Akbank Oda Orkestrası'nın akıl sır erdiremediğim şekilde kapatılmasıyla, (Akbank ne müthiş bir sanat sponsoruymuş değil mi?) CKM'de bir nevi konser öksüzü kaldık. Bu ay başında Kadıköy Belediyesinin katkısıyla bir açılış konseri olması bizi heyecanlandırdı, umarım arkası gelir.
Konserin ücretsiz olmasına rağmen, salonun yarısından büyük kısmı boştu, ama işin daha da acıklı tarafı davetiyeler tükenmişti, yani insanlar (daha doğrusu insansılar) sırf bedava diye davetiye almışlar, ama gelmeye tenezzül etmemişlerdi. Kadıköy belediyesinin sanat ve kültürü bu şekilde desteklemesi çok güzel ama bu konserlerin gençlerle buluşması için de aktif çalışması gerekir, zira konserde yaş ortalaması da 70-80 civarındaydı. Liseler ve üniversitelerden gençlerin bu konserleri izleyebilmesi gerekir ki, klasik müzik daha geniş kitlelere ulaşabilsin.
Konsere gelen kesimin kalitesizliğini kelimelere sığdırmak ise mümkün değil, anons yapılmasına rağmen, tam konser başlayacakken bir cep telefonu çalmaya başladı, sanatçılar telefonun susmasını beklediler, sonra giriş yaptıklarında bir başka telefon çalmaya başladı, disko tınılı telefon uzun süre çaldı, sahibi telefonunun çaldığını fark etmesi bir hayli sürdü, seyirci tepki vermeye başlayınca sanırım jeton düştü. Zaten konserin oda müziği olması itibariyle telefonun sesi, iki enstrüman kadar yüksek çıkıyordu. Bu arada ben kendime sürekli telkinlerde bulunmaya devam ediyordum, "buraya güzel bir konser izlemeye geldim, lütfen hiçbir şeye sinirlenmeyeyim diye" Ama susan telefonun yerini bu sefer bir öksürük oratoryosu almıştı. Ağızlarını dahi kapamadan ve hiç çekinmeden toplu halde sahneye doğru böğürüyorlardı. İşin garip yani tüm bunlar havanın haftalardır 25-30 derecenin altına düşmemiş olduğu bir 3 ekim akşamında gerçekleşiyordu. Sanatçılarla aramızda mümkün olduğu kadar az insansı olsun diye en önlerden bir yere oturmuştuk, ancak tam yanımda oturan bayan, sanatçılara 1,5 metre mesafede oturmasına rağmen hiç umursamadan yüksek sesle burnunu çekiyor, ve burnundan boğazına kaçanları da yüksek sesle böğürerek temizliyordu, gerçekten de aklım yerinden fırlamaya ve sinirden elim ayağım titremeye başladı. Arada yerimizi değiştirdik. Ancak bu sefer yanımda oturan bayan esaslı bir öksürük krizine tutuldu, bir öksürüyor, bir su içiyor, sonunda su boğazına da kaçtı, ve boğulmak üzereyken salondan çıkmaya karar verdi. İnanın bunlar şaka değil ve hiçbir abartı da barındırmıyor.
Konsere gelirsek, ilk bölümde Cesar Franck'ın "Sonata for violin and piano"'sunu seslendiren viyola sanatçısı Deniz Yücel oldukça tutuktu, çok gergindi ve vücut dili oldukça sıkıntılı sinyaller gönderiyordu (bunda seyircinin de esaslı bir payı olmuş olabilir), maalesef bir iki notaya da hafif yan bastı, piyanist Tutu Aydınoğlu ise pozitif ışığı, güler yüzü ve tutkulu çalışıyla tam bir profesyonellik sergiledi. İkinci bölüm çok sevdiğim bir besteci olan Rachmaninoff 'un çok güzel bir parçasıyla, Elegiaque Tiio, konseri benim açımdan kurtardı. Yine piyanist Tutu Aydınoğlu çok iyiydi, kemanda Nilgün Yüksel, müthiş sahne ışığı ve karizmasıyla Tutu'yu yanlız bırakmadı ve eseri çok güçlü yorumladı, bir tek bu ikiliye eşlik eden viyolonselci Bike Öner oldukça zayıf kaldı, belki çok genç olan yaşının da etkisiyle çok sessiz ve silik bir performans sergiledi, çoğu zaman viyolonseli işitmekte bir hayli zorlandık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder