Mardin'den enfes görüntüler.
26 Ağustos 2011 Cuma
25 Ağustos 2011 Perşembe
Stuart Hazeldine ve Exam (2009)
Yönetmenin ilk filminde, büyük bir firmanın çok önemli bir pozisyonu için mücadele eden adaylar arasından sona kalan 8 kişi, son bir sınava girerler. Bu sınav bir odada geçer ve sınavın garip kurallarına uymayanlar, anında odadan atılır. Tek mekanda geçmesi ve sonuna kadar kendini izletmesi itibariyle fena değil, ama zayıf yanları da mevcut. Adaylar farklı cins, ırk, tip, farklı altyapı, farklı karakterlerde olsun diye çok zorlanmış, dolayısıyla bence seçilmiş olan kast vasat, hatta bazıları düpedüz kötü oyuncular. Bu farklılığa kasmayıp, esaslı (mesela tiyatro kökenli) oyuncular alınsaydı, ortaya muhteşem bir film çıkabilirdi. Aynı şeyi, benzer bir formatı olan "Cube" (1997) için de düşünmüştüm, orada da kötü oyunculuklar, filmin kurmaya çalıştığı gerilime zarar vermişlerdi.
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Guy Ferland ve Bang Bang You're Dead (2002)
Son yıllarda özellikle A.B.D'de yaşanan öğrenci katliamlarını konu eden başarılı filmler izlemiştik, ilk aklıma gelenler "Elephant" (2003) ve "Klass" (2007). Onlardan da önce 2002'de (Bang Bang You're Dead) bu hassas konuya el atmış ve altından başarıyla kalkmış. Yer yer, çok abartmadan klişelere yer vermesine, yer yer de fazla didaktik olmanın sınırlarında dolaşmasına rağmen iyi kotarılmış, özellikle ergenlikteki gençlere ve onların ebeveynlerine seyrettirilmesi gereken bir film.
23 Ağustos 2011 Salı
Tom DiCillo ve Box of Moon Light (1996)
Tom DiCillo ile iki ay önce "Living in Oblivion" vasıtasıyla tanışmıştık. Filmografisine bakınca, ne kadar az film çektiğini görerek üzüldüm, anlaşılan daha çok dizi çekimlerine vermiş kendini. Ben de 90'larda çektiği eski filmleriyle yetinmeye karar verdim.
"Box of Moonlight"'ın başrolünde kendisine cuk oturan bir rolle John Turturro var. Her şeyi planlı programlı, neredeyse robotlaşmış bir mühendisin, tesadüf eseri karşısına çıkan kendisinin tam zıttı bohem bir gençle kurduğu sıradışı arkadaşlığı anlatan film çok hoşuma gitti. Büyük bir iddiası olmayan, kendini fazla ciddiye almayan, mesajlarını seyirciye parmağını kocaman sallamadan veren sade ve özgün bir film.
Dicillo'nun sinemaya dönmesi dileğiyle.
"Box of Moonlight"'ın başrolünde kendisine cuk oturan bir rolle John Turturro var. Her şeyi planlı programlı, neredeyse robotlaşmış bir mühendisin, tesadüf eseri karşısına çıkan kendisinin tam zıttı bohem bir gençle kurduğu sıradışı arkadaşlığı anlatan film çok hoşuma gitti. Büyük bir iddiası olmayan, kendini fazla ciddiye almayan, mesajlarını seyirciye parmağını kocaman sallamadan veren sade ve özgün bir film.
Dicillo'nun sinemaya dönmesi dileğiyle.
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Duncan Jones ve Source Code (2011)
Duncan Jones, babasının gölgesinden (David Bowie) "Moon" ile büyük başarıyla sıyrılmıştı (2009). Kubrick'in "2001:A Space Odyssey"'ini (1968) hatırlatan ama taklit etmeyen, başarılı bir science fiction idi. İkinci filmi "Source Code" ile bence ortalama bir film vererek, ilk filminin başarısına yaklaşamıyor. Yine de kötü bir film de değil. Başrolde Jack Gyllenhaal ondan alışık olduğumuz iyi performansı veriyor. İspiyon olmaması adına detaylarına girmeyeceğim, ölüm, hafıza ve paralel dünyalar üzerine oturtulan teoriyi ben anlamakta zorlandım, hatta anlamadım, bu da ikna olmamı çok zorlaştırdı, ama sürükleyici kurgu sayesinde işin polisiye kısmını baştan sona ilgiyle izledim. Sonla ilgili de ikna olmadım, filmin içine serpiştirilmiş Hollywood klişelerini (özellikle baba-oğul kısmı) cık cık yaparak izledim. Jones'un prodüktörlere ve Hollywood'a kulaklarını tıkıyarak kendi yolundan devam etmesini diliyorum.
21 Ağustos 2011 Pazar
Josh Radnor ve Happythankyoumoreplease (2010)
Çok sevdiğimiz "How I Met Your Mother" dizisinin "Ted"'i, bir film yazıp yönetince izlemek farz oldu. New York'ta geçen hikaye, yetişkin olma, aşk ve arkadaşlık üzerine. Radnor'un canlandırdığı karakter de Ted'i hatırlatıyor. Tüm bunlar iyi güzel de, film maalesef olmamış, belki HIMYM dolayısıyla yükselen beklentiler, filmi aşağıya çekiyor olabilir, ama tarafsız bakmayı başarmış olabilseydim de pek beğeneceğimi zannetmiyorum. Film, hafif eğlencelik olduğu için yönetsel deha gerektirmiyor ama senaryonun daha zeki ve olgun olmasını ümit ederdim. Sonuç bence vasat olmuş, Radnor'ın özellikle yazarlık konusunda daha çok pişmesi gerekiyor.
20 Ağustos 2011 Cumartesi
How to Make It in America (2010)
Çok sevdiğimiz iki yaz dizisinden "Mad Men" kışa ertelenince, "Entourage"ile başbaşa kaldık. Yeni bir dizi edinme arzusuyla sanal alemde dolaşırken, ismi "Entourage" ile birlikte anılan "How to Make It in America"'ya rastladım. Aynı ekibin elinden çıktığı yazıyordu. Diziye başlar başlamaz sardı bizi ve ilk sezonun 8 bölümünü bir nefeste çektik gözlerimize. 2 kafadarın "New York"ta kendi işlerini kurma çabaları, çok gerçekçi bir dille ve çok iyi oyunculuklarla resmediliyor. Bu dizide "Sex and the City" veya "Entourage"''daki gibi bir masal ve masalsı mekanlar hikaye edilmiyor. New York gibi her alanda sıkı rekabetin yaşandığı bir şehirde, bir baltaya sap olabilmenin zorlukları, çok parası olmayanların gittiği mekanlarda, inandırıcı bir dille anlatılıyor. Heyecanla ikinci sezonu bekliyoruz.
19 Ağustos 2011 Cuma
Mildred Pierce (2011)
Henüz izleyemediğim 1945 tarihli Michael Curtiz'in klasiği, 5 bölümlük bir mini diziye uyarlanmış. 1930'larda kendisini aldattığı için kocasından ayrılan Mildred Pierce'in, iki kızını geçindirebilmek için iş hayatına atılmasını anlatan dizi, Kate Winslet'in alıştığımız iyi performansının da katkısıyla gerçekten güzel başladı. Ama ilerledikçe tüm Hollywood tuzaklarına düştü, klişelere sarıldı. Gerçekten sonunu zor getirdik. Her şey, dramayı uçlara taşımak adına bu kadar siyah beyaz olmalı mıydı, bu kadar kolaycılığa kaçılmalı mıydı bilemiyorum ama ben hiç ikna olmadım.
18 Ağustos 2011 Perşembe
Elif Şafak ve Aşk (2009)
Elif Şafak'ın okuduğum ilk kitabı "Araf"'ı pek beğenmemiştim ama sonra "Bit Palas" ve "Baba ve Piç"'i çok beğendim. Tasavvuf ve Mevlana hakkında olduğunu bildiğim "Aşk"'tan ise uzun süre "ağır kitaptır" diye uzak durdum, ama çok yanılmışım. Kitaba başlamamla bir nefeste okuyup bitirdim ve gerçekten çok iyi geldi. Gerçi kitap kusursuz değil, sanki iki farklı yazar yazmış gibi. Günümüzde geçen kısmında mutsuz Amerikalı bir ev kadını var, sonra bu kadın bir yayınevi için bir romanı incelemeye başlıyor, yani kitap içinde kitap. İşte bu incelenen romanda anlatılan Mevlana ile Şems'in hikayesi tek kelimeyle muhteşem yazılmış. Hikaye farklı karakterlerin gözünden anlatılıyor, ne eksiği ne de fazlası var. Aslen İngilizce yazılıp, yazarın katkısıyla Türkçe'ye çevrilmesine rağmen o kadar güzel bir dili var ki, bana Murathan Mungan'ın tiyatro oyunlarındaki dilin zenginliğini hatırlattı. Kitabın sonuna kadar verilen 40 kuralı da tekrar tekrar okumak gerekiyor. Ama diğer yandan Amerikalı kadının hikayesi de, o kadar zorlama ve çiğ ki, kitap her ona geçtiğinde bölümleri atlamak istedim. Keşke anlatılanları günümüze bağlamaya ve okuyucuya "bunlar eskimiş düşünceler değil, sen de hayatını değiştirebilirsin" mesajını vermeye bu kadar gayret etmeseydi. Yine de uzun zamandır okuduğum en iyi kitaptı.
17 Ağustos 2011 Çarşamba
Zülfü Livaneli ve Serenad (2011)
Zülfü Livaneli, sanatın pek çok dalına el atıp, hepsinde de başarılı olabilen çok nadir sanatçılardan biri. Elime geçtikçe romanlarını büyük bir beğeni ile okuyorum. Başta "Mutluluk" olmak üzere (çok kötü bir şekilde filme aktarıldı, ama roman mükemmeldi), "Leyla'nın evi" ve "Son ada" beğendiğim diğer kitapları. Bu romanlara bakınca, sadece sanatın farklı dallarında eserler vermediğini, tek bir dalın da alt türlerine el attığını ve kendini tekrarlamadığını görüyoruz. Son kitabı "Serenad"da da bu kural değişmiyor, daha önce yazdıklarından farklı olarak bu sefer bir tarihsel roman sunuyor okurlarına. 2. Dünya savaşında yahudi soykırımından kaçarak Türkiye'ye sığınan bilim ve sanat insanlarının hikayesi, ülkemize büyük katkılar yapmış bu insanlardan birinin, yıllar sonra İstanbul'a yaptığı kısa bir ziyaret üzerinden anlatılıyor. Genelde okuduğum tarihi romanların edebi yanları biraz kısa kalır, anlattıkları hikayeye polisiye ögeler katarak okuyucuyu romana bağlarlar. Livaneli'nin eseri de bu tanıma uyuyor. Zayıf yönlerine değinirsem, başından itibaren kurmaya çalıştığı gizem bence çok açıktı, ve elindeki malzemenin tamamını romanın içine yedirme çabası da yer yer bana zorlama geldi. Hikayenin merkezindeki kadın karakter fazla sıradandı, daha önce bu tür yazılmış pek çok romanda rastlanabilecek bir karakterdi. Romanın beğendiğim yanı ise akıcı bir dili olması ve tutturduğu kurgu üzerinden, çoktan unutulmuş, muhtemelen hiç bir zaman hak ettikleri değeri halk nezdinde alamamış bu değerli akademisyenlere ışık tutmasıydı. Muhtemelen filmlerde denk geldiyse bahsetmişimdir, kanaatimce 2.Dünya savaşında yapılan katliamın tek sorumlusu Almanlar değildir, olan biten her şeyin farkında oldukları halde seyirci kalan tüm milletlerdir. Türkler'in de bir yandan katliamdan kaçanlara kucak açarken uyguladığı çifte standarta, bu kitapta üzülerek şahit olacaksınız.
16 Ağustos 2011 Salı
Niki Caro ve Whale Rider (2002)
Yeni Zelanda'lı yönetmen Niki Caro'dan Yeni Zelanda'nın yerli halkını merkezine alan bir film. Küçük bir topluluğun yaşlı lideri eski töreleri yaşatma arzusundadır, ancak gençler bu eskimiş geleneklere şüpheyle bakmaktadırlar. Liderin oğlu sanatçı olup Avrupa'ya göçerek en büyük hayal kırıklığını yaratmıştır, tek torun da bir kız çocuğudur, ve bir kız çocuğunun liderlik etmesi ataerkil dünya görüşüne sahip büyükbabanın gözünde söz konusu dahi olamaz.
Esasında Dünya'nın her tarafında, ama özellikle de gelişmekte olan (ve tabii ki gelişmemiş) toplumlarda halen çok yaygın olan erkek egemen bakış açısına fazla bağırıp çağırmadan, bir kız çocuğun cephesinden yapılan sessiz başkaldırıyı anlatıyor bu film.
Esasında Dünya'nın her tarafında, ama özellikle de gelişmekte olan (ve tabii ki gelişmemiş) toplumlarda halen çok yaygın olan erkek egemen bakış açısına fazla bağırıp çağırmadan, bir kız çocuğun cephesinden yapılan sessiz başkaldırıyı anlatıyor bu film.
15 Ağustos 2011 Pazartesi
Ken Loach ve Route irish (2010)
Ken Loach, Costa Gavras ile birlikte, siyasi filmler deyince aklıma ilk gelen iki yönetmenden biridir. Hemen hemen tüm filmlerini de çok beğenerek izledim. Dünya'nın her tarafındaki sorunlara çekinmeden el atar, gözünü kırpmadan eleştirir. Bu sefer "Route Irish" ile Irak'ta özel güvenlik şirketlerinin şişkin maaşlı elemanlarının yaptıkları insan hakları ihlallerine çevirmiş kamerasını. Yanlız bu sefer biraz kuru kuru anlatıyor, anlatılanları sinemasal hikayeye yerleştirmek için, daha önceki filmlerinde gösterdiği özeni göstermiyor. "Şu noktayı da atlamayalım, şu sahneyle bunu da söylemiş olalım" diye yapmış hissiyatını veren pek çok sahne var. Dolayısıyla olayın içine izleyiciyi yeterince çekemiyor, içimizde kabarması gereken öfke dalgası yerinden pek kımıldamıyor, esasında bilinmedik, yazılmadık pek bir şey de anlatmıyor.
Aşağıda kronolojik olarak sıralayacağım, izlemiş olduğum Loach filmleri listesinin en zayıf halkası maalesef bu son filmi oldu. Onun yerine, hala izlememiş olan varsa, mutlaka "Land and Freedom"'ı izlesin.
2010 Route Irish
Aşağıda kronolojik olarak sıralayacağım, izlemiş olduğum Loach filmleri listesinin en zayıf halkası maalesef bu son filmi oldu. Onun yerine, hala izlememiş olan varsa, mutlaka "Land and Freedom"'ı izlesin.
2010 Route Irish
2004 Ae Fond Kiss...
2002 September 11
2002 Sweet Sixteen
2000 Bread and Roses
1998 My Name Is Joe
1996 Carla's Song
1995 Land and Freedom
1990 Hidden Agenda
1969 Kes
14 Ağustos 2011 Pazar
Mikhail Kalatozov ve The Cranes are Flying (1957)
Dünya'da sinematografisi en sağlam olan filmlerin çıktığı ülkelerden biri Rusya (ve eski S.S.C.B). Bunun karşılığında izlenebilirlik ve akışkanlık her zaman benim damak zevkime uygun olmayabiliyor. Görsellik açısından rahatlıkla "Citizen Kane" ile kıyaslayabileceğim Kalatozov'un bu izlediğim ilk filmi, içerik açısından aynı şekilde etkilemedi. Bunda abartılı Rus vatanseverliğiyle yüceltilen savaş ve ülke adına gözünü kırpmadan ölüm propogandası da etkili oldu. Savaşa giden sevgilisinin yasını tutan Tatyana Samojlova'nın büyüleyici güzelliği de bu eskimiş düşünce yapısının filmi aşağıya çekmesini engelleyemedi. Ama filmi sık sık durdurup çekilen planları hayran hayran seyretmek mümkün.
13 Ağustos 2011 Cumartesi
Yimou Zhang ve Under the Hawthorn Tree (2010)
Rahatlıkla en sevdiğim yönetmenler arasında sayabileceğim Zhang Yimou'nun hemen hemen tüm filmlerini çok seviyorum, özellikle daha eski filmlerinden "Raise the Red Lantern" ve "The Story of Qiu Ju" kaçırılmayacak filmlerinden. 2002 yapımı "Hero"'da ise Çin dövüş sanatlarının en üst örneğini verdikten sonra yönetmen biraz duraklama dönemine girdi. "House of Flying Daggers" ve "Curse of the Golden Flower" filmleri "Hero"'nun üzerine bir şey ekleyememekle birlikte kitch tabir edibilecek ögeleri fazlasıyla barındırdılar. Kitch yüklü bu türde diğer bir Çinli yönetmen Chen Kaige zaten sayısız örnek vermişti.
Ben Zimou'yu yine sade ve Çin'in taşrasında geçen filmleri yaparken izlemeyi arzu ediyordum, ve bu arzum da "Under the Hawthorn Tree" ile gerçekleşecek gibi görünüyordu ama maalesef içerik beni hayal kırıklığına uğrattı. Çin kültür devirimi esnasında fakir bir kızın aşkını anlatan hikaye, bana yoğun şekilde "The Road Home"'u hatırlattı, ama her yönüyle bu filmin gerisinde kaldı. Zimou'nun son yıllardaki kısırlığının sadece dövüş sanatları türüne sıkışmışlığı olmadığı gözüküyor, ciddi bir sanatsal ve sinemasal zaaf içerisinde, bu da beni çok üzüyor, çünkü eski filmleri gerçekten de muhteşemdi.
İzlediğim Yimou filmleri;
2010 Under the Hawthorn Tree
2006 Curse of the Golden Flower
Ben Zimou'yu yine sade ve Çin'in taşrasında geçen filmleri yaparken izlemeyi arzu ediyordum, ve bu arzum da "Under the Hawthorn Tree" ile gerçekleşecek gibi görünüyordu ama maalesef içerik beni hayal kırıklığına uğrattı. Çin kültür devirimi esnasında fakir bir kızın aşkını anlatan hikaye, bana yoğun şekilde "The Road Home"'u hatırlattı, ama her yönüyle bu filmin gerisinde kaldı. Zimou'nun son yıllardaki kısırlığının sadece dövüş sanatları türüne sıkışmışlığı olmadığı gözüküyor, ciddi bir sanatsal ve sinemasal zaaf içerisinde, bu da beni çok üzüyor, çünkü eski filmleri gerçekten de muhteşemdi.
İzlediğim Yimou filmleri;
2010 Under the Hawthorn Tree
2006 Curse of the Golden Flower
2005 Riding Alone for Thousands of Miles
2004 House of Flying Daggers
2002 Hero
2000 Happy Times
2000 The Road Home
1999 Not One Less
1995 Shanghai Triad
1994 To Live
1992 The Story of Qiu Ju
1992 The Story of Qiu Ju
1991 Raise the Red Lantern
1990 Ju Dou
1988 Red Sorghum
12 Ağustos 2011 Cuma
Julie Bertuccelli ve The Tree (2010)
Bertucelli'nin ikinci uzun metrajlı, benim ise izlediğim ilk filmi. Başrolde, "Love etc."'den bu yana büyük beğeniyle izlediğim Charlotte Gainsbourg var. Mutlu bir ailenin babalarını kaybetmesiyle başa çıkmaya çalışmalarını anlatan film, ailenin doğa içindeki evlerinin bahçesindeki büyük ağaç ile baba arasında metaforik bir bağ kuruyor. İlk çeyreği ilgi çekici ve ümit verici başlayan film sonrasında gereksiz zorlamalara girişiyor ve inandırıcılıktan da uzaklaşıyor. Yönetsel zaafları olan filmde Gainsbourg'un performansı da çok sönük kalıyor. Maalesef beğenmedim.
11 Ağustos 2011 Perşembe
Xavier Beauvois ve Des Hommes et des Dieux (2010)
Yüzyıllardır Ceyazir'de bulunan bir manastırın rahipleri, köktendinci terör karşısında ülkeyi terk edip etmeme ikileminde kalıyorlar. Bir yanda inançlarının gereği olarak, tanrı nasıl uygun görürse anlayışı ve onların yardımına muhtaç olan fakir köylüler, diğer yanda da çok bariz üzerlerine gelmekte olan tehlike ve göz göre göre şehit olma durumu var. Tahmin edileceği üzere bu ikilem bol malzeme sunuyor, ama film bizi malzemeye boğmuyor. Şiirsel ve sade bir dili var, fazla şey söylemeden, anlatmak istediklerini anlatıyor. İyi bir film olmakla birlikte yer yer sıkıcı olmanın da kıyılarından dönebiliyor.
10 Ağustos 2011 Çarşamba
Christopher Morris ve Four Lions (2010)
Morris ilk uzun metrajlı filminde son on yıllara damgasını vuran "islami" terörün saçmalığını, 4 Britanyalı beceriksiz cihad savaşçısı üzerinden anlatıyor. Bu komik ve abzürt film insana kolayca "ne kadar da saçma" dedirtiyor ama binlerce masum insanın hayatına mal olan terör olaylarını her gün haberlerde izlerken, esasında yaşananların ne kadar abzürt olduğunun ne kadar farkındayız?
9 Ağustos 2011 Salı
Woody Allen ve You Will Meet a Tall Dark Stranger (2010)
28. filmini izlediğim Allen'den en son geçen sene "Whatever Works"'de bahsetmişim. Kısa bir New York durağından sonra, yönetmen kendini yine Avrupa'ya attı. Allen'in Avrupa'da şehir şehir gezip film çekmesini çok seviyorum. Özellikle Avrupa'da yıldızı hızla yükselen İstanbul'umuza da yolunun düşmesini umuyorum. Belediyenin yerinde olsam, bunun için ciddi bir çalışma yapar ve her türlü olanağı sağlardım.
2010 yapımı yeni filminde şehir pek vurgulanmasa da, hikaye Londra'da geçiyor. Hafif eğlencelik film, klasik Allen temalarıyla bezenmiş, sorunlu, tükenmiş ilişkiler, bloke olmuş yazar, yeni aşklar... Starlar geçidi olan oyuncu kadrosunda, en çok Gemma Jones'a ve onun hikayesine güldüm. Bir başyapıt iddiası olmayan, "Whatever Works" kadar veciz sözler düzmeyen ama keyifle izlenen bir film.
2010 yapımı yeni filminde şehir pek vurgulanmasa da, hikaye Londra'da geçiyor. Hafif eğlencelik film, klasik Allen temalarıyla bezenmiş, sorunlu, tükenmiş ilişkiler, bloke olmuş yazar, yeni aşklar... Starlar geçidi olan oyuncu kadrosunda, en çok Gemma Jones'a ve onun hikayesine güldüm. Bir başyapıt iddiası olmayan, "Whatever Works" kadar veciz sözler düzmeyen ama keyifle izlenen bir film.
8 Ağustos 2011 Pazartesi
Milos Forman ve Loves of a Blonde (1965)
Çek Milos Forman çok ses getirmiş filmlere imza atmış bir yönetmen; "One Flew Over the Cuckoo's Nest" (1975), "Hair" (1979), "Amadeus" (1984), "The People vs. Larry Flynt" (1996), "Man on the Moon" (1999) ve "Goya's Ghost" (2006). Ben özellikle "Hair" ve "Amadeus"'u çok severim.
Geçenlerde Forman'ın oldukça erken dönem bir filmini izledik; "Loves of a Blonde". 1960'lar doğu blokundaki atmosferi, ruh halini çok iyi yansıttığını düşündüğüm/tahmin ettiğim filmin hikayesi ise bana biraz zayıf geldi. Bir grup insanın hayatından, başı sonu olmayan bir kesit izliyoruz. Sanki o dönemin kafa karışıklığı isteyerek veya istemeyerek filme nüfuz etmiş. İçinde komik unsurlar/tespitler bulunan bir belgesel gibi izlenebilir.
Geçenlerde Forman'ın oldukça erken dönem bir filmini izledik; "Loves of a Blonde". 1960'lar doğu blokundaki atmosferi, ruh halini çok iyi yansıttığını düşündüğüm/tahmin ettiğim filmin hikayesi ise bana biraz zayıf geldi. Bir grup insanın hayatından, başı sonu olmayan bir kesit izliyoruz. Sanki o dönemin kafa karışıklığı isteyerek veya istemeyerek filme nüfuz etmiş. İçinde komik unsurlar/tespitler bulunan bir belgesel gibi izlenebilir.
7 Ağustos 2011 Pazar
Edgar Wright ve Scott Pilgrim vs. the World (2010)
"Hot Fuzz" (2007) ile çok özgün bir yönetmen olduğunu ispatlayan Wright, son filmi ile sıradışı filmler yapmaya devam edeceğinin işaretlerini veriyor. Scott Pilgrim gerçekten pek çok yenilikçi fikirle ve sıradışı karakterlerle başlıyor hikayesine, ama bir noktadan sonra öylesine bir, bu "pek gurur duyduğu" yeniliklerin tekrarı tuzağına düşüyor ki, film yorucu bir hale geliyor ve başta bıraktığı etkiyi yitiriyor. Filmin bu kadar suyu çıkarılıp, tamamen uçuk bir gerçeküstü forma sokulmasaydı, çok ilginç bir film ortaya çıkabilirdi. Bence yenilikleri sergilerken dramayı bu kadar arka plana atıp karikatürleştirmemek gerekir. Ama tabii zevkler ve renkler tartışılmaz, belki böyle bir format başkalarına (özellikle yeni genç nesile) daha ilgi çekici geliyor olabilir.
6 Ağustos 2011 Cumartesi
Stephen Frears ve Tamara Drewe (2010)
Stephen Frears Britanya'dan çıkan iyi yönetmenlerden biri. İzleyebildiğim kadarıyla "My Beautiful Laundrette" (1985), "Dangerous Liaisons" (1988), "High Fidelity" (2000) ve "The Queen" (2006) gibi sağlam, "Dirty Pretty Things" (2002) ve "Chéri" (2009) gibi de biraz vasat kalan filmlere sahip.
"Tamara Drewe" ise kesin olarak sağlam komedi kategorisine giriyor. Britanya kırsalında bir grup yazara evsahipliği yapan bir çiftlikte geçen hikaye pek çok ufak tefek şirin hikayeye gebe. Filmin özellikle ilk yarısının çok eğlendirici olduğun belirtmeliyim, ikinci yarı biraz kondisyon zayıflığı hissediliyor, neyseki film yine de kazasız belasız finiş görebiliyor.
"Tamara Drewe" ise kesin olarak sağlam komedi kategorisine giriyor. Britanya kırsalında bir grup yazara evsahipliği yapan bir çiftlikte geçen hikaye pek çok ufak tefek şirin hikayeye gebe. Filmin özellikle ilk yarısının çok eğlendirici olduğun belirtmeliyim, ikinci yarı biraz kondisyon zayıflığı hissediliyor, neyseki film yine de kazasız belasız finiş görebiliyor.
5 Ağustos 2011 Cuma
Jay Duplass & Mark Duplass ve Cyrus (2008)
Çok beğendiğim bağımsız film "Humpday"'de başrolde oynayan Mark Duplass kardeşiyle birlikte bağımsız filmler de çekiyormuş. "Cyrus" bunun iyi bir örneği. Ayrıldığı eşini unutmakta ve hayatını bir düzene sokmakta zorlanan karakterimiz (John C. Reilly), yeni bir ilişkiye başlıyor ancak beraber olduğu kişinin (Marisa Tomei) yetişkin (ama çocuk) oğluyla garip bir rekabetin içinde buluyor kendisini. Böylece aslen komedi olan filme tatlı bir gerilim de karışıyor. Yanlız filmin ortasından itibaren ilişki dengeleri inandırıcı bir şekilde götürülemiyor ve filmin ritminde de ciddi aksaklıklar meydana gelmeye başlıyor. Yine de bağımsız film severlerin kaçırmaması gereken bir yapım.
4 Ağustos 2011 Perşembe
Ulrich Seidl ve Import Export (2007)
Ulrich Seidl çok sıradışı bir yönetmen. Kimseye benzemeyen tamamen kendine özgü bir sineması var. Bu kalitede filmler yapmaya devam ederse Avusturya ikinci bir Haneke çıkarmış olacak. İlk izlediğim filmi "Hundstage"'den (2001) çok etkilenmiştim, "Import Export"'u (2007) daha da çarpıcı buldum. Film hakkında ne söylesem çok yüzeysel kaçacak, iki cümlelik bir özete indirgemek istemiyorum. İnsanlara, sosyal sınıflara çirkin yüzlerini gösteren, rahatsız etmekten hiç çekinmeyen yönetmenlere sinemanın çok ihtiyacı var. Kısaca Haneke severler kaçırmasın, sevmeyenler uzak dursun.
3 Ağustos 2011 Çarşamba
Peter Weir ve The Way Back (2010)
Avustralyalı emektar yönetmen Peter Weir, filmlerinde Hollywood baharatlarını dozunda kullanmış, yer yer benim kriterlerime göre tam sınırlarda dolaşmış, ama hiçbir zaman o baharatların sirenvari albenisine kapılıp tuzağa düşmemiştir. İzlediğim filmlerini kronolojik olarak sıralarsam; "The Year of Living Dangerously" (1982), "Dead Poets Society" (1989), "Green Card" (1990), "Fearless" (1993), "The Truman Show" (1998).
1998'den 2010'a gelirken de izlemediğim tek bir film yapmış, yani uzun bir ara vermiş. Sanki "The Way Back" aynı zamanda kendi geri dönüşü. Film Sibirya'daki esir kamplarından kaçmayı başaran bir grubun Hindistan'a kadar yaptıkları binlerce kilometrelik yürüyüşü anlatan bir yol hikayesi. Filmin kaçış gerçekleşene kadar olan kısmını oldukça karmaşık ve başarısız buldum, ama kaçış başladıktan sonra yolun tasviri büyüleyiciydi, 2 saatin üzerinde süren filmi ilgiyle izledim. Filmi kısacası sinematografisi kurtarıyor. Filmin başındaki yönetsel zaafı da Weir'in sinemaya verdiği uzun araya bağlayalım.
1998'den 2010'a gelirken de izlemediğim tek bir film yapmış, yani uzun bir ara vermiş. Sanki "The Way Back" aynı zamanda kendi geri dönüşü. Film Sibirya'daki esir kamplarından kaçmayı başaran bir grubun Hindistan'a kadar yaptıkları binlerce kilometrelik yürüyüşü anlatan bir yol hikayesi. Filmin kaçış gerçekleşene kadar olan kısmını oldukça karmaşık ve başarısız buldum, ama kaçış başladıktan sonra yolun tasviri büyüleyiciydi, 2 saatin üzerinde süren filmi ilgiyle izledim. Filmi kısacası sinematografisi kurtarıyor. Filmin başındaki yönetsel zaafı da Weir'in sinemaya verdiği uzun araya bağlayalım.
2 Ağustos 2011 Salı
Sebastian Schipper ve Ein Freund von mir (2006)
Schipper'in 1999 yapımı "Absolute Giganten" filmini beğenmiştim ama bu filmi esas izleme sebebim başroldeki "Daniel Brühl" idi. Bence son dönemde Almanya'dan hatta Avrupa'dan çıkmış en iyi oyuncu, ve çok da sağlam filmlerde oynamayı tercih ediyor. Bugüne kadar izlediğim bütün filmleri çok iyiydi. Diğer başrolde de yine Alman sinemasının iyi oyuncularından Jürgen Vogel bulunuyor. Buraya kadar her şey iyi güzel de filme gelince tam bir hayal kırıklığı oldu. Ne anlatmak istediğine dair ufak ipuçları var ve eğer bu ipuçlarını doğru yakalıyorsam, inandırıcılıktan çok uzak bir şekilde anlatmaya çalışıyor, ve başarısız oluyor. Daha büyük bir ihtimalle hiçbir şey anlatmaya değil, sadece bir mood yakalamaya çalışıyor, ama o da hiç olmuyor. Bir kere filmin üzerine oturtulmaya çalışıldığı (filme ismini de veren) arkadaşlık hikayesi o kadar ama o kadar inandırıcılıktan uzak ki, film ne yapmak istese benim gözümde ıskalamaya mahkum oluyor.
1 Ağustos 2011 Pazartesi
Alejandro González Iñárritu ve Biutiful (2010)
Geçen yazımda bahsettiğim Iglesia faciasından sonra bu sefer de Meksikalı yönetmen Inarritu beni üzdü. Gerçi bu üzüntüyü öngörebiliyordum, çünkü Inarritu muhteşem bir sinerji yarattığı yazarı Guillermo Arriaga ile yollarını ayırmıştı. Muhteşem filmleri "Amores perros" (2000) "21 Grams" (2003) ve "Babel" (2006) Arriaga'nın kaleminden çıkmıştı. Sanırım ikisi de bu filmlerin başarılarını kendilerine yormak istediler, halbuki başarı ikisinin ortak başarılarıydı. Arriaga dedi ki, ben gider kendi yazdığımı kendim çekerim, bkz. "The Burning Plain" (2008), ciddi yönetsel zaafları olan bir filmdi. Inarritu da dedi ki, ben çekeceğim filmi kendim yazarım, bkz. "Biutiful", içerik bu kadar mı zayıf ve inandırıcılıktan uzak olur, sömürü tuzağına düşer.
Sevgili Inarritu ve Arriaga, gelin vazgeçin bu ego savaşından, birlikte muhteşem filmler yapmaya devam edebilirsiniz.
Sevgili Inarritu ve Arriaga, gelin vazgeçin bu ego savaşından, birlikte muhteşem filmler yapmaya devam edebilirsiniz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)