Taviani kardeşlerin son filmi "Caesar Must Die" bu sene Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülünü aldı. Geçen sene bu ödülü kazanan muhteşem "A Seperation" (2011)'ın halefi olmak, hiçbir film için kolay olmayacaktı, zira kanımca eğer böyle bir kıyaslamaya kalkışılırsa Taviani'lerin filmi bir hayli gölgede kalacaktır.
Esasında iki film çok farklı türlerde ve birbirleri ile kıyaslamak pek de adil olmaz. Taviani kardeşler, Shakespeare'in "Julius Caeser" eserinden uyarladıkları filmlerinde, rolleri bir hapishanede ağır suçlar işlemiş hükümlülere oynatıyorlar. Suç işleyen biri iyi oyunculuk sergileyemez denemeyeceğine göre (hele bir de tüm hükümlüler arasından seçim yapıldığına göre), ilk anda sanılabileceğinin aksine bu anlamda pek de önemli bir sürpriz barındırmıyor film ki ayrıca bazı roller çok çok iyi canlandırılırken bazı roller ve sahneler (bkz. final) bir okul müsameresini andırabiliyor. Renkli başlayıp renkli sonlanan filmin, provaları kapsıyan ara bölümleri müthiş bir siyah beyaz görsellikle çekilmiş. Cesar'ın arkadaşı Brutus tarafından sırtından bıçaklanması hikayesi, bolca cinayet, intikam, iktidar mücadelesi gibi suçlular Dünya'sına ait ögeleri barındırdığından, bu rolleri canlandıran hükümlüler, kendilerini rolleriyle özdeşleştirip, kendi geçmiş icraatlerine tutulan ayna karşısında biraz sarsılıyorlar. Ama yönetmenler bu özele maalesef hiç girmiyor, hükümlülerin kişilikleri ve hissettikleri ile ilgili hemen hiçbir bilgiye ulaşamıyoruz. Belki bunun önünde kanuni/bürokratik engeller de vardı, ama yine de film biraz daha dram barındırabilse çok daha iyi olurdu, keza eser sadece piyese indirgendiğinden, izleyiciyi etkileme/kışkırtma potansiyelinden oldukça fazla ödün veriyor.
19 Ekim 2012 Cuma
18 Ekim 2012 Perşembe
Gareth Dickson - Beyoğlu Salt
Beyoğlu Salt'ta "Ses ve Müzik Keşifleri" adı altında bir konser dizisi sunuluyor. Bu organizasyonu gerçekleştiren ekipte olan çok sevdiğim dostum sayesinde haberdar oldum. Serinin ilk konserini, o gün belimi incittiğim için izlemeye gidememiştim, ama ikinci konseri kaçırmadım. Çok yorucu ve koşuşturmacalı bir günün akabinde, saat 19:00'da yerlerimizi aldık ve kendimizi Glasgow'lu sempatik müzisyen Gareth Dickson'ın müziğinde dinlenmeye bıraktık. Solo gitar ve vokaliyle müziği biraz Kings of Convenience'ı andırmakla beraber, onların ki kadar güçlü ve özgün değildi, özellikle vokali biraz monotondu, ama gitarında farklı perdeler üzerinde bir mandal kullanarak elde ettiği farklı tınılarla çok keyifli bir 75 dakika geçirtti bize. Biraz çekingen ve ürkek halini sevimli ve doğal mizahıyla harmanlayınca, salonu doldurmuş genç seyirci kitlesinin gönlünü hızlı bir şekilde kazandı.
14 Ekim 2012 Pazar
DJ Maestro - 22. Akbank Caz Festivali
Bu seneki festivalin finalini Babylon Lounge'da DJ Maestro'nun müziği eşliğinde, kurtlarımızı dökerek yapmaya karar verdik. Sanatçı hakkında verilen bilgilere göre kendisi Hollanda’nın en ünlü caz DJ’i olarak tanınmış ve funk, caz, latin ve elektronik müziği harmanlayarak, efsanevi caz
plak şirketi Blue Note imzalı sekiz albüm çıkarmış, altı kez de platin kazanmış.
Babylon Lounge'a geldiğimizde, DJ Maestro bir köşede mixer'inin arkasında kendi başına takılıyordu, mekanda bulunan as sayıda dinleyici de kendi içinde muhabbete dalmış, bir konsere gelmiş havasında değildi. Belki biraz da bu ilgisizliğin etkisiyle DJ bence cazla pek bir yerinden bağı olan müzikler çalmadı, basbayağı ortamı çosturacak kulüp müziği çaldı ki, bunda da başarılı oldu, zira bir süre sonra herkes dans etmeye başladı, biz de geç saatlere kadar pistte haftanın stresini üzerimizden attık. DJ Maestro'nun olması gereken ama bu tarzda gerçekleşmeyen müziği şu şekilde olsa gerekti;
Babylon Lounge'a geldiğimizde, DJ Maestro bir köşede mixer'inin arkasında kendi başına takılıyordu, mekanda bulunan as sayıda dinleyici de kendi içinde muhabbete dalmış, bir konsere gelmiş havasında değildi. Belki biraz da bu ilgisizliğin etkisiyle DJ bence cazla pek bir yerinden bağı olan müzikler çalmadı, basbayağı ortamı çosturacak kulüp müziği çaldı ki, bunda da başarılı oldu, zira bir süre sonra herkes dans etmeye başladı, biz de geç saatlere kadar pistte haftanın stresini üzerimizden attık. DJ Maestro'nun olması gereken ama bu tarzda gerçekleşmeyen müziği şu şekilde olsa gerekti;
13 Ekim 2012 Cumartesi
Ketil Bjørnstad - 22. Akbank Caz Festivali
Festivallerin en güzel yanlarından biri, yıllarca bir şekilde kulağımızdan kaçmış olan müzisyenleri keşfedebilmek. Ketil Bjørnstad'ın adının çok sevdiğim cazcılardan Tord Gustavsen ve Arild Andersen ile anıldığını görünce hemen bilet edindim. Konserin CKM'de, dolayısıyla evime yürüme mesafesinde olması sayesinde biletleri de gişeden alabildim, böylece hiç hazzetmediğim Biletix'e para kaptırmamış oldum.
Solo piyano olarak gerçekleşen konser çok dinlendirici ve çok keyifliydi. Bjørnstad'ın müziğini Keith Jarrett'la Michael Nyman arasında diye tanımlayabilirim. Doğaçlama çalış şekli Jarrett'da olduğu gibi başka bir boyuttan vahiy şeklinde inmiş tadı vermiyor, onunki kadar bir derinliğe sahip değil, daha melodik, mükemmel film müziği olacak kıvamda. Konserin güzel bir diğer yanı da, Bjørnstad her parçadan önce, o parçanın hikayesini anlattı, böylece eseri dinlerken zihnimizde Bjørnstad'ın müziğiyle resmettikleri daha rahat imgelendi. Bir hikayesi çok hoşuma gitti; 16 sene kadar Oslo'nun güneyinde, kışları 250 kişinin kaldığı bir adada yaşamış, hatta Wagner'in "Uçan Hollandalı"'sının gemisi bu adanın bulunduğu fyordlarda karaya vurmuş. Bu tehlikeli bölgede kullanılan, adanın deniz feneri sadece ışıkla değil aynı zamanda 4 farklı tonla gemicileri uyarıyormuş, piyanoda bize bu 4 notayı çaldı. Kendisine bu aralar niye hep Mi Minör besteler yapıyorsun diye sorulduğunda, bu sürekli uğuldayan deniz fenerinin etkisinde kaldığını fark etmiş. Bunun üzerine bu 4 ton üzerine kurulu bir beste yapmış. Diğer eserlerinin de ortak paydasında hep bir şekilde deniz, okyanus, dalgalar, yani kısacası su var. İstanbul'un da doğasından etkilendiğini söylediğinde, herhalde yeşili değil, denizi, boğazı kastediyordur diye düşündüm.
Şimdi sizi Bjørnstad'ın müziğiyle başbaşa bırakayım;
Solo piyano olarak gerçekleşen konser çok dinlendirici ve çok keyifliydi. Bjørnstad'ın müziğini Keith Jarrett'la Michael Nyman arasında diye tanımlayabilirim. Doğaçlama çalış şekli Jarrett'da olduğu gibi başka bir boyuttan vahiy şeklinde inmiş tadı vermiyor, onunki kadar bir derinliğe sahip değil, daha melodik, mükemmel film müziği olacak kıvamda. Konserin güzel bir diğer yanı da, Bjørnstad her parçadan önce, o parçanın hikayesini anlattı, böylece eseri dinlerken zihnimizde Bjørnstad'ın müziğiyle resmettikleri daha rahat imgelendi. Bir hikayesi çok hoşuma gitti; 16 sene kadar Oslo'nun güneyinde, kışları 250 kişinin kaldığı bir adada yaşamış, hatta Wagner'in "Uçan Hollandalı"'sının gemisi bu adanın bulunduğu fyordlarda karaya vurmuş. Bu tehlikeli bölgede kullanılan, adanın deniz feneri sadece ışıkla değil aynı zamanda 4 farklı tonla gemicileri uyarıyormuş, piyanoda bize bu 4 notayı çaldı. Kendisine bu aralar niye hep Mi Minör besteler yapıyorsun diye sorulduğunda, bu sürekli uğuldayan deniz fenerinin etkisinde kaldığını fark etmiş. Bunun üzerine bu 4 ton üzerine kurulu bir beste yapmış. Diğer eserlerinin de ortak paydasında hep bir şekilde deniz, okyanus, dalgalar, yani kısacası su var. İstanbul'un da doğasından etkilendiğini söylediğinde, herhalde yeşili değil, denizi, boğazı kastediyordur diye düşündüm.
Şimdi sizi Bjørnstad'ın müziğiyle başbaşa bırakayım;
11 Ekim 2012 Perşembe
İbrahim Maalouf - 22. Akbank Caz Festivali
Bir önceki yazımda Oda Orkestrasını kapattığı için çattığım Akbank, en azından düzenlediği Caz festivalini 22 yıldır istikrarla sürdürüyor.
Konserden bahsetmeden önce İbrahim Maalouf'un müziğiyle tanışma hikayeme kısaca değinmek istiyorum. Beyrut uzun yıllardır seyahat etmek istediğim şehirlerin en başında geliyordu, evvelki sene Antakya'ya yaptığımız seyahat de bu arzuyu iyice kamçılamıştı. Sonunda geçen mayısta sürekli seyahat ettiğim en yakın iki dostumla bu çok özel şehri ve hatta Lübnan'ın önemli bir kısmını, Byblos, Bekaa Vadisi, Baalbek, ve büyüleyici Kadişa vadisini kiraladığımız arabayla gezdik. Hayatımda yaptığım en etkileyici geziydi. Mayıs ayında Lübnan gibi bir yerde sandaletlerle karlar üzerinde yürümek gibi çocuksu sürprizlerini bir yana bırakırsam, esas etkilendiğim bu ülkenin ve özellikle Beyrut'un sayısız yıkıma karşı dimdik ayakta duruyor oluşuydu. Tahrip olmuş pek çok binanın yanında, mimari olarak çarpıcı pek çok modern binalar inşa ediyorlar, fakirlikle zenginliğin, yıkımla inşanın, eğlenceyle hüznün tezatlığı, şehirde kelimelerle açıklanması imkansız bir aura yaratıyor. Tüm bunlara bir de (birkaç gün içerisinde tanışabildiğimiz kadarıyla) insanlarının iç güzelliği ekleniyor. Şiddetin her an kol gezdiği ülkede, insanlarda adeta bir boşvermişlik var, yaşadıkları her ana şükreder gibi garip bir "huzur" içerisindeler. İstanbul'da yaşayanların, insanı boğan agresifliğinden ve koşuşturmacasından eser yok, kimse bir yerlere yetişmeye çalışmıyor, hem niye çalışsın ki, koşarken gittiği (veya gittiğini sandığı) hedefin yıkılmayacağı, koşarken başına bir şey gelmeyeceği ne malum.
Uzun lafın kısası hayatımda ilk defa bir şehire aşık oldum (İstanbul aşkım doğuştan, onu saymıyorum), ve İstanbul'a döndükten sonra uzun süre oralara bir an önce tekrar gitme arzusuyla baş etmek zorunda kaldım. Benimle benzer şekilde bu seyahatten çok etkilenmiş olan dostlarımla, bu özlemimizi sürekli birbirimizle paylaştığımız Lübnan müzikleriyle bastırmaya gayret ettik. Daha Beyrut'a gitmeden önce tanıştığım ve müziklerine bayıldığım Mashrou Leila'dan, Lübnan'ın Sezen Aksu'su Fairouz'a kadar sayısız Lübnan'lı sanatçı bu dönemde tesellim oldu. Bir gün aşağıdaki parça posta kutuma düştüğünde ise gerçekten dağıldım;
Bu parçayı dinledikten sonra ortak kararımız kesindi, ne yapıp edip, İbrahim Maalouf'u Lübnan'da dinlemeliydik. Kendisi çocukluğundan beri Fransa'da yaşadığı için bu ihtimal çok güçlü değildi, ama Akbank Caz Festivalinin programı açıklanır açıklanmaz, hayalimizin yarısı kendiliğinden gerçekleşmiş oldu ve evvelki akşam Garajistanbul'daki yerimizi aldık.
İlk şaşkınlığım, konser alanının tamamını tıka basa doldurmuş olan gençlerdi. İbrahim Maalouf'un (her ne kadar kendisi benim ve diğer Türk okurların çok sevdiği Amin Maalouf'un yeğeni olsa da) ülkemizde bu kadar popüler olmasına ne kadar sevindiğimi anlatamam. Ama daha da büyük sevincim, bir dinleyici topluluğu bu kadar mı güzel olur. Bu günceye arada toslayanlar çok iyi bilir ki oldum olası "kazma" seyirci topluluklarından dert yanarım (mesela bkz. son yazı, veya SSM'deki tuhaf caz konseri). Ama evvelki akşam hepimiz aynı büyünün altındaydık. Kimse önlere gitmek için birbirini itmedi, kimse sigara içmedi, kimse telefonunun ekranında kaybolmadı, kimse bağıra çağıra yanındakiyle muhabbete dalmadı. Tam tersine herkes sahnedeki müthiş ekibe hep bir ağızdan eşlik etti. Herkes sadece İbrahim Maalouf'un ismini değil, müziğini de biliyordu. Bu durumdan sanıyorum Maalouf da büyük keyif aldı, dinleyiciyi gruplara bölerek, kah müziğe eşlik ettirdi, kah aksak ritimler tutturdu ve Beyrut'la ilgili samimi, içten anılarını uzun uzun seyirciyle paylaştı. Bir de eklemeliyim, bu eşsiz dinleyici grubu tek bir kez detone olmadan tüm melodileri seslendirdi, ve bir kez bile ritim kaçırmadı. Bu gençlere ulaşmanın bir yolunu bulmalıyım, keza hayatımın geriye kalanında izleyeceğim, dinleyeceğim etkinliklerde önümde, arkamda, sağımda solumda bu gruptan insanlar olmasını istiyorum.
Konserin içeriğini tasvir etmem ise imkansız; muhteşemdi, son albümü "Diagnostic"teki parçaları ve tabii "Beirut"u seslendirdi. Tamamı virtüöz ekibi şu şekildeydi;
Ibrahim Maalouf: Trompet
François Delporte: Gitar
Youenn Lecam: Flüt, Trompet
Xavier Rogé: Davul
Laurent David: Bas
Yvan Robilliard: Fender Rhodes
François Delporte: Gitar
Youenn Lecam: Flüt, Trompet
Xavier Rogé: Davul
Laurent David: Bas
Yvan Robilliard: Fender Rhodes
9 Ekim 2012 Salı
CKM Sezon Açılış Konseri
Akbank Oda Orkestrası'nın akıl sır erdiremediğim şekilde kapatılmasıyla, (Akbank ne müthiş bir sanat sponsoruymuş değil mi?) CKM'de bir nevi konser öksüzü kaldık. Bu ay başında Kadıköy Belediyesinin katkısıyla bir açılış konseri olması bizi heyecanlandırdı, umarım arkası gelir.
Konserin ücretsiz olmasına rağmen, salonun yarısından büyük kısmı boştu, ama işin daha da acıklı tarafı davetiyeler tükenmişti, yani insanlar (daha doğrusu insansılar) sırf bedava diye davetiye almışlar, ama gelmeye tenezzül etmemişlerdi. Kadıköy belediyesinin sanat ve kültürü bu şekilde desteklemesi çok güzel ama bu konserlerin gençlerle buluşması için de aktif çalışması gerekir, zira konserde yaş ortalaması da 70-80 civarındaydı. Liseler ve üniversitelerden gençlerin bu konserleri izleyebilmesi gerekir ki, klasik müzik daha geniş kitlelere ulaşabilsin.
Konsere gelen kesimin kalitesizliğini kelimelere sığdırmak ise mümkün değil, anons yapılmasına rağmen, tam konser başlayacakken bir cep telefonu çalmaya başladı, sanatçılar telefonun susmasını beklediler, sonra giriş yaptıklarında bir başka telefon çalmaya başladı, disko tınılı telefon uzun süre çaldı, sahibi telefonunun çaldığını fark etmesi bir hayli sürdü, seyirci tepki vermeye başlayınca sanırım jeton düştü. Zaten konserin oda müziği olması itibariyle telefonun sesi, iki enstrüman kadar yüksek çıkıyordu. Bu arada ben kendime sürekli telkinlerde bulunmaya devam ediyordum, "buraya güzel bir konser izlemeye geldim, lütfen hiçbir şeye sinirlenmeyeyim diye" Ama susan telefonun yerini bu sefer bir öksürük oratoryosu almıştı. Ağızlarını dahi kapamadan ve hiç çekinmeden toplu halde sahneye doğru böğürüyorlardı. İşin garip yani tüm bunlar havanın haftalardır 25-30 derecenin altına düşmemiş olduğu bir 3 ekim akşamında gerçekleşiyordu. Sanatçılarla aramızda mümkün olduğu kadar az insansı olsun diye en önlerden bir yere oturmuştuk, ancak tam yanımda oturan bayan, sanatçılara 1,5 metre mesafede oturmasına rağmen hiç umursamadan yüksek sesle burnunu çekiyor, ve burnundan boğazına kaçanları da yüksek sesle böğürerek temizliyordu, gerçekten de aklım yerinden fırlamaya ve sinirden elim ayağım titremeye başladı. Arada yerimizi değiştirdik. Ancak bu sefer yanımda oturan bayan esaslı bir öksürük krizine tutuldu, bir öksürüyor, bir su içiyor, sonunda su boğazına da kaçtı, ve boğulmak üzereyken salondan çıkmaya karar verdi. İnanın bunlar şaka değil ve hiçbir abartı da barındırmıyor.
Konsere gelirsek, ilk bölümde Cesar Franck'ın "Sonata for violin and piano"'sunu seslendiren viyola sanatçısı Deniz Yücel oldukça tutuktu, çok gergindi ve vücut dili oldukça sıkıntılı sinyaller gönderiyordu (bunda seyircinin de esaslı bir payı olmuş olabilir), maalesef bir iki notaya da hafif yan bastı, piyanist Tutu Aydınoğlu ise pozitif ışığı, güler yüzü ve tutkulu çalışıyla tam bir profesyonellik sergiledi. İkinci bölüm çok sevdiğim bir besteci olan Rachmaninoff 'un çok güzel bir parçasıyla, Elegiaque Tiio, konseri benim açımdan kurtardı. Yine piyanist Tutu Aydınoğlu çok iyiydi, kemanda Nilgün Yüksel, müthiş sahne ışığı ve karizmasıyla Tutu'yu yanlız bırakmadı ve eseri çok güçlü yorumladı, bir tek bu ikiliye eşlik eden viyolonselci Bike Öner oldukça zayıf kaldı, belki çok genç olan yaşının da etkisiyle çok sessiz ve silik bir performans sergiledi, çoğu zaman viyolonseli işitmekte bir hayli zorlandık.
Konserin ücretsiz olmasına rağmen, salonun yarısından büyük kısmı boştu, ama işin daha da acıklı tarafı davetiyeler tükenmişti, yani insanlar (daha doğrusu insansılar) sırf bedava diye davetiye almışlar, ama gelmeye tenezzül etmemişlerdi. Kadıköy belediyesinin sanat ve kültürü bu şekilde desteklemesi çok güzel ama bu konserlerin gençlerle buluşması için de aktif çalışması gerekir, zira konserde yaş ortalaması da 70-80 civarındaydı. Liseler ve üniversitelerden gençlerin bu konserleri izleyebilmesi gerekir ki, klasik müzik daha geniş kitlelere ulaşabilsin.
Konsere gelen kesimin kalitesizliğini kelimelere sığdırmak ise mümkün değil, anons yapılmasına rağmen, tam konser başlayacakken bir cep telefonu çalmaya başladı, sanatçılar telefonun susmasını beklediler, sonra giriş yaptıklarında bir başka telefon çalmaya başladı, disko tınılı telefon uzun süre çaldı, sahibi telefonunun çaldığını fark etmesi bir hayli sürdü, seyirci tepki vermeye başlayınca sanırım jeton düştü. Zaten konserin oda müziği olması itibariyle telefonun sesi, iki enstrüman kadar yüksek çıkıyordu. Bu arada ben kendime sürekli telkinlerde bulunmaya devam ediyordum, "buraya güzel bir konser izlemeye geldim, lütfen hiçbir şeye sinirlenmeyeyim diye" Ama susan telefonun yerini bu sefer bir öksürük oratoryosu almıştı. Ağızlarını dahi kapamadan ve hiç çekinmeden toplu halde sahneye doğru böğürüyorlardı. İşin garip yani tüm bunlar havanın haftalardır 25-30 derecenin altına düşmemiş olduğu bir 3 ekim akşamında gerçekleşiyordu. Sanatçılarla aramızda mümkün olduğu kadar az insansı olsun diye en önlerden bir yere oturmuştuk, ancak tam yanımda oturan bayan, sanatçılara 1,5 metre mesafede oturmasına rağmen hiç umursamadan yüksek sesle burnunu çekiyor, ve burnundan boğazına kaçanları da yüksek sesle böğürerek temizliyordu, gerçekten de aklım yerinden fırlamaya ve sinirden elim ayağım titremeye başladı. Arada yerimizi değiştirdik. Ancak bu sefer yanımda oturan bayan esaslı bir öksürük krizine tutuldu, bir öksürüyor, bir su içiyor, sonunda su boğazına da kaçtı, ve boğulmak üzereyken salondan çıkmaya karar verdi. İnanın bunlar şaka değil ve hiçbir abartı da barındırmıyor.
Konsere gelirsek, ilk bölümde Cesar Franck'ın "Sonata for violin and piano"'sunu seslendiren viyola sanatçısı Deniz Yücel oldukça tutuktu, çok gergindi ve vücut dili oldukça sıkıntılı sinyaller gönderiyordu (bunda seyircinin de esaslı bir payı olmuş olabilir), maalesef bir iki notaya da hafif yan bastı, piyanist Tutu Aydınoğlu ise pozitif ışığı, güler yüzü ve tutkulu çalışıyla tam bir profesyonellik sergiledi. İkinci bölüm çok sevdiğim bir besteci olan Rachmaninoff 'un çok güzel bir parçasıyla, Elegiaque Tiio, konseri benim açımdan kurtardı. Yine piyanist Tutu Aydınoğlu çok iyiydi, kemanda Nilgün Yüksel, müthiş sahne ışığı ve karizmasıyla Tutu'yu yanlız bırakmadı ve eseri çok güçlü yorumladı, bir tek bu ikiliye eşlik eden viyolonselci Bike Öner oldukça zayıf kaldı, belki çok genç olan yaşının da etkisiyle çok sessiz ve silik bir performans sergiledi, çoğu zaman viyolonseli işitmekte bir hayli zorlandık.
2 Ekim 2012 Salı
Olivier Nakache & Eric Toledano ve Intouchables (2011)
Geçen hafta beni bir hayli sarsan "Café de Flore"'dan bahsettikten sonra, hemen bir de bu tarz filmlerin panzehirine, yani "kendini iyi hisset" filmlerine değinelim. Benim için bu konuda "en" film "Groundhog Day"(1993)'dir. Aynı güne hapsolup, tekrar tekrar aynı anları yaşamak zorunda kalan bir havadurumu spikerinin (Bill Murray) hikayesi, günümüz insanına müthiş bir ayna tutmaktadır. Her anı aynı olmaya mahkum bir günde, gerçek farkı yaratmanın nasıl bir emek gerektirdiği çok etkileyici bir sadelikte sunulmaktadır.
Gelelim "kendini iyi hisset" türündeki son favorime. "Intouchables" boynundan aşağısı felçli olan kültürlü bir Paris zengininin kendisine bakıcı olarak deli dolu bir siyahi göçmeni seçmesini ve onunla geliştirdiği dostluğu anlatıyor. Filmin bütün masalsı fanstastikliğine rağmen konu, gerçek bir hikayeden ve bu hikayenin kitabından alınmış. Tabii inanamadığım için film sonrası hemen google'dan gerçek kahramanları da arayıp buldum. Felçli zengin rolünde sayısısız fransız filminden beğeniyle izlediğimiz François Cluzet var, ama filmin esas yıldızı kesinlikle bakıcı rolündeki Omar Sy. Kolaylıkla kitch olarak tabir edebileceğimiz bir yöne kayabilecek olan malzeme bu anlamda kesinlikle taviz vermiyor, ve kendini yer yer gözleri doldurarak yer yer güldürerek izletiyor.
Bu filmi gerçekten kendinizi mutsuz hissettiğiniz bir ana saklamanızı tavsiye ederim, sonuçtan çok memnun kalacaksınız. Filmin sonunda tek sıkıntınız, filmin daha uzun sürmemiş olması olacak.
Gelelim "kendini iyi hisset" türündeki son favorime. "Intouchables" boynundan aşağısı felçli olan kültürlü bir Paris zengininin kendisine bakıcı olarak deli dolu bir siyahi göçmeni seçmesini ve onunla geliştirdiği dostluğu anlatıyor. Filmin bütün masalsı fanstastikliğine rağmen konu, gerçek bir hikayeden ve bu hikayenin kitabından alınmış. Tabii inanamadığım için film sonrası hemen google'dan gerçek kahramanları da arayıp buldum. Felçli zengin rolünde sayısısız fransız filminden beğeniyle izlediğimiz François Cluzet var, ama filmin esas yıldızı kesinlikle bakıcı rolündeki Omar Sy. Kolaylıkla kitch olarak tabir edebileceğimiz bir yöne kayabilecek olan malzeme bu anlamda kesinlikle taviz vermiyor, ve kendini yer yer gözleri doldurarak yer yer güldürerek izletiyor.
Bu filmi gerçekten kendinizi mutsuz hissettiğiniz bir ana saklamanızı tavsiye ederim, sonuçtan çok memnun kalacaksınız. Filmin sonunda tek sıkıntınız, filmin daha uzun sürmemiş olması olacak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)