Shawn Levy'nin daha önce 2003 yapımı "Just Married"'ini izlemiştim, ve hatırladığım kadarıyla çok kötü bir filmdi. "Date Night"'ı izlemek isterken aldığım referans da zaten yönetmen değil, başroldeki Tina Fey idi. Yaratıcısı ve başrol oyuncusu olduğu "30 rock" dizisi son dönemde en çok güldüğüm komedilerden. Yanında da "The office"'den Steve Carell olunca, kötü bir film yapmak için senarist ve yönetmenin bir hayli çaba göstermeleri gerekecekti. Nitekim beklentilerimde haklı çıktım, "Date Night" beni çok eğlendiren, yer yer güldüren, sade ve çok şirin bir komedi oldu. Hatta bir bölümde komediyle aksiyonu da yaratıcı bir şekilde birleştirmeyi başardı.
Fey ile Carell filmde, çok sevdikleri bir çift ayrılmaya karar verince kendi evliliklerinin de fazla monotonlaşmasından çekinip her zamanki rutinlerinden çıkarak Manhattan'da zor yer bulunan pahalı bir restoranda yemek yemeye karar veriyorlar. Bu bir gecelik kaçamakta sevimli ikilinin başına gelmeyen kalmıyor.
Türünün başarılı bir örneği olan bu komediyi, canı sıkkın, gülmeye (en azından gülümsemeye) ihtiyacı olan herkese öneriyorum.
19 Aralık 2010 Pazar
Christopher Nolan ve Inception (2010)
Nolan, hakkında kafamın en karışık olduğu yönetmenlerden biri. Sadece "Memento" ve "The Prestige"'i seyretmiş olsam çok beğendiğim yönetmenlerden sayabilirdim. Ama arada "İnsomnia" gibi biraz da Al Pacino alerjimden kaynaklı son derece kötü bulduğum bir filme imza attı. "Batman Begins", Hollywood'un arka arkaya ürettiği görsel efekt ve aksiyonu bol, içi bomboş onlarca süper kahraman filmleri arasından başarıyla sıyrılırken, gidip "The Dark Knight" gibi klişe karakterlere bulanmış hiper aksiyon çorbası kaynattı. Eski batman filmleri de pek kayda değer değildi ama bence esas joker Jack Nicholson'un jokeri idi. Rahmetli Ledger'in jokerinin bence jokerle bir alakası yoktu. Filmde yüzbinlerce mantık hatası, hiç bitmeyen aksiyon sahnelerinin altına süpürülmüştü.
Sonuç olarak bence Nolan sinemasını tamamen geniş kitlelerin sevdiği ana akım aksiyon filmlerinde mükemmelleşmeye feda etti. Ve aldığı tepkilere bakılırsa gerçekten de bu türün formülünü kusursuz bir şekilde oturtmuşa benziyor.
"Inception"ı izlemeye bu düşüncelerle başladım, ve maalesef (kendi açımdan "maalesef", ama büyük çoğunluk için anlaşılan "şükür ki") Nolan'ın kendisini tamamen bu türde kaybettiğine şahitlik ettim. Bir film bu kadar mı boş, ve anlamsız olur, bu kadar mı sırf aksiyon sahnelerine yüklenir. Filmin ilk yarısı en sinir olduğum şekilde "aptal seyirci"ye pek bir karmaşık ve derin olan konunun didaktik bir şekilde anlatılmasıyla geçiyor. Buna Hollywood'un klişe çekmecelerinin en üstünden çıkarılmış bir "unutulamayan, travmalara sebep olan ölmüş sevgili" dramı ekleniyor. Ondan sonra ver elini köküne kadar aksiyon sahnesi. Kahramanlarımız kendilerini bilinç altındaki bilinç altlarında koştururken buluyorlar. Bir karakter ölürse şurada kesinlikle hapsolunur, mahvoluruz diye anlatılan, bir karakter ölünce, madem öyle o zaman böyle yaparız oluverir denerek geçiştiriliyor. İnsanoğlunun bilinçaltı denen karmaşık düzenek adeta bir bulaşık makinesi kullanım kılavuzuyla çözülebilecek bir olguya indirgeniyor. Freud herhalde mezarında fıldır fıldır dönmüştür.
Bu tür filmlerde maalesef efektler ve aksiyon sahneleri anlatılanları desteklemek için kullanılmıyor, sanki belli olan ana konu çerçevesinde önce bir görsel efekt ve bir aksiyon sahneleri ekibi bu sahneleri planlıyor, ondan sonra bu parçaları birleştirmek için senaristler deveye hendek atlatmakla kalmayıp saltolar attırıyorlar. Bir de bir yerde filmin sonunun açık olduğuna dair şikayetler olduğunu okuyunca çok hayret ettim. Esas filmin sonunun açık olmaması, filmin saçmalıklarına olan kızgınlığımı katlamıştı. Seyredenler anlayacaklar; eğer o zımbırtı dönerken film bitseydi, yani devrilip devrilmediğini görmeseydik, o zaman filmin sonu açık olmayacak mıydı?
Neyse, gerçekten de çok üzüldüm, ve daha kötüsü sinirlendim. Beni aptal yerine koyan, gözümü binbir masakaralıkla boyamaya kalkışan filmlere sinirlenmeden edemiyorum. Bu filmin nesine bayıldı insanlar benim için büyük bir muamma.
Sonuç olarak bence Nolan sinemasını tamamen geniş kitlelerin sevdiği ana akım aksiyon filmlerinde mükemmelleşmeye feda etti. Ve aldığı tepkilere bakılırsa gerçekten de bu türün formülünü kusursuz bir şekilde oturtmuşa benziyor.
"Inception"ı izlemeye bu düşüncelerle başladım, ve maalesef (kendi açımdan "maalesef", ama büyük çoğunluk için anlaşılan "şükür ki") Nolan'ın kendisini tamamen bu türde kaybettiğine şahitlik ettim. Bir film bu kadar mı boş, ve anlamsız olur, bu kadar mı sırf aksiyon sahnelerine yüklenir. Filmin ilk yarısı en sinir olduğum şekilde "aptal seyirci"ye pek bir karmaşık ve derin olan konunun didaktik bir şekilde anlatılmasıyla geçiyor. Buna Hollywood'un klişe çekmecelerinin en üstünden çıkarılmış bir "unutulamayan, travmalara sebep olan ölmüş sevgili" dramı ekleniyor. Ondan sonra ver elini köküne kadar aksiyon sahnesi. Kahramanlarımız kendilerini bilinç altındaki bilinç altlarında koştururken buluyorlar. Bir karakter ölürse şurada kesinlikle hapsolunur, mahvoluruz diye anlatılan, bir karakter ölünce, madem öyle o zaman böyle yaparız oluverir denerek geçiştiriliyor. İnsanoğlunun bilinçaltı denen karmaşık düzenek adeta bir bulaşık makinesi kullanım kılavuzuyla çözülebilecek bir olguya indirgeniyor. Freud herhalde mezarında fıldır fıldır dönmüştür.
Bu tür filmlerde maalesef efektler ve aksiyon sahneleri anlatılanları desteklemek için kullanılmıyor, sanki belli olan ana konu çerçevesinde önce bir görsel efekt ve bir aksiyon sahneleri ekibi bu sahneleri planlıyor, ondan sonra bu parçaları birleştirmek için senaristler deveye hendek atlatmakla kalmayıp saltolar attırıyorlar. Bir de bir yerde filmin sonunun açık olduğuna dair şikayetler olduğunu okuyunca çok hayret ettim. Esas filmin sonunun açık olmaması, filmin saçmalıklarına olan kızgınlığımı katlamıştı. Seyredenler anlayacaklar; eğer o zımbırtı dönerken film bitseydi, yani devrilip devrilmediğini görmeseydik, o zaman filmin sonu açık olmayacak mıydı?
Neyse, gerçekten de çok üzüldüm, ve daha kötüsü sinirlendim. Beni aptal yerine koyan, gözümü binbir masakaralıkla boyamaya kalkışan filmlere sinirlenmeden edemiyorum. Bu filmin nesine bayıldı insanlar benim için büyük bir muamma.
Stieg Larsson ve "Millennium" üçlemesi
Stieg Larsson'un polisiye "Millennium" üçlemesi 40'ın üzerinde ülkede 27 milyon adet satılmış. İlginç olan gazeteci Larsson'un bu üçlemeyi yayınlamak için değil, kendisi için işten döndükten sonra yazmış olması. 2004'te 50 yaşında geçirdiği kalp kriziyle hayatını kaybetmesinden sonra kitaplar yayınlanıyor ve uzun süre çok satanlar listesinin üst sıralarında kalıyor.
Romanların ve dolayısıyla filmlerin konusuna gelirsek; Millennium, İsveç'teki politik yozlaşmaya ve skandallara ışık tutan idealist bir politik dergi, ve çalışanları kaşıdıkları konular itibariyle sürekli tehditlerle karşı karşıyalar. Millenium'un kurucularından baş kahramanımız Blomkvist ismini, bence Dünya'daki en iyi çocuk kitabı yazarı olan Astrid Lindgren'in çocuk dedektif kahramanı Kalle Blomkvist'ten alıyor. Blomkvist'in maceralarına ben bu yaşta okuyup bayıldım, çocuğunuza kitap okurken eğer siz de eğlenmek istiyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. İki Blomkvist'in benzerlikleri tabii dedektiflik tutkusuyla sınırlı; Küçük Blomkvist bahçesinde hayal dünyasının ürünlerinin izini sürerken, Millennium'daki Blomkvist kelle koltukta aşırı sağcılarla boğuşmakta. Esasında romanın merkezinde, filmlere ismini de veren ejderha dövmeli kız var, ve bence kitapları da filmleri de sıradan bir polisiye olmaktan kurtaran karakter o. İspiyon vermemek adına detaylarına girmeyeceğim, ancak genç yaşında başına gelmeyen kalmamış olan Lisbeth'in ürkütücü hayat hikayesi 3 filmdeki olayların, cinayetlerin belkemiğini oluşturuyor, ve gerçekten de resmin tamamlanması için üçlemeyi de tamamlamak gerekiyor. İlk filmdeki gerilim dozu çok başarılı. Aynı dozaj, yönetmeni de değişen ikinci ve üçüncü filmlerde korunamasa da, her biri iki saatin üzerinde olmasına rağmen ilgiyle sıkılmadan izleniyor. Arka planda soğuk, karanlık, güzel İsveç ve Stockholm'ün olması filmin atmosferine çok olumlu katkı yapmış.
İlginç bir not; Yazar Larsson'un hayatını wikipedia'dan okuyunca fark ettim ki, esasında üçlemede bir hayli otobiyografik öge de mevcut. Larsson'un, aşırı sağcı akımların gençler arasında yaygınlaşmasına karşı mücadele amacıyla kurduğu Expo vakfı ve yayınladığı Expo dergisi kendisine bir hayli düşman kazandırmış ve uzun süre ölüm teditleri almış. Hatta genç yaşında ölümüyle ilgili de spekülasyonlar bulunuyor.
Diğer bir not; Her uluslararası ses getiren filmde olduğu gibi, Hollywood yine bir remake için yola çıkmış. "Zodiac" ile polisiye gerilim türünün iyi bir örneğine imza atmış olan David Fincher bu görevi üstlenmiş. Önyargılı olmamak lazım ama Fincher gibi kendini kanıtlamış yönetmenlerin, zaten başarılı olan filmlerin tekrar çekimlerini yapmalarını pek anlayamıyorum. Yine de umarım Scorsese'nin "Departed"'daki başarısını yakalar.
Romanların ve dolayısıyla filmlerin konusuna gelirsek; Millennium, İsveç'teki politik yozlaşmaya ve skandallara ışık tutan idealist bir politik dergi, ve çalışanları kaşıdıkları konular itibariyle sürekli tehditlerle karşı karşıyalar. Millenium'un kurucularından baş kahramanımız Blomkvist ismini, bence Dünya'daki en iyi çocuk kitabı yazarı olan Astrid Lindgren'in çocuk dedektif kahramanı Kalle Blomkvist'ten alıyor. Blomkvist'in maceralarına ben bu yaşta okuyup bayıldım, çocuğunuza kitap okurken eğer siz de eğlenmek istiyorsanız kesinlikle tavsiye ederim. İki Blomkvist'in benzerlikleri tabii dedektiflik tutkusuyla sınırlı; Küçük Blomkvist bahçesinde hayal dünyasının ürünlerinin izini sürerken, Millennium'daki Blomkvist kelle koltukta aşırı sağcılarla boğuşmakta. Esasında romanın merkezinde, filmlere ismini de veren ejderha dövmeli kız var, ve bence kitapları da filmleri de sıradan bir polisiye olmaktan kurtaran karakter o. İspiyon vermemek adına detaylarına girmeyeceğim, ancak genç yaşında başına gelmeyen kalmamış olan Lisbeth'in ürkütücü hayat hikayesi 3 filmdeki olayların, cinayetlerin belkemiğini oluşturuyor, ve gerçekten de resmin tamamlanması için üçlemeyi de tamamlamak gerekiyor. İlk filmdeki gerilim dozu çok başarılı. Aynı dozaj, yönetmeni de değişen ikinci ve üçüncü filmlerde korunamasa da, her biri iki saatin üzerinde olmasına rağmen ilgiyle sıkılmadan izleniyor. Arka planda soğuk, karanlık, güzel İsveç ve Stockholm'ün olması filmin atmosferine çok olumlu katkı yapmış.
İlginç bir not; Yazar Larsson'un hayatını wikipedia'dan okuyunca fark ettim ki, esasında üçlemede bir hayli otobiyografik öge de mevcut. Larsson'un, aşırı sağcı akımların gençler arasında yaygınlaşmasına karşı mücadele amacıyla kurduğu Expo vakfı ve yayınladığı Expo dergisi kendisine bir hayli düşman kazandırmış ve uzun süre ölüm teditleri almış. Hatta genç yaşında ölümüyle ilgili de spekülasyonlar bulunuyor.
Diğer bir not; Her uluslararası ses getiren filmde olduğu gibi, Hollywood yine bir remake için yola çıkmış. "Zodiac" ile polisiye gerilim türünün iyi bir örneğine imza atmış olan David Fincher bu görevi üstlenmiş. Önyargılı olmamak lazım ama Fincher gibi kendini kanıtlamış yönetmenlerin, zaten başarılı olan filmlerin tekrar çekimlerini yapmalarını pek anlayamıyorum. Yine de umarım Scorsese'nin "Departed"'daki başarısını yakalar.
16 Aralık 2010 Perşembe
Michael Haneke ve 71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls (1994)
Yoğun çalışma, yorgunluk ve hastalıklar sebebiyle hala düzenli film izleme alışkanlığımıza geri dönemedik, ama bir buçuk aydır günceye yazı yazamamamın asıl sebebi, çok büyük hayranı olduğum Haneke'yle ilgili bu yazıyı yazmaya bir türlü gerekli vakti ayıramamam oldu. Baştan sağma bir yazı yazmak istemiyordum, genelde sevdiğim yönetmenlerde yapmaya çalıştığım üzere, her biri ayrı bir şaheser olan filmlerine tek tek değinmek istiyordum. Haneke'de bu özellikle zor, çünkü (orijinali muhteşem "Funny Games"'in izlemeyi reddettiğim Hollywood remake'i dışında) tüm filmlerini izlemiş olduğum için de uzun bir yazı olmak durumunda. Bu seferlik sadece çok sevdiğim birkaç filminin ismini sayıklamakla yetineyim; "Funny Games", "Der siebente Kontinent", "Benny's Video", "Das weisse Band".
Haneke filmlerinde genelde, bireylerin "modernleşen" toplumda birbirlerine giderek daha fazla yabancılaşmaları, içlerine kapanmaları, hayattan kendilerini giderek daha fazla izole etmeleri üzerine çok etkileyici sosyal eleştiriler getiriyor. Bu tür bir toplumsal eleştiriye uygun malzemeyi en verimli ve uç şekilde sağlıyacak ülke de herhalde yönetmenin memleketi Avusturya'dır (bu yargı tabii tamamen kişisel ve benim önyargılarıma dayalı). Haneke bu tespitleri yaparken de çok özgün bir sinema diline, yönetsel dehaya ve çok vurucu bir oyuncu seçimi ve yönetimi yeteneğine sahip.
Sinemada (ve tiyatro, edebiyat gibi diğer dallarda) son yıllarda giderek artan ve benim de büyük beğeniyle takip ettiğim bir akım söz konusu. Hikayelerin ilk önce bağımsız gibi duran parçalarını izliyor, konu ilerledikçe, özellikle de final yaklaştıkça bu parçaların birleştiğini görüyoruz. Bunu mesela sinemada Iñárritu müthiş bir şekilde kullanıyor, veya aklıma sondan başlayarak geriye giden "Memento" geliyor. Edebiyatta da Perec'in "Yaşam Kullanma Kılavuzu" iyi bir örnek sayılabilir.
Şahsen sinemada bu puzzle parçalı filmleri son yılların buluşu olarak algılarken, bu türün en mükemmel örneğini Haneke'nin taa 1994 yılında (1994 için taa dediğime inanamıyorum) verdiğini yeni keşfettim. "Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası" olarak dilimize çevrilebilecek filmde, gerçekten de her biri birbirinden bağımsız gözüken tam 71 adet fragman izliyoruz. Kimisi birkaç saniye, kimisi bir iki dakika olan her bir fragman, kendi içinde mutlaka bir şeyler söyleyen birer kısa film adeta. Ve tüm parçalar filmin sonunda kusursuz şekilde birbirini buluyor, hem de yönetmen bunu seyirciyi aptal yerine koymadan, gereksiz açıklamalara girişmeden yapıyor.
Tek kelimeyle (kendimi tutamıyorum, sanırım yine üç olacak) muhteşem, muhteşem, muhteşem...
Haneke filmlerinde genelde, bireylerin "modernleşen" toplumda birbirlerine giderek daha fazla yabancılaşmaları, içlerine kapanmaları, hayattan kendilerini giderek daha fazla izole etmeleri üzerine çok etkileyici sosyal eleştiriler getiriyor. Bu tür bir toplumsal eleştiriye uygun malzemeyi en verimli ve uç şekilde sağlıyacak ülke de herhalde yönetmenin memleketi Avusturya'dır (bu yargı tabii tamamen kişisel ve benim önyargılarıma dayalı). Haneke bu tespitleri yaparken de çok özgün bir sinema diline, yönetsel dehaya ve çok vurucu bir oyuncu seçimi ve yönetimi yeteneğine sahip.
Sinemada (ve tiyatro, edebiyat gibi diğer dallarda) son yıllarda giderek artan ve benim de büyük beğeniyle takip ettiğim bir akım söz konusu. Hikayelerin ilk önce bağımsız gibi duran parçalarını izliyor, konu ilerledikçe, özellikle de final yaklaştıkça bu parçaların birleştiğini görüyoruz. Bunu mesela sinemada Iñárritu müthiş bir şekilde kullanıyor, veya aklıma sondan başlayarak geriye giden "Memento" geliyor. Edebiyatta da Perec'in "Yaşam Kullanma Kılavuzu" iyi bir örnek sayılabilir.
Şahsen sinemada bu puzzle parçalı filmleri son yılların buluşu olarak algılarken, bu türün en mükemmel örneğini Haneke'nin taa 1994 yılında (1994 için taa dediğime inanamıyorum) verdiğini yeni keşfettim. "Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası" olarak dilimize çevrilebilecek filmde, gerçekten de her biri birbirinden bağımsız gözüken tam 71 adet fragman izliyoruz. Kimisi birkaç saniye, kimisi bir iki dakika olan her bir fragman, kendi içinde mutlaka bir şeyler söyleyen birer kısa film adeta. Ve tüm parçalar filmin sonunda kusursuz şekilde birbirini buluyor, hem de yönetmen bunu seyirciyi aptal yerine koymadan, gereksiz açıklamalara girişmeden yapıyor.
Tek kelimeyle (kendimi tutamıyorum, sanırım yine üç olacak) muhteşem, muhteşem, muhteşem...
25 Ekim 2010 Pazartesi
Carles Batlle ve Baştan Çıkarma
Yeni Dalga Katalan Tiyatrosu'nun öncü ismi olarak nitelenen Carles Battle'ın oyunu daha önce Pera Müzesi'nde okuma tiyatrosu olarak dinleyicilerle buluşmuş. Bu sezon Devlet tiyatroları aynı oyunu sahneye taşıyor. Biz de heyecanla beklediğimiz yeni tiyatro sezonunu açmak için, pek çok sevdiğimiz Üsküdar'daki Tekel Binasının yolunu tuttuk. Binadaki Stüdyo sahnesinde uzunlamasına platform, sadece 3 sıra halinde dizilen seyircilerin önünde kurulmuş, böylece oyuna dokunma mesafesinde oturuluyor. Hareketli sahne üzerinde antik mobilyalar bulunuyor, güzel bir ışık, ve güzel tekel binasının taş duvarlarına da üst kısımda projeksiyonlarla video görüntüsü yansıtılmış. Buraya kadar her şey güzel, ama güzellikler de maalesef bu kadarla kalıyor. Oyun, ilk bölümünde son derece tutuk bir monolog/diyalogla başladı. Bunda sanırım çevirinin de çok kötü olmasının etkisi var. Hani kötü çevirilmiş kitap akıcı okunmaz ya, sürekli bir rahatsızlık verir. Bu genelde bir çevirinin kelime kelime yapılmasından kaynaklanır. Birebir çevirdiğinizde her şey türkçeye tam oturmaz. Halbuki yazının ruhunu yakalamak için aynı anlamı veren bambaşka kelimelerin yanyana geliyor olması gerekebilir (maalesef türkçeye çevirilen kitapların da 90%'ı bu şekilde heba olur)
Bu tahminimce kötü olan çeviriye, muhtemelen oyunun ilk prömiyer haftasında olmasından kaynaklı, oyuncuların da oyuna hazır olmamaları ekleniyor. Zaten tökezleyen çeviri, bir de oyuncuların ha unuttu, ha unutacak dedirten performanslarıyla daha da seyir keyfini azaltan bir hal aldı. Özellikle ilk bölümde aynı anda konuşmaya dalmalar, diyaloğun sırasının karışmasından kaynaklı, abzürt tiyatroya meyleden konuşmalar işin tuzun biberi oldu. Oyuncu performanslarını da yetersiz bulduğumu belirtmeliyim. Bütün bunlar birleşince özünde bir trajedi olan oyun üzerimizde zerre iz bırakmadı. 5 sahneden oluşan oyunda, ilk 4 bölümde izlediğimiz parçalar 5. bölümde birleşerek bir anlam kazanıyorlar, ama içerik yeterli olmayınca bu çözümün etkisi de sıfıra yakınsıyor.
Maalesef olmamış...
Bu tahminimce kötü olan çeviriye, muhtemelen oyunun ilk prömiyer haftasında olmasından kaynaklı, oyuncuların da oyuna hazır olmamaları ekleniyor. Zaten tökezleyen çeviri, bir de oyuncuların ha unuttu, ha unutacak dedirten performanslarıyla daha da seyir keyfini azaltan bir hal aldı. Özellikle ilk bölümde aynı anda konuşmaya dalmalar, diyaloğun sırasının karışmasından kaynaklı, abzürt tiyatroya meyleden konuşmalar işin tuzun biberi oldu. Oyuncu performanslarını da yetersiz bulduğumu belirtmeliyim. Bütün bunlar birleşince özünde bir trajedi olan oyun üzerimizde zerre iz bırakmadı. 5 sahneden oluşan oyunda, ilk 4 bölümde izlediğimiz parçalar 5. bölümde birleşerek bir anlam kazanıyorlar, ama içerik yeterli olmayınca bu çözümün etkisi de sıfıra yakınsıyor.
Maalesef olmamış...
21 Ekim 2010 Perşembe
Bilkent Piyanolu Üçlüsü - Brahm, Shostakovich, Schubert
Piyanoda Elif Önal, Kemanda Irina Nikotina ve Viyolonselde Yiğit Ülgen'den oluşan üçlü CKM'de Brahms ve Shostakovich’in piyanolu üçlülerini yorumladılar. Çok başarılı ve dinlendirici bir performanstı. Brahms'ın eserinden çok Shostakovich'in üçlüsünden etkilendim. Moderni romantiğe tercih ettiğim çok nadirdir, ama Shostakovich'in eseri gerçekten çok değişik ve yaratıcı idi, çok da güzel icra ettiler. Konserin sonundaki cılız alkışa rağmen, benim gibi ısrar edenleri kırmayıp bir de bis yaptılar, bu sefer de Shubert'in bir piyanolu üçlüsünden bir bölümü seslendirdiler. Oldukça bilinen ve çok güzel bir melodiye sahip olan eser bizi mest etti.
Konserin Kadıköy Belediyesinin sponsorluğunda ücretsiz gerçekleşmesine rağmen salonun yarısından çoğu boştu. Belediyenin, bu kadar kaliteli bir konserin izlenmesi için herhalde girişte para dağıtması gerekecek ki salon dolabilsin. Salondakiler de apayrı bir konu, ilk yarıda yanımdaki bey konser başlar başlamaz uykuya daldı, arada bir sesli silkinip sonra uyumaya devam etti. Herhalde ara olunca evine gider dedim, ama geldi ikinci yarı yine yerine oturdu, biz de kalkıp başka bir yere geçtik. Keşke yer değiştirmez olaydık, bu sefer de yanımızda kısık sandıkları sesleriyle konuşmalarının serbest olduğunu zanneden bir çift vardı, hatta bir ara bir tanesi ağzını kapama ihtiyacı dahi duymadan hapşırınca, diğeri çok yaşa dedi, hapşıran da sen de gör dedi. Gelin de böyle bir ortamda bir konser takip etmeye çalışın. İnsanlara gerçekten zerre kadar tahammülüm yok, büyük çoğunluk bu kadar mı kaba ve cahil olabilir. Gerçekten de bazen kendimi eve kapayıp hiç kimseyi görmek dahi istemiyorum.
Konserin Kadıköy Belediyesinin sponsorluğunda ücretsiz gerçekleşmesine rağmen salonun yarısından çoğu boştu. Belediyenin, bu kadar kaliteli bir konserin izlenmesi için herhalde girişte para dağıtması gerekecek ki salon dolabilsin. Salondakiler de apayrı bir konu, ilk yarıda yanımdaki bey konser başlar başlamaz uykuya daldı, arada bir sesli silkinip sonra uyumaya devam etti. Herhalde ara olunca evine gider dedim, ama geldi ikinci yarı yine yerine oturdu, biz de kalkıp başka bir yere geçtik. Keşke yer değiştirmez olaydık, bu sefer de yanımızda kısık sandıkları sesleriyle konuşmalarının serbest olduğunu zanneden bir çift vardı, hatta bir ara bir tanesi ağzını kapama ihtiyacı dahi duymadan hapşırınca, diğeri çok yaşa dedi, hapşıran da sen de gör dedi. Gelin de böyle bir ortamda bir konser takip etmeye çalışın. İnsanlara gerçekten zerre kadar tahammülüm yok, büyük çoğunluk bu kadar mı kaba ve cahil olabilir. Gerçekten de bazen kendimi eve kapayıp hiç kimseyi görmek dahi istemiyorum.
20 Ekim 2010 Çarşamba
Urszula Antoniak ve Nothing Personal (2009)
Polonya'dan inanılmaz kadın yönetmenler çıkmaya devam ediyor. Favori yönetmenlerimden Dorota Kedzierzawska'dan sonra Antoniak da ilk filmiyle sinefil hayatıma etkileyici bir giriş yaptı. "Into the Wild"'ın sadeliğini, sessizliğini, derinliğini sevenler kanımca bu filmi de çok beğenecekler. Filmin baş karakteri Anne'in İrlanda'nın büyüleyici ıssız doğasında kendini yollara verişini ve sonrasında yemek karşılığı bahçe işlerini yapmayı kabul ettiği bir yerde duraklamasını, burada karşılaştığı Martin'le olan ilişkisini izliyoruz. Diyalogların minimumda ama hislerin çok yoğun olduğu hikayeye muhteşem işlenmiş doğa görselleri eşlik ediyor. Filmin ayrılmış olduğu 5 bölüme, bölüm başlıklarının hikayeyle bağlantısına, tekbaşınalık ve yanlızlık kavramlarının işlenilişine hayran kaldım.
Kelimelerle anlatılamayacak, ancak hissederek izlenebilecek muhteşem, muhteşem ve muhteşem bir film.
Kelimelerle anlatılamayacak, ancak hissederek izlenebilecek muhteşem, muhteşem ve muhteşem bir film.
William Inge ve Come Back Little Sheba (1952)
İzlediğim filmlere başlık koyarken, hep filmin yönetmeninin adını kullanıyorum, çünkü bir filmi tercih ederken mutlaka öncelikle yönetmeninin kim olduğuna bakıyorum ama bu sefer bir istisna söz konusu, çünkü bu filmi izleme sebebim filmin yönetmeni Daniel Mann değil, filmin yazarı William Inge. Inge'nin daha önce izlediğim "Splendor in the Grass (1961)"'ı beni çok etkilemişti. Diğer bir başarılı oyunu "Picnic" de 1955'de filme çekilmişti. Genelde beğendiğim yönetmenlerin diğer filmlerini IMDB'den incelerken, bu sefer Inge'nin yazdıklarına baktım ve karşıma "Come Back Little Sheba" çıktı. Başrolde de "Il Gattopardo"'daki muhteşem oyunuyla hafızama kazınmış Burt Lancaster'ı görünce tamam dedim, bu mutlaka izlenmesi gereken bir film. Filmde Lancaster değil ama diğer başroldeki Shirley Booth kelimenin tam anlamıyla döktürüyor, zaten o sene en iyi kadın oyuncu oscar'ını da hanesine yazdırmış. Filmdeki oyuncu performanslarına söylenecek laf yok ama ben başka bir konuya maalesef fazlasıyla takıldım. Filmde Lancaster bir alkoliği, Booth ise onun eşini canlandırıyor, ancak film başladığında ben uzun süre (Eş olduklarının diyaloglarda geçmesine rağmen) Booth'un Lancaster'ın annesi olduğunu düşündüm, çünkü görüntü olarak o kadar eş olmaktan uzak gözüküyorlardı. Filmden sonra IMDB'ye baktığımda aralarında 15 yaş fark olduğunu gördüm, bir de doğanın yaş konusunda bayanlara haksızlık edebildiği ve Lancaster'ın da son derece genç gözüktüğü (sadece şakaklarına biraz beyaz çalarak yaşlandırmaya çalışmışlar ama olmamış) bunlara eklenince, bu iki karakterin ilişkisi üzerine oturtulan film inandırıcılık konusunda en azından benim gözümde bir darbe yedi.
Lancaster'ın bu rolü oynamak için fazla genç olduğu, 11 yıl sonra çekilen "Il Gattopardo"'da ortaya çıkacaktı. "Come Back Little Sheba"'da karakterine derinlik vermekte zorlanırken benzer şekilde hayatın ve yaşanmışlıkların elinden kayıp gitmesiyle başa çıkmakta zorlanan bir karakteri canlandırdığı (ve neredeyse kendini oynadığını düşündürttüğü) bu filmde yukarıda bahsettiğim üzere hayatının performansını çıkarıyor.
Ben bu yaş sorununa belki gereğinden fazla takıldım, ama filmin kadro ve yönetsel zaaflarını bir yana bırakırsak geriye kalan hikayede Inge yine çok etkileyici, sırf onun kaleminin gücünden dolayı bu film izlenir.
Lancaster'ın bu rolü oynamak için fazla genç olduğu, 11 yıl sonra çekilen "Il Gattopardo"'da ortaya çıkacaktı. "Come Back Little Sheba"'da karakterine derinlik vermekte zorlanırken benzer şekilde hayatın ve yaşanmışlıkların elinden kayıp gitmesiyle başa çıkmakta zorlanan bir karakteri canlandırdığı (ve neredeyse kendini oynadığını düşündürttüğü) bu filmde yukarıda bahsettiğim üzere hayatının performansını çıkarıyor.
Ben bu yaş sorununa belki gereğinden fazla takıldım, ama filmin kadro ve yönetsel zaaflarını bir yana bırakırsak geriye kalan hikayede Inge yine çok etkileyici, sırf onun kaleminin gücünden dolayı bu film izlenir.
Ferzan Özpetek ve Mine Vaganti (2010)
Ferzan Özpetek her filminde bir öncekinden daha da kötü film çıkarma konusunda ulaşılması zor bir istikrar yakalamış durumda. Her filmi bir öncekinden daha kötü olan bir yönetmeni niye takip etmeye devam ediyorum ben de bilemiyorum, hem de izlemediğim filmi kalmamış. İşin garibi her filmi büyük ses getiriyor, övgüler alıyor, belki de bu sefer beni şaşırtır, önyargılı olmayayım diye izliyorum ama tam bir zaman kaybı.
Filmlerinde yoğun bir Almodovar olma arzusu mevcut, ama ustanın maalesef yanına dahi yaklaşamıyor. Filmlerine bol miktarda klişe karakter serpiştiriyor, bir de artık Hollywood'un dahi kullanmadığı klişe diyalogları yok mu, gerçekten de dayanılır gibi değil, bu filmin de özellikle sonundaki konuşmalar sinema okullarında "nasıl olmamalı" diye ders olarak okutulmalı. Türkçe'ye "Serseri Mayınlar" olarak çevrilen filmden bir de burada bahsetmek daha da fazla zaman kaybı olacağından sadece uzak durun diyorum.
Filmlerinde yoğun bir Almodovar olma arzusu mevcut, ama ustanın maalesef yanına dahi yaklaşamıyor. Filmlerine bol miktarda klişe karakter serpiştiriyor, bir de artık Hollywood'un dahi kullanmadığı klişe diyalogları yok mu, gerçekten de dayanılır gibi değil, bu filmin de özellikle sonundaki konuşmalar sinema okullarında "nasıl olmamalı" diye ders olarak okutulmalı. Türkçe'ye "Serseri Mayınlar" olarak çevrilen filmden bir de burada bahsetmek daha da fazla zaman kaybı olacağından sadece uzak durun diyorum.
14 Ekim 2010 Perşembe
Philippe Lioret ve Je vais bien, ne t'en fais pas (2006)
Loiret'nin daha önce izlediğim "Welcome"'undan önceki bir yazımda bahsetmiştim. İngilizce'ye "Don't Worry, I'm Fine" olarak çevrilen, yönetmenin "Welcome"'dan bir önceki filmi, 2006 yapımı bir aile draması.
İspanya'daki dil kursundan Fransa'daki ailesinin yanına dönen Lili ikiz erkek kardeşinin babasıyla kavga ederek evi terk ettiğini öğreniyor. Çok yakın olduğu kardeşinin yasını tutarken, kendisinin de şüphe ettiği üzere, olayın basit bir ev terk etme olmadığını hissetmeye başlıyoruz. Filmin devamıyla ilgili her zamanki gibi bir ipucu vermemek adına burada bir nokta koyayım. Gerçi filmi fazla beğenmediğim için devamını da çok tavsiye edemiyorum, çünkü bence olmamış bir film. Çok orijinal olmayan bir konuyu ele alınca değişik bir şeyler söyleyebilmek veya olaya farklı bir açıdan yaklaşabilmek gerekiyor ama Loiret bu konuda bence fazla kafa yormamış, film daha çok sıradan bir TV filmi havasında.
Başroldeki Mélanie Laurent'ı gözüm nereden ısırıyor diye film boyunca düşündüm, meğer "Inglourious Basterds"'de Hitler'i yakan hatunmuş.
İspanya'daki dil kursundan Fransa'daki ailesinin yanına dönen Lili ikiz erkek kardeşinin babasıyla kavga ederek evi terk ettiğini öğreniyor. Çok yakın olduğu kardeşinin yasını tutarken, kendisinin de şüphe ettiği üzere, olayın basit bir ev terk etme olmadığını hissetmeye başlıyoruz. Filmin devamıyla ilgili her zamanki gibi bir ipucu vermemek adına burada bir nokta koyayım. Gerçi filmi fazla beğenmediğim için devamını da çok tavsiye edemiyorum, çünkü bence olmamış bir film. Çok orijinal olmayan bir konuyu ele alınca değişik bir şeyler söyleyebilmek veya olaya farklı bir açıdan yaklaşabilmek gerekiyor ama Loiret bu konuda bence fazla kafa yormamış, film daha çok sıradan bir TV filmi havasında.
Başroldeki Mélanie Laurent'ı gözüm nereden ısırıyor diye film boyunca düşündüm, meğer "Inglourious Basterds"'de Hitler'i yakan hatunmuş.
Şeytanın bacağı kırıldı...(mı)
Sonunda dün akşam bir film izlemeyi başardık, her ne kadar Nina Mad Men'in yeni bölümü yok mu diye yan çizmeye çalıştıysa da, dizilerin dayanılmaz hafifliklerine karşı dik durabildik.
Filmden bahsetmeden, düne kadar yine nelerle vakit geçirdiğimi bir özetleyeyim. İtiraf ediyorum, iradem yeterince güçlü çıkmadı, birkaç gün elim titreyerek uzak durduğum "Dragon Age"i, bitirmeden rahat edemiycem inancı/yanılgısı/bahanesi ile tekrar karşıma aldım. Bitirmekle kalmayıp sağdan soldan bulduğum ek senaryolarını da yükleyip onları da bitirdim ve rahat ettim.
Yine geçen yazımda bahsettiğim "Damages"in ikinci sezonunu ilkine oranla daha az heyecanla izledik. Tamamen ilk iki sezonun kötü bir kopyası olan ve yavaş diyaloglu Meksika/Brezilya sabun operalarına dönme emareleri veren üçüncü sezonu da gereksiz bir görev aşkıyla sonlandırdık. Gerçekten de çok yazık etmişler diziye, sağlam bir malzeme ve Glenn Close gibi bir oyuncunun elinde daha nice heyecanlı sezonlar yaşatabilirdi bu dizi. "24" de her sezon aynı hikayeyi tekrar tekrar çiğniyor ama yine de heyecanla kendini takip ettirmesini biliyor. Bu türün olayı şaşırtma, akıcılık ve merak ettirme, başka bir kayda değer yanı bulunmuyor, ama "Damages" üçüncü sezonda Scott Campbell'i her gördüğümde, sıkıntıdan gerçekten de çatlıyacağımı düşünerek ileri sarma arzusuyla yanıp tutuştum, daha sıkıcı bir karakter dizi dünyasında düşünemiyorum.
"Damages"'in tesellisi muhteşem "In Treatment" oldu, ilk sezonun sonunda tüm hastaların hikayeleri genelde sarsıcı ve etkileyici şekilde nihayete erdi, ikinci sezonda sanırım yeni hastalarla karşılaşıcaz.
Komedi dizilerimiz de son sürat devam ediyor, özellikle "The Big Bang Theory" büyük neşe ve kahkaha kaynağı.
Filmden bahsetmeden, düne kadar yine nelerle vakit geçirdiğimi bir özetleyeyim. İtiraf ediyorum, iradem yeterince güçlü çıkmadı, birkaç gün elim titreyerek uzak durduğum "Dragon Age"i, bitirmeden rahat edemiycem inancı/yanılgısı/bahanesi ile tekrar karşıma aldım. Bitirmekle kalmayıp sağdan soldan bulduğum ek senaryolarını da yükleyip onları da bitirdim ve rahat ettim.
Yine geçen yazımda bahsettiğim "Damages"in ikinci sezonunu ilkine oranla daha az heyecanla izledik. Tamamen ilk iki sezonun kötü bir kopyası olan ve yavaş diyaloglu Meksika/Brezilya sabun operalarına dönme emareleri veren üçüncü sezonu da gereksiz bir görev aşkıyla sonlandırdık. Gerçekten de çok yazık etmişler diziye, sağlam bir malzeme ve Glenn Close gibi bir oyuncunun elinde daha nice heyecanlı sezonlar yaşatabilirdi bu dizi. "24" de her sezon aynı hikayeyi tekrar tekrar çiğniyor ama yine de heyecanla kendini takip ettirmesini biliyor. Bu türün olayı şaşırtma, akıcılık ve merak ettirme, başka bir kayda değer yanı bulunmuyor, ama "Damages" üçüncü sezonda Scott Campbell'i her gördüğümde, sıkıntıdan gerçekten de çatlıyacağımı düşünerek ileri sarma arzusuyla yanıp tutuştum, daha sıkıcı bir karakter dizi dünyasında düşünemiyorum.
"Damages"'in tesellisi muhteşem "In Treatment" oldu, ilk sezonun sonunda tüm hastaların hikayeleri genelde sarsıcı ve etkileyici şekilde nihayete erdi, ikinci sezonda sanırım yeni hastalarla karşılaşıcaz.
Komedi dizilerimiz de son sürat devam ediyor, özellikle "The Big Bang Theory" büyük neşe ve kahkaha kaynağı.
26 Eylül 2010 Pazar
Alışkanlıklar...
Meğer bir günce tutmak da bir alışkanlıkmış, ve pek çok diğer alışkanlık gibi düzenli yapılmayınca unutulmaya yüz tutabiliyormuş. En azından haftada bir kez yazmak istiyor, ama hep erteliyorum. Bari bu aralar boş kalınca nelere vaktimi harcadığımla ilgili birkaç not düşerek, yazmaya tekrar ısınmaya çalışayım.
Öncelikle senelerdir yolumun kesişmediği bir zaman öldürücüye bulaştım; bilgisayar oyunu. Hayatımda bırakamadığım çok az oyun olmuştur, aklıma ilk Amiga zamanlarından Eye of the Beholder ve üniversite yıllarımdaki Might and Magic deliliği geliyor, tehlikeli şekilde bağımlılık yapan FRP'lerdi. Yine aynı tarz bir oyuna geçenlerde kendimi kaptırdım; Dragon Age.
Gerçekten çok keyif alarak oynuyordum ama fark ettim ki ne kadar oynarsam oynayayım hikaye hiç bitmeye yüz tutmuyor, ve gerçekten bağımlılık yapıyor, gece kapatıp yatağa gitmeyi dahi başaramıyorum, dolayısıyla birkaç gün önce, tam bir zombiye dönüşmeden, kendimi bir irade sınamasından geçirerek oyunu yarıda (artık yarı mıdır, başı mıdır, sonu mudur bilemiyorum) bıraktım. Tabii nüksetme riski var, bu riski azaltmak için bir an önce film izleme alışkanlığımı geri kazanmak istiyorum, aylardır neredeyse hiç film izlemedim, meğer film izlemek de bir alışkanlıkmış, onu da aradan geçen zaman zarfında yitirmişim. Şimdi kendimi sinefil disiplinine zorlamak yerine çok keyif aldığım dizilerle yumuşak geçiş yapmaya hazırlanıyorum.
Yaz dizilerimiz "Mad Men"'i ve "Entourage"'ın bölümlerini kaçırmadık. "Entourage" keyifli olmakla birlikte eski sezonların tadını tam veremedi ama "Mad Men" bence en iyi sezonunu geçiriyor. Eski sezonlarda olan kopukluklar, tempo gel git'leri bu sezon hiç yok, dizi iyice derinlik kazandı ve her bölümü sabırsızlıkla bekliyoruz.
Bu arada geç keşfettiğimiz, ama bence mükemmel bir dizi olan 'In Treatment'ın ilk sezonunda sona yaklaşıyoruz. Tüm dizi bir psikoloğun muayenehanesinde geçiyor, ve haftanın dört günü bir hastasının terapisini, beşinci günde ise psikoloğun kendi danışmanıyla değerlendirmelerini izliyoruz. Başta Gabriel Bryne olmak üzere muhteşem oyuncuklarla taçlanan dizi hemen her bölümünde beni hayatla ilgili pek çok şeyi sorgulamaya sevk ediyor.
Bu arada "24" misali biraz gerilim ve adrenalin salgılanması ihtiyacımızı giderecek yeni bir dizi edindik; "Damages". Glenn Close dışındaki oyunculukların sıradan hatta yer yer kötü olmasına, bol Hollywood baharatı ve stereotipleri barındırmasına ve "24"deki kadar olmasa da mantık hatalarına yer vermesine rağmen sürükleyicilik ve arka arkaya kendini izlettirme konusunda başarılı olduğunu ve ilk sezonunu bu haftasonuna sığrdırarak büyük keyif aldığımızı belirteyim.
Sevdiğimiz komedi dizileri de yeni sezona başladı, başlıyor. Favorim "How I Met Your Mother" başladı, "The Big Bang Theory" ve "30 Rock"'ın da elleri kulaklarında olsa gerek.
Diziler de bağımlılık yapıyor ama bence bu yeryüzündeki en güzel bağımlılıklardan biri. Başına oturunca sizi ne beklediğini biliyorsunuz. Her izlenen filmden aynı keyifi almak mümkün olmuyor, her filmin ruh hali sizin o anki ruh halinize uygun olmuyor ama tanıdığınız bir dizide böyle bir risk bulunmuyor. Yine de tabii ikisinin yerleri çok farklı.
Bu arada Filmekimi programı elime geçti, gerçekten çok sevdiğim yönetmenlerin son filmlerinin bulunduğu çok güzel bir program hazırlanmış. Özellikle taptığım yönetmenlerden Julio Medem'in filmini izlemeyi çok arzu ediyorum. İlk fırsatta bu günceye notunu düşme dileğiyle...
Öncelikle senelerdir yolumun kesişmediği bir zaman öldürücüye bulaştım; bilgisayar oyunu. Hayatımda bırakamadığım çok az oyun olmuştur, aklıma ilk Amiga zamanlarından Eye of the Beholder ve üniversite yıllarımdaki Might and Magic deliliği geliyor, tehlikeli şekilde bağımlılık yapan FRP'lerdi. Yine aynı tarz bir oyuna geçenlerde kendimi kaptırdım; Dragon Age.
Gerçekten çok keyif alarak oynuyordum ama fark ettim ki ne kadar oynarsam oynayayım hikaye hiç bitmeye yüz tutmuyor, ve gerçekten bağımlılık yapıyor, gece kapatıp yatağa gitmeyi dahi başaramıyorum, dolayısıyla birkaç gün önce, tam bir zombiye dönüşmeden, kendimi bir irade sınamasından geçirerek oyunu yarıda (artık yarı mıdır, başı mıdır, sonu mudur bilemiyorum) bıraktım. Tabii nüksetme riski var, bu riski azaltmak için bir an önce film izleme alışkanlığımı geri kazanmak istiyorum, aylardır neredeyse hiç film izlemedim, meğer film izlemek de bir alışkanlıkmış, onu da aradan geçen zaman zarfında yitirmişim. Şimdi kendimi sinefil disiplinine zorlamak yerine çok keyif aldığım dizilerle yumuşak geçiş yapmaya hazırlanıyorum.
Yaz dizilerimiz "Mad Men"'i ve "Entourage"'ın bölümlerini kaçırmadık. "Entourage" keyifli olmakla birlikte eski sezonların tadını tam veremedi ama "Mad Men" bence en iyi sezonunu geçiriyor. Eski sezonlarda olan kopukluklar, tempo gel git'leri bu sezon hiç yok, dizi iyice derinlik kazandı ve her bölümü sabırsızlıkla bekliyoruz.
Bu arada geç keşfettiğimiz, ama bence mükemmel bir dizi olan 'In Treatment'ın ilk sezonunda sona yaklaşıyoruz. Tüm dizi bir psikoloğun muayenehanesinde geçiyor, ve haftanın dört günü bir hastasının terapisini, beşinci günde ise psikoloğun kendi danışmanıyla değerlendirmelerini izliyoruz. Başta Gabriel Bryne olmak üzere muhteşem oyuncuklarla taçlanan dizi hemen her bölümünde beni hayatla ilgili pek çok şeyi sorgulamaya sevk ediyor.
Bu arada "24" misali biraz gerilim ve adrenalin salgılanması ihtiyacımızı giderecek yeni bir dizi edindik; "Damages". Glenn Close dışındaki oyunculukların sıradan hatta yer yer kötü olmasına, bol Hollywood baharatı ve stereotipleri barındırmasına ve "24"deki kadar olmasa da mantık hatalarına yer vermesine rağmen sürükleyicilik ve arka arkaya kendini izlettirme konusunda başarılı olduğunu ve ilk sezonunu bu haftasonuna sığrdırarak büyük keyif aldığımızı belirteyim.
Sevdiğimiz komedi dizileri de yeni sezona başladı, başlıyor. Favorim "How I Met Your Mother" başladı, "The Big Bang Theory" ve "30 Rock"'ın da elleri kulaklarında olsa gerek.
Diziler de bağımlılık yapıyor ama bence bu yeryüzündeki en güzel bağımlılıklardan biri. Başına oturunca sizi ne beklediğini biliyorsunuz. Her izlenen filmden aynı keyifi almak mümkün olmuyor, her filmin ruh hali sizin o anki ruh halinize uygun olmuyor ama tanıdığınız bir dizide böyle bir risk bulunmuyor. Yine de tabii ikisinin yerleri çok farklı.
Bu arada Filmekimi programı elime geçti, gerçekten çok sevdiğim yönetmenlerin son filmlerinin bulunduğu çok güzel bir program hazırlanmış. Özellikle taptığım yönetmenlerden Julio Medem'in filmini izlemeyi çok arzu ediyorum. İlk fırsatta bu günceye notunu düşme dileğiyle...
24 Ağustos 2010 Salı
Roman Polanski ve Ghost Writer (2010)
Polanski'nin skandallarla dolu hayatı yaşı artık epey ilerlemiş de olsa hala gündemden düşmüyor ama sinemasının gücü, filmlerinin özel hayatının gölgesinde kalmasına engel oluyor.
Bugüne kadar izleyebildiğim filmlerine kronolojik sırayla ve birer cümleyle değinirsem;
Knife in the Water (1962) : Polanski'nin bu uzun metrajlı ilk filminde tekneyle seyahate çıkacak bir çiftin, yoldan bir otostopçuyu da yanlarına almaları üzerine klostrofobik bir ortamdaki başarıyla verilmiş gerilimi izliyoruz. Bu filmin hatırladığım kadarıyla Nicole Kidman'lı kötü bir Hollywood taklidi de mevcut, taklidinden uzak durulup orijinali seyredilmeli.
Repulsion (1965) : Büyüleyici Catherine Deneuve'ün merkezinde olduğu şaşırtıcı ve sıradışı bir film.
The Fearless Vampire Killers (1967) : Polanski'nin hem yönettiği hem de başrollerden birinde olduğu bu vampir filminde yönetmen yine şaşırtıyor, çünkü bir vampir filmini komedi tarzında çekiyor. Şahsen benim çok beğendiğim bir film değil.
Rosemary's Baby (1968) : Polanski'nin kesinlikle en sevdiğim filmi. Bu filmi mutlaka, konu hakkında hiçbir ön bilgi sahibi olmadan izlemek gerekiyor. Mia Farrow'un performansı da muhteşem.
Chinatown (1974) : Sürekli farklı türleri deneyen Polanski'den 50'li yılların film-noir'larına başarılı bir gönderme.
Frantic (1988) : Eşi birden kaybolan Harrison Ford kendini sürükleyici bir kovalamaca içinde bulur.
Death and the Maiden (1994) Sigourney Weaver Avatar'da karizmayı boydan boya çizdirene kadar keşke yine bir Polanski filminde yer alsaymış.
The Ninth Gate (1999) : Polanski gizemli bir kitap etrafında etkileyici bir atmosfer oluşturuyor, Johny Depp'in varlığıyla da film bir kat daha değerleniyor.
The Pianist (2002) : Yüzlerce filme konu olmuş bir dönemle ilgili bir film çekip, yeni bir şeyler söyleyebilmek, hem de böyle bir görsellikle ancak Polanski gibi bir yetenekle mümkün olabilirdi.
Oliver Twist (2005) : The Pianist'le büyük kitlelere ulaşan Polanski aynı başarıyı Oliver Twist ile tekrarladı. Dickens'ın romanının çok başarılı bir filme aktarımı.
The Ghost Writer (2010) : Gelelim Polanski'nin son filmine. İtiraf etmem lazım ki, filmsiz geçen aylardan sonra, sırf imdb'de ilk 250'ye girdi diye "Kick-Ass"i izleme gafletinde bulundum. Her ne kadar ilk 20 dakikasında ümitli idiysem de bence çok çok kötü bir filmdi ve acilen sinefil damarlarımdaki tansiyonu düzene sokacak bir filme ihtiyacım vardı. Hemen her filmini çok beğendiğim bir yönetmenin filmini izlemek, yapılacak en sağlam adımdı. Polanski yüzümü kara çıkarmadı. "Ghost Writer" gerçekten derli toplu bir film ve dolaylı olarak çok sert bir ABD - Birleşik Krallık kritiği var. Pek çok insan gibi ben de Birleşik Krallık'ın Irak işgalinde ABD'ye, bir çocuğun dahi güleceği içi boş argümanlarla verdiği tam desteğe çok tepkiliyim. Tabii esasında biliyoruz bunun arkasında petrol yataklarına hükmetmek gibi çok "gerekli" gerekçeler olduğunu ama Polanski daha güzel bir açıklama getiriyor. Seyretmemişlere daha fazla ispiyon vermemek adına burada konuyu uzatmayıp, hemen her rolünde beğendiğim Ewan McGregor'un da büyük katkısının olduğu filmi tavsiye edelim.
Bugüne kadar izleyebildiğim filmlerine kronolojik sırayla ve birer cümleyle değinirsem;
Knife in the Water (1962) : Polanski'nin bu uzun metrajlı ilk filminde tekneyle seyahate çıkacak bir çiftin, yoldan bir otostopçuyu da yanlarına almaları üzerine klostrofobik bir ortamdaki başarıyla verilmiş gerilimi izliyoruz. Bu filmin hatırladığım kadarıyla Nicole Kidman'lı kötü bir Hollywood taklidi de mevcut, taklidinden uzak durulup orijinali seyredilmeli.
Repulsion (1965) : Büyüleyici Catherine Deneuve'ün merkezinde olduğu şaşırtıcı ve sıradışı bir film.
The Fearless Vampire Killers (1967) : Polanski'nin hem yönettiği hem de başrollerden birinde olduğu bu vampir filminde yönetmen yine şaşırtıyor, çünkü bir vampir filmini komedi tarzında çekiyor. Şahsen benim çok beğendiğim bir film değil.
Rosemary's Baby (1968) : Polanski'nin kesinlikle en sevdiğim filmi. Bu filmi mutlaka, konu hakkında hiçbir ön bilgi sahibi olmadan izlemek gerekiyor. Mia Farrow'un performansı da muhteşem.
Chinatown (1974) : Sürekli farklı türleri deneyen Polanski'den 50'li yılların film-noir'larına başarılı bir gönderme.
Frantic (1988) : Eşi birden kaybolan Harrison Ford kendini sürükleyici bir kovalamaca içinde bulur.
Death and the Maiden (1994) Sigourney Weaver Avatar'da karizmayı boydan boya çizdirene kadar keşke yine bir Polanski filminde yer alsaymış.
The Ninth Gate (1999) : Polanski gizemli bir kitap etrafında etkileyici bir atmosfer oluşturuyor, Johny Depp'in varlığıyla da film bir kat daha değerleniyor.
The Pianist (2002) : Yüzlerce filme konu olmuş bir dönemle ilgili bir film çekip, yeni bir şeyler söyleyebilmek, hem de böyle bir görsellikle ancak Polanski gibi bir yetenekle mümkün olabilirdi.
Oliver Twist (2005) : The Pianist'le büyük kitlelere ulaşan Polanski aynı başarıyı Oliver Twist ile tekrarladı. Dickens'ın romanının çok başarılı bir filme aktarımı.
The Ghost Writer (2010) : Gelelim Polanski'nin son filmine. İtiraf etmem lazım ki, filmsiz geçen aylardan sonra, sırf imdb'de ilk 250'ye girdi diye "Kick-Ass"i izleme gafletinde bulundum. Her ne kadar ilk 20 dakikasında ümitli idiysem de bence çok çok kötü bir filmdi ve acilen sinefil damarlarımdaki tansiyonu düzene sokacak bir filme ihtiyacım vardı. Hemen her filmini çok beğendiğim bir yönetmenin filmini izlemek, yapılacak en sağlam adımdı. Polanski yüzümü kara çıkarmadı. "Ghost Writer" gerçekten derli toplu bir film ve dolaylı olarak çok sert bir ABD - Birleşik Krallık kritiği var. Pek çok insan gibi ben de Birleşik Krallık'ın Irak işgalinde ABD'ye, bir çocuğun dahi güleceği içi boş argümanlarla verdiği tam desteğe çok tepkiliyim. Tabii esasında biliyoruz bunun arkasında petrol yataklarına hükmetmek gibi çok "gerekli" gerekçeler olduğunu ama Polanski daha güzel bir açıklama getiriyor. Seyretmemişlere daha fazla ispiyon vermemek adına burada konuyu uzatmayıp, hemen her rolünde beğendiğim Ewan McGregor'un da büyük katkısının olduğu filmi tavsiye edelim.
23 Ağustos 2010 Pazartesi
Enrico Rava & Stefano Bollani
Son aylarda katılabildiğim kayda değer tek etkinliği buraya not düşmek isterim. Bu sene pas geçmek zorunda kaldığım İstanbul Müzik Festivali'nin ardından aynı akıbete İstanbul Caz Festivali'nde de uğramak üzereydim. Festival Programı'nı gördüğümde hiçbirine gidemesem de mutlaka trompetçi Enrico Rava'yı kaçırmamalıyım diye düşündüm, zira yıllardır albümlerini büyük keyifle dinliyorum. Piyanist Stefano Bollani'yi ise tanımıyordum, Rava'nın öğrencisiymiş ve son zamanlarda da sık sık beraber konserler veriyorlarmış. Konserin en favori festival mekanım Aya İrini'de olduğunu görünce de motivasyonum bir kat arttı. Çok sevdiğim bir dostum sağolsun organizasyonu yaptı ve konseri kaçırmadık.
Ama salona girer girmez ilk şoku yaşadık, salona öyle bir oturma düzeni yapılmıştı ki, ben hayatımda bundan daha sıkışık sıralar görmedim. O kadar zor sığdık ve o kadar rahatsızdı ki tasvir etmek çok zor. Herhalde Dünya'daki en uyduruk charter uçuşlarda bile öndeki sıraya daha fazla mesafe vardır. Arkamızdakilerin nefesini direk ensemizde hissettik. Festivallerin ne zor şartlarda yapıldığını biliyorum ama bu artık her türlü toleransın ötesinde bir durumdu. Eğer Aya İrini'nin normal bir oturma düzenindeki büyüklüğü bu konseri finanse edemiyorsa, daha büyük bir salon tercih edilmeliydi. Zaten maliyetlerin büyük kısmını bilet satışları değil, sponsorlar karşılıyor, dolayısıyla en başta konsere sponsor olan firmanın bu insanlık dışı uygulamaya karşı çıkması gerekirdi. Konserden sonra hemen IKSV'ye gerçekten de nazik bir mail yazarak sıkıntımı dile getirdim, ama maalesef cevap dahi alamadım. Konser çıkışında kulak misafiri olduğum kadarıyla herkes aynı şeyi konuşuyordu, ama acaba kaç kişi şikayetini IKSV'ye iletti.
Gerçekten de kımıldayamamaktan dolayı içinde bulunduğum fiziksel sıkıntıya rağmen konserden zevk alabilmek için elimden geleni yaptım. Rava ve Bollani çok sempatiktiler, seyirciyle iletişim kurdular, çok ince ve tatlı bir espri anlayışına sahiptiler, sadece aralarda değil, müzik icra ederken de seyircileri ufak mizansenlerle güldürdüler. Beni özellikle Bollani'nin piyano çalışı etkiledi. Piyano'nun tuşlarına her türlü, koluyla, bacağıyla, dirseğiyle de vursa müthiş tınılar çıkardı, sanki hatasız müzik banttan çalıyordu da Bollani rastgele tuşlara vuruyordu.
Umarım IKSV önümüzdeki sene bu benim açımdan kabul edilemez uygulamadan vazgeçer de İstanbul'un en büyüleyici konser mekanında nice konserlerin tadına varabiliriz.
Ama salona girer girmez ilk şoku yaşadık, salona öyle bir oturma düzeni yapılmıştı ki, ben hayatımda bundan daha sıkışık sıralar görmedim. O kadar zor sığdık ve o kadar rahatsızdı ki tasvir etmek çok zor. Herhalde Dünya'daki en uyduruk charter uçuşlarda bile öndeki sıraya daha fazla mesafe vardır. Arkamızdakilerin nefesini direk ensemizde hissettik. Festivallerin ne zor şartlarda yapıldığını biliyorum ama bu artık her türlü toleransın ötesinde bir durumdu. Eğer Aya İrini'nin normal bir oturma düzenindeki büyüklüğü bu konseri finanse edemiyorsa, daha büyük bir salon tercih edilmeliydi. Zaten maliyetlerin büyük kısmını bilet satışları değil, sponsorlar karşılıyor, dolayısıyla en başta konsere sponsor olan firmanın bu insanlık dışı uygulamaya karşı çıkması gerekirdi. Konserden sonra hemen IKSV'ye gerçekten de nazik bir mail yazarak sıkıntımı dile getirdim, ama maalesef cevap dahi alamadım. Konser çıkışında kulak misafiri olduğum kadarıyla herkes aynı şeyi konuşuyordu, ama acaba kaç kişi şikayetini IKSV'ye iletti.
Gerçekten de kımıldayamamaktan dolayı içinde bulunduğum fiziksel sıkıntıya rağmen konserden zevk alabilmek için elimden geleni yaptım. Rava ve Bollani çok sempatiktiler, seyirciyle iletişim kurdular, çok ince ve tatlı bir espri anlayışına sahiptiler, sadece aralarda değil, müzik icra ederken de seyircileri ufak mizansenlerle güldürdüler. Beni özellikle Bollani'nin piyano çalışı etkiledi. Piyano'nun tuşlarına her türlü, koluyla, bacağıyla, dirseğiyle de vursa müthiş tınılar çıkardı, sanki hatasız müzik banttan çalıyordu da Bollani rastgele tuşlara vuruyordu.
Umarım IKSV önümüzdeki sene bu benim açımdan kabul edilemez uygulamadan vazgeçer de İstanbul'un en büyüleyici konser mekanında nice konserlerin tadına varabiliriz.
19 Ağustos 2010 Perşembe
(D) ARA (L)
Bazen hayatlarımızda o kadar yoğun çalışmak zorunda kaldığımız dönemler oluyor ki kendimizi, yaşadığımızı, bu dünya'ya bir kere geldiğimizi unutabiliyoruz. Şu son iki üç ayda bu şekilde bir yoğunluktan geçerken fark ettim ki, bu güncenin benim açımdan bir diğer güzel işlevi de, kendimi unuttuğum dönemlerde beni kendime gelmem yönünde uyarması. Yazamayacak kadar kimse vakitsiz olamaz ama yazamayacak kadar herkes yorgun olabilir ancak daha da acıklısı yazılacakların olmamasıdır. Yazmak için yaşamak, benim tanımımla bir film seyretmek, bir oyun, bir konser izlemek, bir kitap okumak, bir sergi gezmek, güzel bir müzik dinlemek gerekir. Eğer bunların hiçbiri yapılamıyorsa denize fazla açılındığı, dalgalarla fazla boğuşmanın sonunun olmadığı, bir an önce sakin dingin koya geri yüzülmesi, hatta sudan çıkıp gölge bir yere uzanılması gerektiği hatırlanmalı, öncelikler her sabah tekrar tekrar yinelenmeli.
Herkes gibi ben de hayatımın çeşitli dönemlerinde çok yoğun dönemlerden geçmişimdir ama beynimin yukarıda saydığım eylemleri gerçekleştirmemle ilgili kısmının, yoğunluk ve yorgunluktan değil de, özellikle belirsizliklerden kaynaklanan yoğun stresten dolayı tamamen bloke olduğunu fark ettim (son haftalarda İstanbul'da yaşanan dayanılmaz sıcakları da unutmamalı). Bu blokaj olduğu sürece boş bir vakit bulsam da yapabildiğim tek şey boş boş duvara bakmak veya boş bir duvardan farkı olmayan televizyona bakmak, evet maalesef uzun yıllar televizyon izlemeden yaşadıktan sonra şu son zamanda tekrar televizyonun düğmesine dokundum, gereksiz siyasi tartışmaları ve bir de gerekli mi gereksiz mi karar veremediğim (insan doğasıyla ilgili çok ilginç bir belgesel olan) Survivor'ı izledim. Bu sabah itibariyle stresime en büyük kaynak olan konuyu atlatmam itibariyle kendime televizyonun düğmesine Formula1 olmadığı sürece (bir de Survivor finalini izliycem:)) dokunmama sözü veriyorum.
Bu akşam eve gidip güzel bir film izliycem.
Herkes gibi ben de hayatımın çeşitli dönemlerinde çok yoğun dönemlerden geçmişimdir ama beynimin yukarıda saydığım eylemleri gerçekleştirmemle ilgili kısmının, yoğunluk ve yorgunluktan değil de, özellikle belirsizliklerden kaynaklanan yoğun stresten dolayı tamamen bloke olduğunu fark ettim (son haftalarda İstanbul'da yaşanan dayanılmaz sıcakları da unutmamalı). Bu blokaj olduğu sürece boş bir vakit bulsam da yapabildiğim tek şey boş boş duvara bakmak veya boş bir duvardan farkı olmayan televizyona bakmak, evet maalesef uzun yıllar televizyon izlemeden yaşadıktan sonra şu son zamanda tekrar televizyonun düğmesine dokundum, gereksiz siyasi tartışmaları ve bir de gerekli mi gereksiz mi karar veremediğim (insan doğasıyla ilgili çok ilginç bir belgesel olan) Survivor'ı izledim. Bu sabah itibariyle stresime en büyük kaynak olan konuyu atlatmam itibariyle kendime televizyonun düğmesine Formula1 olmadığı sürece (bir de Survivor finalini izliycem:)) dokunmama sözü veriyorum.
Bu akşam eve gidip güzel bir film izliycem.
16 Haziran 2010 Çarşamba
Fernando Botero - Pera Müzesi
Pera Müzesi'ndeki Botero sergisi uzun zamandır en keyif alarak gezdiğim etkinliklerden biri oldu. Resimde (ve de genelde) canlı renkleri çok severim, Botero'nun eserleri de tam bir gözlere renk ziyafeti. Hatta ressam niye resimlerinde büyük hacimli karakterler çizdiği sorulunca, bunu renkleri daha iyi kullanabilmek için tercih ettiğini söylüyor. Resimlerindeki tüm karakterlerin yüzlerinde aynı boş ifade var, dudak uçları da aşağıya baktığı için somurtur durumdalar. Bir tek balkondan atlayarak intihar eden bir adamın yüzünde acı bir gülümsemeyi andırır şekilde dişler görebildim. Cıvıl cıvıl renklerle ışıldayan tablolarda hayata dair çarpıcı bir ironi var benim algılayabildiğim kadarıyla. Botero'nun anlamlarla yüklü resimleri favori ressamım Hopper'ı hatırlattı bana biraz. Botero'nun sirkindeki palyaçolarla Hopper'ın "Soir Bleu"sündeki palyaço arasında yakın bir bağ var kanımca.
Bu müthiş sergi için Pera Müzesi'ne sonsuz teşekkürler...
Bu müthiş sergi için Pera Müzesi'ne sonsuz teşekkürler...
Ressam Pierre Loti - Uzun Bir Yolculuk
Meğer Pierre Loti iyi bir de çizermiş. Karakalem ağırlıklı çizimleri Notre-Dame de Sion Fransız Lisesi’nde sergileniyor. Fotoğrafın olmadığı bir dönemde egzotik ülkelere dair yaptığı resimler ilgi çekici. Sergide ayrıca Abdülmecid'in bizzat kaleme aldığı Loti'ye gönderilmiş ağdalı mektubu okunabilir ve Aziyade'nin yazarın ablası tarafından resmedilmiş tablosu izlenebilir.
Bir dönem Eyüp'te yaşamış Türk dostu Pierre Loti'yi daha yakından tanımak isteyenler bu sergiyi kaçırmasınlar.
Bir dönem Eyüp'te yaşamış Türk dostu Pierre Loti'yi daha yakından tanımak isteyenler bu sergiyi kaçırmasınlar.
Starter - Arter
İstanbul'un kazandığı yeni kültür ve sanat mekanlarından biri de Vehbi Koç Vakfı'nın İstiklal Caddesi'nde bir binayı restore ederek mayıs ayında açtığı Arter. Borusan Müzikevi kadar etkileyici bulmasam da çok güzel bir mekan olmuş. Açılış sergisi "Starter"'ın kuratörlüğünü René Block üstlenmiş ve 87 sanatçının 160 üzerinde eseri sergileniyor. Sergilenen güncel eserler, anlatmak istediklerini direk bir şekilde dillendirmiyorlar, tüm eserler üzerinde biraz düşünmek, vakit harcamak gerekiyor, herhalde her şeyi hızlıca tüketmeye alışmış günümüz toplumuna bir tepki olsa gerek. Sergiyi gezerken kendimi minik bir bienalde hissettim, hatta bu seneki Istanbul bienalinden daha başarılı bulduğumu belirtmeliyim.Eğer İstiklal Caddesi'nde dolaşırken dikkatinizi vitrindeki dev bir tank çekerse, biraz vaktinizi (hatta birazdan fazla) ayırıp kendinizi Arter'in kollarına bırakın.
Madde Işık - Borusan Müzikevi
Borusan Müzikevi'nin içini çok merak ediyordum. "Madde ve Işık" sergisini görünce bu merakın da etkisiyle hemen içeri daldım. Binanın içi de dışı kadar güzel ve çok başarılı bir şekilde restore edilmiş. Binanın güzelliği bir yana, içerideki sergi de çok etkileyiciydi. Kuratörlüğünü Richard Castelli'nin üstlendiği sergide 9 sanatçının eserleri Borusan Müzikevi'nin beş katına yayılmış. Işık, ses ve madde devinimlerinin oluşturduğu eserlerin her birini ayrı ayrı beğendim ama özellikle genişçe bir havuzun içindeki sıvıda yaratılan dalgasal hareketlerin yan taraftan vuran güçlü ışıkla duvara yansıyan görüntüsü çok etkileyiciydi. Sergi, eserlere yer yer dokunarak, içlerinde yer alarak, 3 boyutlu görüntüleri kontrol ederek interaktif bir deneyim de sağlıyor. Kısacası İstiklal Caddesi'nin kuru kalabalığından muhteşem bir kaçış noktası, ekim ayına kadar da açık, ben şahsen oradan geçtikçe içeri dalmayı düşünüyorum.
6 Haziran 2010 Pazar
Jim Jarmusch ve The Limits of Control (2009)
Jim Jarmusch'un özellikle "Down by Law (1986)"'unu ve "Night on Earth (1991)"'ünü çok severim. Roberto Benigni her ikisinde de unutulumaz komik iki karaktere imza atmıştır. Diğer filmleri "Stranger Than Paradise (1984)", "Mystery Train (1986)", "Dead Man (1995)", "Ghost Dog: The Way of the Samurai (1999)", "Coffee and Cigarettes (2003)", "Broken Flowers (2005)" birbirinden ilginç, özgün ve Jarmusch sinemasının tipik örnekleridir. Jarmusch hiç bir zaman tribünlere oynamaz, gişe endişesiyle filmler yapmaz, bu da onun filmlerini kult statüsüne taşımıştır.
Son filmi "The Limits of Control" bu statüyü iyice sağlamlaştıran bir eser. Isaach De Bankole'nin başarıyla canlandırdığı "yanlız adam" film boyunca hemen hemen hiç konuşmayarak sırayla pek çok nevi şahsına münhasır karakterle bir araya geliyor ve onlarla esrarengiz bir kibrit kutusu değiş tokuşu yapmanın yanı sıra anlatılanlara ermiş bir ifadeyle kulak veriyor. Büyük beklentilerle filmin başına geçenler veya anaakım filmleri tercih edenlerin hayal kırıklığına uğramaları muhtemel olan film, Jarmusch'un her biri sıradışı olan filmlerini sevenlerin beğenisini kazanacaktır.
Son filmi "The Limits of Control" bu statüyü iyice sağlamlaştıran bir eser. Isaach De Bankole'nin başarıyla canlandırdığı "yanlız adam" film boyunca hemen hemen hiç konuşmayarak sırayla pek çok nevi şahsına münhasır karakterle bir araya geliyor ve onlarla esrarengiz bir kibrit kutusu değiş tokuşu yapmanın yanı sıra anlatılanlara ermiş bir ifadeyle kulak veriyor. Büyük beklentilerle filmin başına geçenler veya anaakım filmleri tercih edenlerin hayal kırıklığına uğramaları muhtemel olan film, Jarmusch'un her biri sıradışı olan filmlerini sevenlerin beğenisini kazanacaktır.
Adrián Biniez ve Gigante (2009)
Biniez'in ilk uzun metrajlı filmi "Gigante" tipik bir Uruguay filmi. Son dönem Türk filmlerinin çoğunun ağır ve melankolik bir ortak paydası olduğu gibi, bugüne kadar izlediğim Uruguay filmlerinin de böyle bir ortak paydası var. Tasviri zor biraz nihilist, zamanın yavaş işlediği bir atmosferi var bu filmlerin. Biniez, bu sinemanın çok iyi bir örneği olan "Whisky"'de de oyuncu olarak ufak bir rol üstlenmiş. "Gigante" "Whisky"'nin kalitesine ulaşamasa da fena bir film değil.
Büyük bir süpermarkette güvelik görevlisi olarak çalışan "dev" Jara'nın, markette geceleri temizlik işçisi olarak çalışan Julia"ya olan platonik ilgisini ve boş zamanlarında gizlice onu takip etmesini, pek bir olayın olmadığı film boyunca izliyoruz. Sade hikaye herkese hitap etmeyecektir, ama bu tarzın severlerinin ilgisini çekecektir.
Büyük bir süpermarkette güvelik görevlisi olarak çalışan "dev" Jara'nın, markette geceleri temizlik işçisi olarak çalışan Julia"ya olan platonik ilgisini ve boş zamanlarında gizlice onu takip etmesini, pek bir olayın olmadığı film boyunca izliyoruz. Sade hikaye herkese hitap etmeyecektir, ama bu tarzın severlerinin ilgisini çekecektir.
Ilmar Raag ve Klass (2007)
Estonyalı yönetmen Ilmar Raag "Klass" ile çok başarılı bir filme imza atmış. Gus van Sant'ın "Elephant"'ta "nasıl"ına el attığı konunun "niye"siyle ilgileniyor "Klass". İtiraf etmek gerekirse sonuna kadar İsveç'te geçtiğini sandığım hikaye meğerse Estonya'da geçiyormuş, zaten "Klass" da seyrettiğim ilk Eston filmi. Ama anlatılanlar Dünya'nın her ülkesinde geçebilirdi.
Ergenlik çağındaki öğrencilerin bir sınıfta günah keçisi haline gelmiş zayıf bir öğrenciye yaptıkları her türlü işkenceye bir iki öğrencinin liderlik etmesini, diğer öğrencilerin de, faşizmin mikro modeli haline gelmiş bu sınıfta, faşizmin gücünün sırrı olan dışlanmamak için güçlünün arkasında olmayı tercih etmeleriyle olaylar gelişiyor.
Filmin tek zayıf yanını finali olarak görüyorum, tüm yaşananlara rağmen bizzat ikna olduğumu söyleyemem.
Ergenlik çağındaki öğrencilerin bir sınıfta günah keçisi haline gelmiş zayıf bir öğrenciye yaptıkları her türlü işkenceye bir iki öğrencinin liderlik etmesini, diğer öğrencilerin de, faşizmin mikro modeli haline gelmiş bu sınıfta, faşizmin gücünün sırrı olan dışlanmamak için güçlünün arkasında olmayı tercih etmeleriyle olaylar gelişiyor.
Filmin tek zayıf yanını finali olarak görüyorum, tüm yaşananlara rağmen bizzat ikna olduğumu söyleyemem.
Oliver Parker ve Dorian Gray (2009)
Oliver Parker'dan daha önce Oscar Wild'ın çok sevdiğim bir piyesi olan "The Importance of Being Earnest"'ı izlemiş ve okuduğum eserlerin film versiyonlarında uğradığım hayal kırıklığına uğramamıştım.
Parker "Dorian Gray" ile Oscar Wild'ın çok meşhur diğer bir eserine el atıyor, ama bu sefer işi daha zor, çünkü "Dorian Gray" "The Importance of Being Earnest" gibi hoş bir komedi değil, derinliğinin verilmesi çok daha zor, karanlık bir eser. Ruhunu bilgelik karşılığında Mephisto'ya satan Faust'a karşılık, Dorian Gray ruhunu ebedi gençlik ve güzellik uğruna satar ve sonuçlarına katlanır. Onu yoldan çıkaran ise Colin Firth'ün yine başarıyla canlandırdığı Lord Henry'dir.
Ortaya çıkan sonuç kanaatimce çok çok kötü olmamakla beraber başarılı da değil. Orijinal eserin ruhunu ve derinliğini yansıtmaktan bir hayli uzak kalmış.
Parker "Dorian Gray" ile Oscar Wild'ın çok meşhur diğer bir eserine el atıyor, ama bu sefer işi daha zor, çünkü "Dorian Gray" "The Importance of Being Earnest" gibi hoş bir komedi değil, derinliğinin verilmesi çok daha zor, karanlık bir eser. Ruhunu bilgelik karşılığında Mephisto'ya satan Faust'a karşılık, Dorian Gray ruhunu ebedi gençlik ve güzellik uğruna satar ve sonuçlarına katlanır. Onu yoldan çıkaran ise Colin Firth'ün yine başarıyla canlandırdığı Lord Henry'dir.
Ortaya çıkan sonuç kanaatimce çok çok kötü olmamakla beraber başarılı da değil. Orijinal eserin ruhunu ve derinliğini yansıtmaktan bir hayli uzak kalmış.
Hekate'nin Şarkısı
İstanbul Tiyatro Festivali'nin açılış oyunu olan "Hekate'nin Şarkısı"'nda Shakespeare'in sonelerinin türkçe çevirileri, Selim Atakan tarafından müziğe dökülerek projelendirilmiş. Baştan sona müzikal olan eserde Anadolu kökenli bir tanrıça olan Hekate rolünde güzel sesiyle çok başarılı olan Ayça Varlıer'e, şeffaf bir perde arkasında canlı enstrümanlar eşlik ediyor. Güzel bir iki fikire rağmen, eseri pek yaratıcı ve etkileyici bulduğumu söyleyemem ama yine de (maalesef) bir hayli boş kalmış olan salonda çok daha fazla seyirciyi hak ediyordu.
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Felix Van Groeningen ve The Shittiness of Things (2009)
"Hayat Var"'da Reha Erdem'in başaramadığını Van Groeningen "The Shittiness of Things"'de büyük bir ustalıkla başarıyor. Hayat'la aynı yaştaki Gunther'in yaşadıklarını özgün bir sinema diliyle ve bütünlüğü olan gerçekçi bir filmde izliyoruz. Film, İstanbul Film Festivali jürisini de beni etkilediği kadar etkilemiş olsa gerek ki bu sene Altın Lale ödülünü çok hak ederek kazandı.
Yanlış yönetmenin elinde bir kabusa dönüşebilecek arabesk hikaye, yani Gunther'in alkolik babası ve amcalarıyla Belçika'nın flaman bölgesindeki yaşamı, tüm trajik yanlarının yanısıra biraz kara komedi ile harmanlanınca ortaya çok başarılı bir film çıkıyor.
Bazen mükemmel filmlere ödül vermesine rağmen bazen de kanaatimce bir hayli saçmalayabilen İstanbul Film Festivali jürisi bu sene turnayı gözünden vurmuş...
Yanlış yönetmenin elinde bir kabusa dönüşebilecek arabesk hikaye, yani Gunther'in alkolik babası ve amcalarıyla Belçika'nın flaman bölgesindeki yaşamı, tüm trajik yanlarının yanısıra biraz kara komedi ile harmanlanınca ortaya çok başarılı bir film çıkıyor.
Bazen mükemmel filmlere ödül vermesine rağmen bazen de kanaatimce bir hayli saçmalayabilen İstanbul Film Festivali jürisi bu sene turnayı gözünden vurmuş...
Joseph L. Mankiewicz Filmleri
Başarılı bir yönetmenin filmlerini arka arkaya izlemek herhalde en keyifli sinefil hobilerinden biridir. Çok sevdiğim filmlerden biri olan "All About Eve"'in yönetmeni Mankiewicz'in başka hiçbir filmini izlememiş olduğumu fark edince elime geçirebildiğim filmlerini izlemeye koyuldum. Filmlere, beğenme sırama göre bir iki cümle not düşersem;
All About Eve (1950)
Büyük yıldız Margo (Muhteşem Bette Davis) ve filmde onun tahtına göz dikmiş yardımcısı rolünde Eve (Anne Baxter)'in aralarındaki rekabet sanki sadece tiyatro sahnesi üzerinde değil, aynı zamanda bu filmde kim daha müthiş bir performans sergileyecek diye kızışıyor, çünkü ikisi de oyunlarıyla büyülüyorlar. Tek kelimeyle dört dörtlük bir film.
Sleuth (1972)
Bu filmde de bu sefer erkek oyuncular cephesinin en büyük isimlerinden Laurence Olivier ve Michael Caine'in muhteşem oyunculuklarına tanıklık ediyoruz. Polisiye severlerin bayılacağı filmde egoları yaralanmış iki erkeğin birbirlerine oynayacakları şaşırtmalı oyunları ekrana kitlenerek izliyoruz.
A Letter to Three Wives (1949)
Üç çok yakın kadın arkadaş, bir pikniğe gitmek üzere yola çıkarken, bir diğer arkadaşlarından aldıkları mektupta, bu arkadaşlarının üçünden birinin eşiyle kaçtığını öğreniyorlar. Geriye dönüşlerle her birinin eşleriyle hikayelerini izleyerek bu talihsiz olayın hangisinin başına geldiğini tahmin etmeye çalışıyoruz.
5 Fingers (1952)
İkinci Dünya Savaşı esnasında Ankara'da geçen ajan hikayesinde, İngiliz konsolosunun hizmetkarının gizli belgeleri Alman'lara satmaya çalışmasını izliyoruz. Gerçek mekanlarda çekilen filmin güzel sürprizlerinden biri de son kısmının İstanbul'da geçmesi.
Suddenly, Last Summer (1959)
Tennessee Williams'un oyunundan filme çekilen "Suddenly, Last Summer" sadece Elizabeth Taylor'un oyunu için izlemeye değer. Montgomery Clift'in bu performans karşısında sönük kalmasının yanısıra Hollywood'un eşcinsel temalara geçmişte uygulamış olduğu çok sert sansür sebebiyle, karakterler yer yer bazı kelimeleri söyleyemediklerinden tabu oynar hale geliyorlar.
No Way Out (1950)
Sidney Poitier'ın, Hollywood'da siyahlarla ilgili temaları geniş kitlelere ulaştıran rolleri oynamak gibi büyük bir misyonu var. "In the Heat of the Night"'ta mesleğinde çok başarılı olmasına rağmen siyah olduğu için adam yerine konmayan bir dedektifi canlandırdığı gibi bu filmde de siyah olması sebebiyle başına gelmeyen kalmayan başarılı bir doktoru canlandırıyor.
The Ghost and Mrs. Muir (1947)
Mankiewicz filmlerinden bir tek "The Ghost and Mrs. Muir"'i çok sevemedim. Çekildiği zaman itibariyle belki orijinal bir hayalet hikayesi olabilir ama bugünden bakınca biraz yavan kalıyor. Buna ek olarak, Otto Preminger'in "Laura"'sında çok etkilendiğim Gene Tierney'in bu filmdeki oyunculuğu doğallıktan uzak, biraz yapmacık.
All About Eve (1950)
Büyük yıldız Margo (Muhteşem Bette Davis) ve filmde onun tahtına göz dikmiş yardımcısı rolünde Eve (Anne Baxter)'in aralarındaki rekabet sanki sadece tiyatro sahnesi üzerinde değil, aynı zamanda bu filmde kim daha müthiş bir performans sergileyecek diye kızışıyor, çünkü ikisi de oyunlarıyla büyülüyorlar. Tek kelimeyle dört dörtlük bir film.
Sleuth (1972)
Bu filmde de bu sefer erkek oyuncular cephesinin en büyük isimlerinden Laurence Olivier ve Michael Caine'in muhteşem oyunculuklarına tanıklık ediyoruz. Polisiye severlerin bayılacağı filmde egoları yaralanmış iki erkeğin birbirlerine oynayacakları şaşırtmalı oyunları ekrana kitlenerek izliyoruz.
A Letter to Three Wives (1949)
Üç çok yakın kadın arkadaş, bir pikniğe gitmek üzere yola çıkarken, bir diğer arkadaşlarından aldıkları mektupta, bu arkadaşlarının üçünden birinin eşiyle kaçtığını öğreniyorlar. Geriye dönüşlerle her birinin eşleriyle hikayelerini izleyerek bu talihsiz olayın hangisinin başına geldiğini tahmin etmeye çalışıyoruz.
5 Fingers (1952)
İkinci Dünya Savaşı esnasında Ankara'da geçen ajan hikayesinde, İngiliz konsolosunun hizmetkarının gizli belgeleri Alman'lara satmaya çalışmasını izliyoruz. Gerçek mekanlarda çekilen filmin güzel sürprizlerinden biri de son kısmının İstanbul'da geçmesi.
Suddenly, Last Summer (1959)
Tennessee Williams'un oyunundan filme çekilen "Suddenly, Last Summer" sadece Elizabeth Taylor'un oyunu için izlemeye değer. Montgomery Clift'in bu performans karşısında sönük kalmasının yanısıra Hollywood'un eşcinsel temalara geçmişte uygulamış olduğu çok sert sansür sebebiyle, karakterler yer yer bazı kelimeleri söyleyemediklerinden tabu oynar hale geliyorlar.
No Way Out (1950)
Sidney Poitier'ın, Hollywood'da siyahlarla ilgili temaları geniş kitlelere ulaştıran rolleri oynamak gibi büyük bir misyonu var. "In the Heat of the Night"'ta mesleğinde çok başarılı olmasına rağmen siyah olduğu için adam yerine konmayan bir dedektifi canlandırdığı gibi bu filmde de siyah olması sebebiyle başına gelmeyen kalmayan başarılı bir doktoru canlandırıyor.
The Ghost and Mrs. Muir (1947)
Mankiewicz filmlerinden bir tek "The Ghost and Mrs. Muir"'i çok sevemedim. Çekildiği zaman itibariyle belki orijinal bir hayalet hikayesi olabilir ama bugünden bakınca biraz yavan kalıyor. Buna ek olarak, Otto Preminger'in "Laura"'sında çok etkilendiğim Gene Tierney'in bu filmdeki oyunculuğu doğallıktan uzak, biraz yapmacık.
Daniel Monzón ve Celda 211 (2009)
Monzón "Cell 211" ile sürükleyici bir hapishane filmine imza atıyor. Hapishanede yeni göreve başlayacak olan bir polis memuru, ilk iş gününde çıkan isyanda kazayla hükümlülerin arasında kalarak hapishaneye yeni gelmiş hükümlü rolüne bürünmek zorunda kalıyor. Filmin yönetimi ve oyunculuklar iyi, tempo düşmüyor, karakterler, özellikle de isyanın lideri biraz karikatürize, dolayısıyla "Un Prophet"'in doğallığını ve gerçekçiliğini yakalayamıyor, ama zaten böyle bir iddiası da yok. Bir başeser olmasa da ilgiyle izlenen bir vakit geçirici.
Reha Erdem ve Hayat Var (2008)
Reha Erdem son dönem Türk Sinemasının en parlayan yönetmenlerinden. Filmleri hem olumlu yorumlar alıyor hem de festivallerden ödüllerle dönüyor. Daha önce izlediğim tek filmi vardı; 2006'da İstanbul Film Festival'inde Altın Lale'yi kazanan "Beş Vakit". Açıkçası benim naçizane görüşümce pek ödüllük bir film değildi. Güzel görüntülere rağmen özgün bir sinema dili görememiştim, hatta başta Gus Van Sant olmak üzere pek çok farklı yönetmenin etkisi gözüküyordu. Bir yönetmenden etkilenmek doğal bir şey olabilir ama anlatılan hikayeyi destekleyecek şekilde kendi süzgeçinden de geçirmek gerekir kanaatimce. Filmin konusunu ve tarzını da çok özgün bulduğumu söyleyemem, son dönem Türk filmlerinin büyük kısmının kapıldığı melankolik yavaş ritmin bir tekrarı gibi gelmişti bana. Yavaş filmleri çok severim ama tekrar değillerse.
Benzer şeyleri hatta daha da yoğun olarak "Hayat var" için düşündüm. Sanki bir sinefilin izlediği pek çok filmlerden parçalar alıp, alabildiğine uç notada dramatize edilmiş bir senaryoya iliştirmesi gibi geldi bana. Filmin isminde ucuz kokan metaforun işaret ettiği muhtemel olaylar sırasıyla vuku buluyor. Annesi tarafından terkedilmiş (eşcinsel) babasıyla ve alkolik ve oksijen tüpüne bağlı yatalak büyükbabasıyla derme çatma bir kulübede yaşayan Hayat, yeniden evlenmiş ve bebek sahibi olmuş annesi ve üvey babası tarafından istenmiyor, çok güzel bir kız olmasına rağmen okulda dışlanıyor, vakit geçirdiği neşeli komşu teyzesinin tacizine uğruyor, gündüz vakti girdiği mahalle bakkalında bile tecavüze uğruyor. Küçük Emrah / Küçük Ceylan hikayelerini aratmayan senaryo, Ertem Eğilmez'in Yeşilçam klişelerini ti'ye aldığı "Arabesk"'ini hatırlatıyor ama maalesef bir de kendini pek bir ciddiye alıyor. En uçta arabesk konuları işlemenin de bir usülü vardır, özellikle Avrupa sineması bunun mükemmel örneklerini vermiştir. (Mesela bu sene Altın Lale'yi kazanan film gibi) Bu tür filmler beni çok derinden etkiler, birkaç gün etkilerinden çıkamam ama maalasef "Hayat var"'dan zerre kadar etkilenmedim, bana inanılmaz zorlama ve inandırıcılıktan uzak geldi. Bir de "Hayat var", izlenirken Gus van Sant'tan Lars von Trier'e kadar o kadar fazla yönetmeni ve filmi hatırlatıyor ki, sanki reçeteyle yapılmış, ama uyumlu uyumsuz tüm baharatlar katıldığı için tatsız olan bir yemek gibi.
Bu filmi övgülere boğan o kadar çok sinema eleştirmeni var ki, herhalde bende ciddi bir terslik olsa gerek.
Benzer şeyleri hatta daha da yoğun olarak "Hayat var" için düşündüm. Sanki bir sinefilin izlediği pek çok filmlerden parçalar alıp, alabildiğine uç notada dramatize edilmiş bir senaryoya iliştirmesi gibi geldi bana. Filmin isminde ucuz kokan metaforun işaret ettiği muhtemel olaylar sırasıyla vuku buluyor. Annesi tarafından terkedilmiş (eşcinsel) babasıyla ve alkolik ve oksijen tüpüne bağlı yatalak büyükbabasıyla derme çatma bir kulübede yaşayan Hayat, yeniden evlenmiş ve bebek sahibi olmuş annesi ve üvey babası tarafından istenmiyor, çok güzel bir kız olmasına rağmen okulda dışlanıyor, vakit geçirdiği neşeli komşu teyzesinin tacizine uğruyor, gündüz vakti girdiği mahalle bakkalında bile tecavüze uğruyor. Küçük Emrah / Küçük Ceylan hikayelerini aratmayan senaryo, Ertem Eğilmez'in Yeşilçam klişelerini ti'ye aldığı "Arabesk"'ini hatırlatıyor ama maalesef bir de kendini pek bir ciddiye alıyor. En uçta arabesk konuları işlemenin de bir usülü vardır, özellikle Avrupa sineması bunun mükemmel örneklerini vermiştir. (Mesela bu sene Altın Lale'yi kazanan film gibi) Bu tür filmler beni çok derinden etkiler, birkaç gün etkilerinden çıkamam ama maalasef "Hayat var"'dan zerre kadar etkilenmedim, bana inanılmaz zorlama ve inandırıcılıktan uzak geldi. Bir de "Hayat var", izlenirken Gus van Sant'tan Lars von Trier'e kadar o kadar fazla yönetmeni ve filmi hatırlatıyor ki, sanki reçeteyle yapılmış, ama uyumlu uyumsuz tüm baharatlar katıldığı için tatsız olan bir yemek gibi.
Bu filmi övgülere boğan o kadar çok sinema eleştirmeni var ki, herhalde bende ciddi bir terslik olsa gerek.
Robert Kenner ve Food, Inc. (2008)
Michael Moore'un "Bowling for Columbine"'da silah endüstrisine veya "Sicko"'da Amerikan sağlık sistemine yaptığı sert eleştirilerin bir benzeri Robert Kenner'dan gıda sektörüne geliyor. Vahşi kapitalizmin en uç noktalara ulaştığı bu sektörde tüm piyasaya hakim birkaç şirketin daha fazla kar etmek için nasıl halkın sağlığıyla oynadıkları, küçük üreticileri nasıl sindirip yok ettikleri çok net bir şekilde ortaya dökülüyor. İşin en acıklı, daha doğrusu en tehlikeli yanı ise bu firmaların çok güçlü bir lobiye sahip olmaları ve aleyhlerine hiçbir yasal düzenlemenin yapılmasına müsaade etmemeleri. Bu firmaları denetlemesi gereken kuruluşlar da tamamen bu firmaların kontrolü altında.
Bu ürkütücü gidişata dur demenin tek yolu var, o da tüketicilerin bilinçlenmesi, bu belgesel de bu yolda önemli bir adım atıyor, yeter ki insanlar izlesin...
Bu ürkütücü gidişata dur demenin tek yolu var, o da tüketicilerin bilinçlenmesi, bu belgesel de bu yolda önemli bir adım atıyor, yeter ki insanlar izlesin...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)