnimin bir kenarına not aldım. Çok zaman geçmeden yine Flutv'de Aytuğ Akdoğan'la edebiyat serisini izlerken, bir bölümde kitap tavsiyesi veren Dilozof'a denk geldim.
İsminden etkilenerek onun youtube'daki kendi kanalına geçtiğimde felsefe tarihi serisini izlemeye başladım. Bu seriyi dinlerken aradığım ilhamı bulduğuma karar verdim. Sanki kafamdaki o dağınık, tozlu kitaplıkta yavaş yavaş bir bahar temizliğine girişmiştim. Yıllar içinde birikmiş, tasnif edilmemiş bilgi kırıntılarını raflara yerleştirmeye, kitapları isimlere, konulara göre ayıklamaya başlamıştım. Hemen telefonumdaki podcastlerin yönünü yerli ve yabancı felsefe tarihi yayınlarına çevirdim. Ahmet Arslan ve Ahmet Cevizci gibi değerli hocaların felsefeye giriş, felsefe tarihi gibi temel kaynaklarını edindim, ve paralel izleme ve dinlemenin yanı sıra paralel okumaya başladım.
Bazı dostlarıma bu yeni çıktığım yolculuktan bahsedince, yollarımızın kesiştiği noktalarda karşılıklı paylaşımlar yapmaya başladık. Hissettiğim heyecanı paylaşmak bana çok iyi geldi, daha da motive oldum. İnsanlık tarihine eşlik eden düşünce tarihi o kadar uçsuz bucaksız bir konu ki, mitolojiden, medeniyetlere, bilimden, dine, siyasetten psikolojiye, edebiyattan sanata her konuyu kapsıyor. Temel bilgileri elimden geldiğince hazmetmeye gayret ettikten sonra dümeni istediğim yöne kırabileceğim. Kim bilir belki bu yeniden öğrenciliğe dönme halim çocuklara da ilham verir. O gün bugündür, boş bulduğum her vaktimi okumaya ve dinlemeye ayırıyorum, ve müthiş mutlu oluyorum. Bu keyifli enerjinin bir kısmını da yine bu günceye akıtmaya karar verdim. Konser ve tiyatro ziyaretleri bir süre daha mümkün olamayacak olsa da, izlediğim film ve dizileri, okuduğum kitapları not düşmeye devam edeceğim.