Antik Yunan'da filozoflar evrenin ve doğanın temel yapıtaşının ne olduğu üzerine yoğun kafa yormuşlar. Acaba bilimin günümüzde ulaştığı noktada evrenin oluşmasına nasıl açıklamalar getirdiğini merak ettim. Büyük patlama öncesine dair teoriler, hatta paralel evrenler teorilerine dair okumalar yapmaya kalkışınca, kuantum fiziğini anlamadan boşa kürek çekeceğimi fark ettim.
Bu konuda tavsiye edilen popüler bilim kitaplarından bir tanesini kütüphanede bulmayı başararak, John Gribbin'in Schrödinger'in Kedisinin Peşinde'sini okumaya başladım. İlk yüz sayfada kuantum teorisine giden yolda Newton ve Maxwell'den başlayarak, ışık dalga mıdır, parçacık mı gibi sorulara yanıt arayarak, 19 ve 20. yüzyıl fiziğinin tarihçesini veriyor. Bu kısımları okurken aşırı nostaljik bir ruh haline girdim. Alman Lisesi'nde 7. sınıfta ilk fizik dersine girdiğim gün yaşadığım şoku dün gibi hatırlıyorum. Ben fizik altında insan fiziği / anatomi gibi bir şey beklerken, empatisi sıfırın altında olan Fizik öğretmeni (alacağın olsun Herr Wick), sanki biz anadili Almanca olan zihinlermişiz ve anamızın karnından fizik kanunlarının farkındalığıyla doğmuşuz gibi, herhangi bir girizgah yapma ihtiyacı duymadan, en anlaşılmaz şekilde üstümüze fizik teoricikleri kusmuş, tahtayı bana Çince gelen sembollerle doldurmuştu.
Sonraki yıllarda da o kabus temelin üzerine hiçbir şey kuramadım. Hala hatırlarım, o kahverengi fizik kitabını (bok rengiydi!) açıp elimde sözlük bir şeyler anlamaya çalıştığım anları. Kitap da çok kötüydü (veya ben uzanamadığım ciğere pis diyordum), ne kadar çabalarsam çabalayayım, hiçbir şey anlamıyordum. İnternetin keşfine daha uzun yıllar vardı, ve ailede danışabileceğim kimse yoktu. Sıra arkadaşım Selim sağolsun, kopyalar, sallamalar, bir şekilde okulun sonunu zor getirdim. Egom fena halde yaralanmıştı, kendimi daha salak hissettiğim herhangi bir konu hatırlayamıyorum bu hayatta. O sebeple temel bilimlerin mutlaka anadilde okunmasının (keşke Alman öğretmenlerden Türkçe görebilseydik :) ) elzem olduğunu düşünürüm. Gerçi günümüzde gençler açıklarını bir iki youtube videosu ile kapatma imkanına sahipler, ama ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı bilemiyorum.
12. sınıfta, üniversite sınavına hazırlanırken fizikle barışacaktım. Bu güncede her fırsatta bir çift laf ettiğim Türk eğitim sistemi sayesinde, dershane ve özel derslerle fiziği çok sevdim. Alman sistemi teoriye ve bilimsel analitik düşünmeye ağırlık veriyordu, sınavlarda formül kitapçıkları serbestti, zira o formülleri nasıl kullanacağını bilmediğin zaman hiçbir fayda sağlamıyorlardı. Sınavda üç, dört soru olurdu, birkaç sayfa o sorulara yanıt yazılırdı. Türk sisteminde ise formülleri ezbere bilmek gerekiyordu. Niye nasıl diye derin sorgulamalara gerek yoktu, soru kısa ve netti, verilen rakamları, bildiğin formüllere uygulayınca 4 seçenekten birini tercih etmek kolaylaşıyordu.
Türk sisteminden fabrikasyon kuru mühendis çıkarmak çok kolaydı, ama bilim insanı üretmek imkansız gibiydi. Alman Lisesi'nin verdiği analitik düşünce yetisinin faydalarını hayatım boyunca çok gördüm. Fizik dersinde ciddi bir travma yaşamış olsam da, matematik dersi, hocasının kalitesinden bağımsız, hep en sevdiğim ders oldu. Kimyayı da sevdim, biyoloji ise çok kötü öğretmenlere denk gelmemiz sebebiyle yine talihsiz bir ders olmuştu. Ama tüm (Almanca) derslerin ortak noktası, hocaların bizlere soru sorması ve bizim "bilgiye" sorulara verdiğimiz yanıtlarla kendimiz varmamız üzerine kurguluydu.
Üniversite sınavı sonucu İTÜ'ye girdiğimde yaşadığım şoku da hiç unutamıyorum. Hocalar tahtaya bir şeyler yazıyor, herkes deftere geçiriyor, hoca - öğrenci arası diyalog neredeyse sıfır, ve hatta soru sorulmasına kızan hocalar vardı. Derste kendi arasında konuştu diye sınıftan atılan öğrenci de gördüm, egosu yaralanınca öğrenciyi hırpalayan hoca da. En sevdiğim ders olan matematiği tanıyamaz hale gelmiştim, hoca bizimle tek kelime konuşmamıştı. İki üç hafta içinde kararımı verdim, gözümü kararttım ve tüm maddi imkansızlıklarıma rağmen hemen Alman Üniversitelerine başvurularımı göndermeye başladım.
Kaderin cilvesi, İTÜ'nün İşletme Mühendisliği modelini aldığı üniversite olan Berlin Teknik Üniversitesi'nde tamamladım tahsil hayatımı. Aradaki farkı kelimelerle ifade etmek mümkün değil, anlatmaya kalkışsam günler boyunca yazmam gerekir. İTÜ'nün hakkını da ayrıca vermeliyim, orada kısa sürede edindiğim dostluklar bugün hala devam ediyor. Ben Almanya'da yalnızlığımı dibine kadar yaşarken, onların İstanbul'da kurdukları komün hayatına çok büyük özlem duyardım. Sonra ben taşı toprağı altın diye yurduma koşa koşa dönerken, onlar birer birer bu topraklarda olanlara daha fazla dayanamayarak ülkeyi terk ettiler ve ben yine yalnızım.
Schrödinger'in Kedisinin Peşinde'yi okurken, aklımdan akan anılar nehrinden sadece birkaç damlacık sıçrattım buraya. Kitabın ilk yüz sayfasını okurken, teorilerin çoğunu iyi kötü bildiğimden takip edebilmiştim, ama fazla teorik ilerlemesi ve hemen hiç görsel kullanmaması, kuantum teorisine geçtiğimde zorlanacağımı düşündürdü. O sırada McEvoy ve Zarate'ın kitabına denk geldim. Tamamen görsellerle bezenmiş, hatta mizahi çizimlerle karikatürlere yer veren, benim gibi çocuklara hitap eden bir kitap olduğunu görünce hemen ona zıpladım. Çok büyük bir keyif alarak okudum.
Kuantum fiziği üzerine daha önce de popüler bilim sitelerinde okumalar yapmaya çalışmış, ancak fazla yol alamamıştım. Şimdi taşlar biraz daha iyi yerine oturdu. Gelişim tarihiyle birlikte okuyunca nerelerde tıkandığını, nerelerin daha keşfedilmeye açık olduğunu, CERN'de ne yapılmaya çalışıldığına dair bir fikrim olmaya başladı. İnsanlık olarak henüz resmin çok küçük bir kısmını görebiliyoruz. O sebeple rahmetli Hawking'in zikrettiği her şeyin teorisini (The Theory of Everything) ortaya koyabilmekten henüz uzağız. Evrenin büyük kısmını kapladığı varsayılan karanlık madde ve karanlık enerjinin sırlarını açığa çıkarmak bir yana, öncelikle varlıklarını (sadece gözlemlenebilen maddeler üzerindeki etkileri gözlemlenebiliyor/varsayılabiliyor) kanıtlayabilmemiz gerekiyor.
Kendim henüz tam anlayamamışken, burada özetlemeye çalışmak abesle iştigal olur ama bir yandan da torunlarımın bu satırları bir gün okuyup gülebilecekleri fikri hoşuma gidiyor. Evet daha henüz son bir yüzyılda, atom altı parçacıkların, yani elektron, proton, nötron, foton gibi parçacıkların (ve onların da alt parçacıklarının), yüzyıllardır sarsılmaz gerçekler olarak gördüğümüz Newton kanunlarına göre hareket etmediklerini fark edebildik. Atom altı parçacıkların hareket mekanikleri açıklanamıyor, Heisenberg belirsizlik ilkesine göre, parçacıkların konumlarını bilsek, momentumlarını bilemiyoruz, momentumlarını bilsek bu sefer de konumlarını bilemiyoruz. Sadece istatistik üzerine kurulu denklemlerle nerede olabileceklerine dair bir fikir sahibi olabiliyoruz. Meşhur çift yarık deneyiyle ışık parçacıkları yani fotonlar, gözlemlendiklerinde farklı, kendi hallerine bırakıldıklarında farklı davranıyorlar. Yerine göre dalga veya parçacık olarak gözlemleniyorlar, bir güzel kafa karıştırıyorlar. Tüm bu gözlemler atom üstü Dünya'da alışık olduğumuz her türlü deneyime, sağduyumuza aykırı bir şekilde oluşmakta. Adeta bir simülasyonda, kendi varoluşunu kurcalayan bir avatarın, sıfır ve birlerden oluştuğu tespiti karşısında afallaması gibi şaşkın şaşkın bakıyoruz bu atom altı Dünya'ya.
Bahsettiğim iki kitap da 80'li 90'lı yıllarda yazılmış, yani bilim Dünyası'nda çok uzun bir zaman dilim olarak nitelendirilebilecek bir 30 yıl kadar eskiler. Dolayısıyla mutlaka çok daha güncel bir kitap bularak okumayı yapılacak işler listeme ekledim. Mesela CERN'de yapılan deneyler, kuantum fiziğinde büyük bir çığır açıyor. Atom altı parçacıkların ışık hızına yaklaşacak şekilde hızlandırılarak çarpıştırıldıkları, bu sayede bu parçacıkların yapıtaşlarının anlaşılmaya çalışıldığı, uluslararası bilim insanlarının bir araya gelerek araştırmalar yaptıkları bu çok değerli ve devasa laboratuvar, 2012 yılında, teorik olarak varlığı ifade edilmiş olan Higgs bozonunu gözlemlemeyi başardı. Higgs bozonu ve Higgs alanı, atom altı parçacıkları bir arada tutan, saniyenin milyarda biri kadar bir zamanda var olup, yok olabilen bir saf enerji anlayabildiğim kadarıyla. Saniyenin milyarda bir anında var olan, boyut olarak akıl almaz ufaklıkta bir parçacığın gözlemlenebilmesi benim beynimi feci şekilde yakıyor.
Tüm bu bilgiler beni o kadar heyecanlandırıyor, merakımı o kadar yoğun gıdıklıyor ki, daha fazla okuyasım ve araştırasım var. Bilimin yetersiz kaldığı noktalarda, boşlukları bilim felsefesi dolduruyor. Okunabilecek sayısız teori ve düşünce var. Ama yapılacaklar listem o kadar kalabalık ve karmaşık ki, maymun iştahımla savrulmamak için müthiş bir efor sarf etmem gerekiyor. Paralel okumaya kalkıştığım kitapların sayısını kısmaya çalışmam ve belli konulara odaklanabilmem gerekiyor. Buraya yazmak da bu konuda kendimi disipline edebilmem adına faydalı oluyor. Şimdi klavyeyi yavaşça kenara bırakarak Platon'a dönmem gerektiğini kendime hatırlatıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder