29 Ocak 2013 Salı

2012 Bakiyesi - Klasikler 1

Vittorio De Sica ve İeri Oggi Domani (1963)
Geçen sene izlediğim "Una Giornata Particolare" (1977)'dan bahsederken, kendime daha fazla Sophia Loren filmi izleme görevi vermiştim. Çalışkan bir sinefil olarak yaptığım araştırma sonucunda, Loren'in Mastroanni ile en sevdiğim yönetmenlerden De Sica'ya ait bir filmde bir araya geldiğini görünce, izlemek farz oldu. Dün, bugün ve yarın olarak 3 bağımsız bölüme ayrılmış olan film, 3 farklı kadın portresi etrafında 3 kadın-erkek ilişkisi anlatıyor. Oyunculukların muhteşem olduğu film kaçırılmayacak klasiklerden.

Robert Siodmak ve The Killers (1952)
Sophia Loren'in film izlememe vesile olması gibi, en sevdiğim aktörlerden Burt Lancaster da "The Killers"'i izlememin sebebiydi. Kendisine Ava Gardner eşlik ediyor olsa da suç filmlerinin klişelerinden kurtulamamış olması itibariyle film-noir'in nadide örneklerinden biri olarak sayamıyorum.

Fred Zinnemann ve The Search (1948)
2. Dünya savaşının hemen sonrasında, Amerikan işgalindeki Alman topraklarında çekilen film, ülkedeki yıkımın adeta bir belgeseli gibi. Savaşın en büyük kurbanlarından olan çocukların hikayesi, annesini kaybeden bir küçük çocuğun, bir amerikan askeri tarafında koruma altına alınması üzerinden anlatılıyor. Başta Amerikan askeri rolündeki Montgomery Clift olmak üzere, kötü oyunculuklar filmin gücüne ciddi bir darbe vursa da, tarihin ve vahşetin şahidi olarak önemli bir eser.

René Clément ve Jeux interdits (1952)
"The Search"'e benzer şekilde, 2. Dünya Savaşı esnasında, bir Nazi bombardımanında anne-babasını kaybeden küçük bir kızı, fakir çiftçi bir aile korumasına alıyor. Selefi gibi bir belgesel edasıyla savaşı resmetmiyor olsa da, "Yasak Oyunlar" çıtayı sinemasal açıdan biraz daha yükseğe koyuyor ve çocukların zihninde oluşan "ölüm" kavramını derinlemesine sorguluyor.

28 Ocak 2013 Pazartesi

2012 Bakiyesi - Animasyonlar

Geçen sene izleyip yazamamış olduğum animasyonlar;

Hayao Miyazaki ve Porco Rosso (1992)
Büyük hayranı olduğum Miyazaki'nin filmografisinden tek eksiğim "Porco Rosso" idi, sonunda bu açığı kapama fırsatını buldum. Miyazaki hayalgücünün güzel örneklerinden biri olan anime, 1920'lerde domuz görüntülü usta bir pilotun hava korsanlarına karşı verdiği mücadeleyi konu ediyor. Günlük güneşlik bir atmosferde geçmesine rağmen, baş karakteri ve aşkı itibariyle yoğun olarak film-noir ögeleri taşıması Miyazaki'nin güzel sürprizlerinden. 2013'de Miyazaki'den "Porco Rosso 2" izleyecek olmanın heyecanı şimdiden sevenlerini sardı.

Goro Miyazaki ve From Up On Poppy Hill (2011)
Neyseki oğul Miyazaki de boş durmuyor da, Ghibli Stüdyolarından güzel animasyon örnekleriyle daha sık buluşabiliyoruz. Bir grup liseli gencin, okullarında kulüplerin bulunduğu binanın yıkım kararına yek vücut olarak karşı durmalarını anlatan eser, Ghibli'den hep bekleyegeldiğimiz fantastik unsurları barındırmıyor olsa da çizimleri ve hikayesiyle sıcak ve sağlam bir yapım.

Isao Takahata ve Gauche the Cellist (1982)
Miyazaki'den sonra animasyon konusunda akla ilk gelebilecek yönetmenlerden olan Takahata'nın muhteşem "Grave of the Fireflies" (1988)'ını unutmak ne mümkün. Japonya'ya atılan atom bombasının yarattığı trajediyi iki çocuğun gözünden izlerken göz yaşlarına boğulmamak mümkün değildi. 90'lı yıllarda verdiği iki eser "Only Yesterday" (1991) ve "Pom Poko" (1994) ister istemez bu filmin gölgesinde kalsalar da, daha geriye, 1982'ye gittiğimizde, ilk animasyonlarından "Gauche the Cellist" ile Takahata'nın sineması hakkında güçlü bir ipucu buluyoruz. Çok genç bir çellist olan Gauche yaşadığı kasabanın orkestrasında çalmakta ve müziğini geliştirmek için, evine gelen sevimli hayvanlardan destek almaktadır. Klasik müziği çocuklara sevdirmek için birebir.

Mamoru Hosoda ve The Girl Who Leapt Through Time (2006)
Zamanda ufak atlamalar yapabildiğini fark eden liseli bir genç kız, bu yeteneğini, kendi küçük ergenlik dünyalarındaki durumları, ilişkileri olumlu yönde etkilemek için kullanmaya çalışıyor, ama bu sandığı gibi sonuçlar veremiyebiliyor. Sade ve duygu yüklü tarzıyla türünün iyi bir örneği, klasik bir Ghibli stüdyo filmini andırıyor.

Bill Plympton ve Idiots And Angels (2008)
Çok özgün ve daha önce hiç rastlamamış olduğum bir çizim ve estetikle hazırlanmış yapım, hemen hiç diyaloğa sahip değil, ancak çok derin ve karanlık konulara el atıyor. Çok farklı türleri içinde harmanlayan eser, komediden, gerilime, film-noir'dan, doğaüstüne dokunmadık alan bırakmıyor. İnsanı oldukça aşağıda çekebilen bu animasyona sağlam bir ruh haliyle yaklaşınca, karşılığı fazlasıyla alınabilir.

Roger Allers, Rob Minkoff ve The Lion King (1994)
Animasyon tarihinin en çok ses getiren eserlerinden biri olan "Aslan Kral"'ı küçük oğluma izlettirmeye karar verdim, ama sonrasında da çok pişman oldum. Tüm meşhur masalların akıl almaz vahşetler içerdiği Dünya'mızda (Kırmızı başlıklı kız ve Pamuk Prenses gibi) bu eserden de naif, şirin bir hikaye beklemek biraz saflık olmuş. Kendi öz kardeşi tarafından sırtından bıçaklanarak öldürülen baba aslan, arkasında ufak bir oğul aslan bırakıyor, tahta göz diken kardeş, bir de bu ufacık şirin aslanın peşine düşüyor. Filmi orijinal dilinde izlediğimiz için, oğluma hikayeyi sürekli çarpıtarak aktarmaya çalıştım, babası ava gitti, gezmeye gitti dedim, ama ikna edemedim, hemen ne oldu babasına diye gözleri dolmaya başladı. Bu tür masal ve çizgi filmlerle büyüyen bir nesilden Dünya'da barış beklemek çok da akılcı değil.

Dean DeBlois, Chris Sanders ve How to Train Your Dragon (2010)
İlk yarısı, yani ejderhanın evcilleştirilmesi aşaması fena olmayan bu animasyon ikinci yarısında katıksız bir şiddete başvuruyor. Sadece yetişkinler için yapılmış olsa sorun yok, ama çocuklara bunu izletmek nasıl bir zihniyettir anlayamıyorum.

27 Ocak 2013 Pazar

2012 Bakiyesi - Bilim Kurgular 3

Bilim kurgu serisinin üçüncü bölümünde düşük bütçeli bağımsız yapımlardan bahsedelim;

Richard Shenkman ve The Man From Earth (2007)
Yönetmenini tanımadığım, tek mekanda geçen, bilim kurgu ögesi sadece diyaloglarda barınan filmin konusu hakkında ispiyon vermeden ipucu vermek mümkün değil. Daha iyi bir yönetmen ve daha iyi oyuncularla bir "12 Angry Men" (1957) misali klasikleşebilecek film, sıradan bir TV yapımı havasından maalesef kurtulamıyor. Yine de ilgiyle izlenebilen, merak uyandıran, sıradışı bir film.

Jack Heller ve Enter Nowhere (2011)
Birbirini tanımayan 3 yabancının yolları ıssız bir ormanın ortasındaki bir kulübede kesişiyor. Ne yaparlarsa yapsınlar, ormandan çıkmanın yolunu bulamıyor, dönüp dolaşıp tekrar kulübeyle karşılaşıyorlar. Bu esrarengiz durumun üzerindeki sır perdesi izleyici açısından bir süre sonra kalksa da, karakterlerin bunu kavraması ve çözümlemesi bir hayli sürüyor, bu da filmin temposunu ve cazibesini yitirmesine sebep oluyor.

André Øvredal ve Trollhunter (2010)
Troll, İskandinavya kaynaklı mitolojik bir canavar ve Norveç'te bir grup üniversite öğrencisi trollerin gerçekten varolduğu şüphesinin peşine düşüyorlar. Belgesel havasında çekilmiş olan film, fantesi-korku türünün kıyılarında dolaşıyor, finale doğru iyice çığırından çıkıyor. İlginç konseptine rağmen yer yer sıkılarak izlediğimi itiraf etmeliyim.

26 Ocak 2013 Cumartesi

2012 Bakiyesi - Bilim Kurgular 2

Bilim kurgu serisinin ikinci kısmında dram yönü efektlerine ağır basan filmlere değinelim;

J.J. Abrams ve Super 8 (2011)
"Lost"'un yaratıcısı Abrams, ilk sinema filmi yönetmenliğini yaptığı "Star Trek" (2009) ile çok iyi bir sınav vermişti. Super 8 ise biraz daha vasat ve silik. Yapımcısı Spielberg olan film hakkında yapılan "E.T." (1982) benzetmesi Bilim Kurgu - Çocuk bağlantısı itibariyle çok yerinde, bir önceki yazıda bahsi geçen filmler, 70'lerin sonu ve 80'lerin başında üretilen filmlerin eline su dökemezken, bu film de çok daha iyi olanaklara sahip olmasına rağmen "E.T."'nin gerisinde kalıyor.

Rupert Wyatt ve Rise of the Planet of the Apes (2011)
Film hakkında bir önbilgim olmadığı için "Planet of the Apes" (1968) benzeri bir maymunlar gezegenine düşen insan hikayesi bekliyordum, ama konu deneylere tabii tutulan maymunların Dünya'daki isyanlarını anlatmasıyla bana daha çok müthiş belgesel "Project Nim" (2011)'i anımsattı. Kalite ve etkileyicilik olarak belgeselin yanına yaklaşamasa da, James Franco'nun başarılı performansı ve büyük yapım tuzaklarından sıyrılmayı başarmış olmasıyla elle tutulur bir film.

Gary Ross ve The Hunger Games (2012)
Suzanne Collins'in çok satan kitabı "The Hunger Games" büyük yankı buldu ve pek çok türdeşi gibi ilk fırsatta filme çekildi.  Japon yapımı "Battle Royale"'i, George Orwell'in "1984"'ü ile harmanlayan film/(kitabı bilemiyorum, okumadım), bu iki eserin söylediklerinin üzerine bir şey ekleyemese de ilgiyle izlenebiliyor. Muhtemelen kitabı okuyanlar tatmin olmayacaklardır ve haklı olarak pek çok önemli ögenin filmin dışında bırakıldığından yakınacaklardır.

24 Ocak 2013 Perşembe

2012 Bakiyesi - Bilim Kurgular 1

2012'de yazmaya fırsat bulamadığım filmleri gruplayarak, kısa kısa geçmeye karar verdim. Bilim Kurgularla başlıyorum;

Ridley Scott ve Prometheus (2012)
"Blade Runner" (1982) ve Alien (1979) gibi bilim kurgunun başyapıtlarına imza atmış Ridley Scott'ın "Prometheus" projesini duyduğumda çok heyecanlanmış ve izlemeyi iple çekmiştim. Her ne kadar beklentilerimi olabildiğince aşağıda tutmaya gayret ettiysem de hayal kırıklığına uğramaktan kurtulamadım. İnsanlığın Alien felaketine nasıl bulaştığının hikayesi olarak öngörülen filmde, yönetsel, atmosferel ve efektsel açıdan bir sıkıntı görmesem de, senaryo ve klişe karakterlerde ciddi sorunlar bulunuyordu. Artık elinde kola kutusuyla playstation oynar gibi uzay gemisi kulllanan beyzbol şapkalı, laubali (sözde cool) mürettebatlar da görmek istemiyorum, ilk gördükleri sıradışı canlı karşısında altına eden ödlek bilim insanları da, bize Ripley (Sigourney Weaver) "serin"liğinde karakterler lazım.


Matthew Vaughn ve X-Men: First Class (2011)
Oyunculuklarına çok saygı duyduğum Michael Fassbender, Kevin Bacon ve Jennifer Lawrence gibi oyuncular, ne kadar müthiş performans gösterirlerse göstersinler, efektlerin ve aksiyonun önüne geçemeyecekleri filmlere niye tenezzül ederler bilemiyorum. Ben izlemeye niye tenezzül ediyorum söylüyeyim; düzgün Bilim kurgu yaptılar da biz mi izlemedik, bunlarla avu(namı)nuyoruz. Vaughn'un "Kick-Ass" (2010)'ini de beğenmemiştim, bunu da beğenmedim.

Joss Whedon ve The Avengers (2012)
Yeterince süper kahraman filmlerine boğulmuyormuşuz gibi, onların hepsini biraraya getirmek ve daha "en" aksiyonu elde etmek için çırpılınıyor. Ne olacak insanlığın bu sinesüper kahraman ihtiyacı dedirten film tabii sonuna kadar vuruyor, kırıyor, yakıp, döküyor, esaslı bilim kurgu izleyicilerinin içi yanıyor. Kalburüstü "Serenity" (2005) ile umut vaatmiş olan Whedon, ruhunu Hollywood yapımcılarına teslim etmiş.

Andrew Stanton ve John Carter (2012)
Türü baştan aşağı Kitch Bilim Kurgu olarak tasvir edilecek filmin, başrol oyuncusunun adının Taylor Kitsch olması tesadüf mü bilemedim. Hafif "Mad Max"'imsi, Conan giyimli bir Dünyalı, ilkel görünüşlü, ileri teknolojili (yarı Avatar, yarı insan görünüşlü) Mars'lıların arasına düşerse ne olur diye özetlenebilecek film, yukarıda bahsi geçen, adeta tek kalıptan reçeteyle çıkan Bilim Kurgu müsvettelerine aykırı düşmesiyle dikkat çekse de, aykırı düştüğü yer, benim arzu ettiğim yerden çok uzaklarda.

Christopher Nolan ve The Dark Knight Rises (2012)
İlk üç filmi itibariyle çok ümit vaat eden Nolan'ın sinemasının aldığı kabus yönden "Inception" yazımda bahsetmiştim. "The Dark Knight"(2008)'la bir çuval incir berbat olduğundan, Batman üçlemesinin üçüncü ayağının, ikincisinden de kötü olacağını hissediyordum. Yapımcıların ve ortalama sinema seyircisinin aksiyon açlığının, filmde söylemeye değer ne kaldıysa yalayıp yutacağının farkındaydım, nitekim öyle de oldu, o yüzden sinirlenmeden izlemeyi başarabildim. Dikkatimi çeken, filmdeki "Star Wars" özenmeleri oldu; baş kötü karakter, ağzındaki solunum cihazıyla, ve tüm hal ve tavırlarıyla Darth Vader'in çıplak versiyonu değil miydi, hapishaneden kaçması için felsefi taktikler veren kör mahkum, Yoda gibi konuşmuyor muydu, diğer fiziki eğitimini veren Obi-Wan Kenobi değil miydi, güçlü kadın karakter catwoman size gözükara bir prensesi anımsatmadı mı, Palpatine'in kim olduğunu ise filmin sonunu görenler anlayacaklardır. Vah vah sevgili Nolan, ne hallere düştün? 

23 Ocak 2013 Çarşamba

Ben Affleck ve Argo (2012)

Şu yazıma daha önce denk gelmiş olanlar, Ben Affleck sinemasına karşı son derece olumsuz duruşuma şahit olmuşlardı. Affleck'in yönetip, başrolünü oynadığı son filmi "Argo" geçen hafta açıklanan Altın Küre ödüllerinde en iyi film ünvanını kazanınca bir kez daha merakıma yenildim ve izleme gafletine düştüm. İyi ve ilgi çeken, politik bir girişin hemen ardından bir çuval inciri berbat edercesine son yıllarda izlediğim en kötü film olmasını, Hollywood'un tüm klişelerine ve kötü oyunculuk örneklerine bulanmış olmasını bir yana bırakıyorum, beni en çok kızdıran filmin İran'a ve halkına aşırı oryantalist ve son derece ırkçı bakış açısı oldu. En kitch aksiyon B-filmlerinde dahi olmayacak bir vahşi terörist İran resmi çizilmiş. Daha da üzücü olanı, filmin gerçek bir hikayeye dayanıyor olması itibariyle zaten batının kafasında kemikleşmiş önyargının iyice perçinlenmesine çanak tutmasıydı. İran halkının"Midnight Express"'i olarak nitelenebilecek yapım, şuursuz insansılar tarafından yüceltilerek, ödüllerle kutsanarak bütün bir toplum aşağılanıyor. Bu filmin, bu şekilde kutlanması Dünya barışıyla ilgili ciddi bir karamsarlığa kapılmama sebep oluyor. Adeta yakın gelecekte İran'a yapılması muhtemel bir operasyon için Amerikan ve Dünya kamuoyunun desteğini sağlamak için yapılmış bir propoganda filmi. İlk cümlesinde İran'ın bugünkü haline gelmesinde (tabii ki yine petrol sebebiyle) Amerikan ve Britanya politikalarının ve manipülasyonlarının ne kadar büyük rol oynadığını söyleyip, ondan sonra seyirciyi ters köşeye yatırma yüzsüzlüğünü gösterecek kadar ya namussuz ya da şuursuz.
Daha fazla söz etmeye değecek bir film gerçekten değil, yazacak tonla film beklerken, bu kuru propogandaya öncelik vermemin tek sebebi, bu satırları okuyanlar ille filmi izleyeceklerse en azından sinemada izlemezlerse ben üzerime düşeni yapmış olurum.

22 Ocak 2013 Salı

Contini Art Gallery ve Papetti

Venedik'te mağazaların, cafe'lerin, restoranların, galerilerin şehrin ruhuna uygun olarak hep butik olmaları çok hoş, büyük formatta mağazaların şehri fethemediği, fastfood zincirlerinin, yerel işletmeleri ezip geçemediği adeta kurtarılmış bir bölge gibi burası. İçinde dolaşırken her köşeden bir küçük galeri veya galeri gibi zevkle döşenmiş butik bir mağaza veya bir tatlıcı fırlıyor. Galerilerin yanısıra Murano adasındaki özel cam fabrikalarından çıkan objelerin sergilendiği rengarenk mekanlar mevcut. Galeriler arasında da en dikkatimizi çeken, birkaç şubesi bulunan Contini Art Gallery oldu. San Marco'daki şubesine girdiğimde daha önce tanımadığım Alexandro Papetti'nin büyük formatlı resimlerinden çok etkilendim ve buraya not düşmek istedim.






21 Ocak 2013 Pazartesi

Museo di Storia Naturale di Venezia

Filmlerde, belgesellerde pek çok kez kesitler görmüşümdür, ama hatırladığım kadarıyla hayatımda hiç doğa tarihi müzesi gezmemiştim. İstanbul'da da yakın zamana kadar böyle bir müze olduğunu da sanmıyorum (yani vardı da biz mi ziyaret etmedik diycem, ama yurtdışında da aklıma gezmek hiç gelmemişti), Venedik'ten dönünce merak edip araştırdım, 15.12.2011'de Pendik/Güzelyalı'da (kendi beyanıyla Türkiye'de ilk) Doğa Bilim Müzesi açılmış, ilk fırsatta çocukları götürmeliyim. Nina'yı çocukluğunda ailesi çok sık doğa müzelerine götürürmüş, hadi doğa tarihi müzesini gezelim dediğinde önce bir şaşırdım, keza kısıtlı zamanımızda gezebileceğimiz sayısız başka müze önceliklerimdeydi, ama merakım bir kere cezbolmuştu. Müzenin bulunduğu bina, bizans mimarisi etkisinde bir 13. yüzyıl sarayı olup, adı da "Fondaco dei Turchi" olunca (Uzun yıllar Türk Tacirlerin yaşadığı mekan olmuş) karar kesinleşti.
Dünya'da yaşamın oluştuğu dönemden başlayarak bugüne kadar doğanın ve canlıların tarihsel gelişimini ve çeşitlenmesini kronolojik olarak sergileyen müzenin girişinde etkileyici bir dinozor iskeletiyle yolculuğumuza başladık. Sonrasında sergilenenler, hem çocukların hem de yetişkinlerin ilgisini sürekli ayakta tutabilmek adına bol renk ve ışıkla bezenmişti. Bir nevi dondurulmuş hayvanat bahçesi olarak nitelenebilecek müzede hayvanların doldurulmuş halleri yer yer biraz iç acıtsa da, bu durum hizmet ettiği amaç adına hoşgörülebilir.
Doğa ve bilim meraklısı yeni nesiller yetiştirebilmemiz adına, ülkemizde de hızla doğa ve bilim müzelerinin açılmasını ve ülke geneline yayılmalarını diliyorum.




20 Ocak 2013 Pazar

Peggy Guggenheim Müzesi

New York'ta kendi adıyla anılan meşhur müzeyi kuran Solomon R. Guggenheim'ın yeğeni Peggy Guggenheim da sıkı bir çağdaş sanat koleksiyoncusu. Uzun yıllar Venedik'te yaşadığı ve her köşesini sanat eserleriyle donattığı evini (büyük kanalın kıyısında bir 18. yüzyıl sarayı) zamanla halkın ziyaretine açmaya başlamış, ölümünden sonra Solomon R. Guggenheim vakfına geçen koleksiyonu da aynı yerde müzeleştirilmiş. Gezilen her odasında Peggy Guggenheim'ın, o odada yaşarken çekilmiş bir fotoğrafı da bulunuyor, ve onun evinde/sarayında geziyor olmanın verdiği tılsım, görülebilen eserlere ayrı bir canlılık katıyor.
Akla ilk gelebilecek çağdaş sanatçıların hemen hepsinin eserlerini görebilmek mümkün. Misal olarak Wikipedia'dan bir seçmece yapıştırayım;
De Chirico (The Red Tower, The Nostalgia of the Poet) and Severini (Sea Dancer); from France, Braque (The Clarinet), Duchamp (Sad Young Man on a Train), Léger (Study of a Nude), Picabia (Very Rare Picture on Earth); from Spain, Dalí (Birth of Liquid Desires), Miró (Seated Woman II) and Picasso (The Poet, On the Beach); from other European countries, Brâncuşi (including a sculpture from the Bird in Space series), Max Ernst (The Kiss, Attirement of the Bride), Giacometti (Woman with Her Throat Cut, Woman Walking), Gorky (Untitled), Kandinsky (Landscape with Red Spots, No. 2, White Cross), Klee (Magic Garden), Magritte (Empire of Light) and Mondrian (Composition No. 1 with Grey and Red 1938, Composition with Red 1939); and from the US, Calder (Arc of Petals) and Pollock (The Moon Woman, Alchemy)
Her biri başlı başına bir deneyim ancak özellikle Max Ernst ve René Magritte'ten çok etkilendiğimi buraya not düşmeliyim, bu eserlerin canlıları insanı gerçekten büyülüyor;
Yazıyı bir yerinden sinemaya değdirmek gerekirse, Andy MacDowell ile John Malkovich'in "The Object of Beauty" (1991)'de birbirlerine girmelerine sebep olan heykelciğin sahibi Henry Moore'un bir eserini ve hem "Episodes" dizisinde hem de Cronenberg'in son filmi "Cosmopolis"'de özellikle vurgulanan Rothko'nun bir eserini de bu sevimli müzede görmek mümkün.
Son olarak da müzenin bahçesine çıkıldığında oturulabilen bankların üzerine grave edilmiş şu dizeleri fotoğraflamadan edemedim;


19 Ocak 2013 Cumartesi

Interpreti Veneziani ve Vivaldi

Noel sonrası, karnaval öncesi, Venedik'i tam da arzu ettiğimiz gibi turistten arınmış ve sakin olarak tatma şansına sahip olduk. O daracık, her tarafından estetik fışkıran sokakları, kanalların üzerindeki minyatür köprüleri başka nasıl arşınlayabilirdik bilemiyorum. Yüzyıllardır şehrin hiçbir yerine müdahele edilmemiş olması, edildiyse de bunu kesinlikle göstermiyor olması, güzelim İstanbul'umuzun mimari açıdan nasıl hunharca katledildiğinin bir işareti olarak görülebilir. Eski ne varsa yıkalım, yerine büyük, daha büyük, en büyük binalar dikelim zihniyetinden kurtulamazsak, gelecek nesillere tam bir enkaz bırakıyor olucaz.
Hiçbir plan ve ön hazırlık yapmadan vardığımız Venedik'in, her köşesinden cazip teklifler fışkırıyordu, hangi birine yetişeceğimizi şaşırdık, hatta az kaldı dönüş uçağını kaçırıyorduk. Varlığından haber olur olmaz, görmeyi en çok istediğim konser "Musica A Palazzo"'daki etkinlik oldu, gündüz kapalı olan gişesini, dönüp dolaşıp 4 kez ziyaret ettik, ancak gişe açıldığında o akşamki (çok sevdiğimiz) Rossini'nin "Sevil Berberi"'nin biletlerinin çoktan tükendiğini öğrendik. Eğer bilet bulabilseydik, eski bir Venedik sarayının 3 odasında, salonda, yatak odasında az sayıda seyirciyle birlikte sanatçılarla iç içe bir operayı izleme ve dinleme şansına sahip olacaktık. Bu güzel şehre tekrar gitmek için geçerli bir sebep olarak bir kenara not ettik.
Venedik'in göreceli boş haline aldanmamak gerektiğine kanaat getirerek hemen ikinci tercihimiz olan Dünyaca meşhur oda orkestrası "Interpreti Veneziani"'ye bilet edindik. Şansımıza programda Vivaldi'nin "Dört Mevsim"'i vardı, Venedik fonunda bundan daha ideal bir eser olamazdı. Konser, şehrin sayısız güzel kiliselerinden biri olan San Vidal'de gerçekleşti. İlkbahar ve Yazı bir solist, Sonbahar ve Kışı başka bir solist seslendirdi, ilk solist muhteşemdi, ikincinin yorumu selefine göre biraz zayıf kaldı, keşke eserin tamamını ilk solist seslendirseydi, zira en sevdiğim bölüm olan Kışı ondan dinlemek isterdim. Orkestranın tamamı ise adeta tek bir vücut gibi kusursuzdu. Dört Mevsim'in ardından Vivaldi'nin diğer bir konçertosunu, Martinez'in bir eserini ve sıkı bir virtüözite gerektiren Pagani'nin "La Campanella"'sını ağzımız (ve kulağımız) açık izledik. Konserin sonunda çok kaliteli olan izleyici pek çok kez tekrar talep etti, Venedik yorumcuları da dinleyicileri kırmadı. Özellikle iki solistin kemanlarını gitar gibi tutarak çaldıkları eser çok ilginçti. Tam programı not düşmek gerekirse; 

ANTONIO VIVALDI 
“LE QUATTRO STAGIONI” 
Concerti per violino, archi e cembalo 
“La Primavera” op. 8 n. 1
violino, Paolo Ciociola
- allegro “Giunt’è la primavera” 
- largo “mormorio di fronde e piante - il capraro che dorme” 
- allegro “danza pastorale”
“L’Estate” op. 8 n. 2
- allegro non molto “languidezza per il caldo”: allegro 
- adagio “toglie alle membra lasse il suo riposo” 
- presto “tempo impetuoso d’estate”
“L’Autunno” op. 8 n. 3
violino, Guglielmo De Stasio
- allegro “ballo e canto de’ villanelli” 
- adagio molto “dormienti ubriachi”
- allegro “la caccia”
“L’Inverno” op. 8 n. 4
- allegro non molto “aggiacciato tremar tra nevi algenti”
- largo “passar al foco i dì quieti …” 
- allegro “camminar sopra il ghiaccio”
ANTONIO VIVALDI Concerto per violino, archi e cembalo op. 3 n. 9
"Estro Armonico"

violino, Paolo Ciociola
- allegro
- larghetto
- allegro
RODRIGO MARTINEZ
"La Follia" per archi e cembalo
NICCOLO' PAGANINI"La Campanella" per violino e archi
violino, Nicola Granillo

9 Ocak 2013 Çarşamba

Hoşgeldin 2013!

2012 yılıyla birlikte bu güncenin de 3. yılı dolmuş oldu. 2012'nin son çeyreğindeki büyük durgunluğa rağmen (ekonomi haberi gibi oldu), 2013 yılında parmaklarımın klavyeye daha sık gidip, bu günceye daha çok not düşmelerini ümit ediyorum, herhalde bu satırları yazarken mesajı alıyorlardır.
Önceki yıldönümlerde olagelmiş olduğu üzere (2012) yine biraz istatistik tutayım. 2012 toplamda 105 yazı ile 2010'un üzerinde, 2011'in gerisinde kapanmış. Film veribankam şu anda 2585 izlenmiş film gösteriyor (son günlerde izlediğim birkaç filmi 2012'ye iltimas geçiyorum), yani toplam 185 film izlemişim, geçmiş yıllarla benzer bir tempo söz konusu. Geçen (özellikle de son çeyrek) yılki yazı tembelliğinden kelli altmışın üzerinde film yazılmayı bekliyor, bu yük de yazı yazmayı iyice zorlaştırıyor. Belki çok beğendiğim birkaçı haricini çok kısa özetler yaparak geçiştiririm. Bir de bu aralar 2012 Cannes yarışma filmlerini izlemeye başladım, taze taze yazmak istiyorum, ama öncelikle önceki yılın temizliğini yapmam gerek, belki de gerek değil. Buradan 2013'e gereklerle değil özgür seçimlerle dolu mutlu bir yıl dileyerek konuyu bağlıyayım.