15 Nisan 2021 Perşembe

Cannes 2018

Cannes Film Festivali'nde yarışma adaylarına değindiğim yazılara 2018 yılı ile devam ediyorum. Film kalitesinin kanımca çok yüksek olduğu bir yıl idi. Büyük usta Godard'ın yarışmada değil de keşke farklı bir kategoride gösterilseydi dediğim deneysel yapımını paranteze alırsam, 2 film dışında hepsini beğendim.

Cold War - Paweł Pawlikowski 10/10

Sinemanın büyüsünün beni sapasardığı bir başyapıt. Pawlikowski'nin Ida (2013)'sına da bayılmıştım, aşk, tutku ve özgürlük üzerine söyleyecekleri olan bu filmi de kusursuz buldum. Polonya'da yerel halk müzik ve danslarına tutkuyla bağlı olan bir ikilinin aşkları, savaş sonrası Sovyet etkisi ve baskısı altındaki ülkede ciddi bir sınava tabi olur. İnsan tutkularını geride bırakarak özgürleşebilir mi? Zaman içinde ani zıplamalar yaparak, klasik bir aşk anlatısının kalıplarını kırıyor yönetmen. Aradaki boşlukları doldurmak izleyiciye kalıyor. Müthiş bir siyah - beyaz estetikle donatılmış film benim için 2018 yılında Altın Palmiye'yi de en çok hak edendi.

Capernaum - Nadine Labaki 9/10

Daha önceki bir yazıda, hastası olduğum Labaki'ye ve bu filme değinmiştim. Küçük bir oğlanın savaş ve sefalet içinde kendinden daha da küçük kardeşini korumak için verdiği varoluş mücadelesini ve ailesini kendisini doğurdukları için dava etmesini yürekleri paralayarak (ama sömürmeyerek) anlatıyor.

Burning - Lee Chang-dong 9/10

Yine daha önceki yazılarda yazar Murakami'nin kitaplarına olan sevgimden bahsetmiştim. Murakami kitaplarının ve karakterlerinin ruhunu daha iyi yansıtabilecek bir film düşünemiyorum. Onun bir kısa hikayesinden yola çıkan filmde, kahramanımız tutulduğu kızı kaybederek, onu arar. Klasik Murakami ögeleri aşk, gizem ve kedilerle örülü yapım başı, ortası, sonu olan bir hikayeden çok belli bir "ruh hali"ni anlatıyor.

Ayka - Sergey Dvortsevoy 9/10

Türki Cumhuriyetler'den bir genç kız, hayallerini gerçekleştirmek için Moskova'ya kaçar. İşler hiç de hayal ettiği gibi gitmez ve sefaletin dibine vurur. Filmin başında, yeni doğum yaptığı hastaneden bebeğini terk ederek kaçan Ayka'nın peşinde borç aldığı tefeciler de vardır. Yönetmenin kamerası Ayka'yı hiç kadrajından kaçırmıyor, sürekli ona yakın geziyor. Adeta bir gizli kamerayla çekilmiş belgesel havası taşıyan filmde, Ayka'nın çaresizliğini, çırpınışını iliklerimize kadar hissediyoruz. Dvortsevoy'u takip ettiğim yönetmenler listeme hemen aldım.

Ahlat Ağacı - Nuri Bilge Ceylan 9/10

Türk sinemasının medar-ı iftiharı Nuri Bilge Ceylan ardı ardına başyapıtlar üretmeye devam ediyor. 3 kuşak baba oğulun çarpıcı öyküsünü izliyoruz. Doğduğu toprakta kaderine hapsolmuş babasını küçük görerek, kendi yolunu çizmeye çalışan kahramanımızı da, tüm çırpınmalarına rağmen, kaderin görülmeyen pençeleri aşağı doğru çekmektedir, sıkıştığı taşradan çıkamamaktadır. Bir başına, uyumsuz, biçimsiz bir ağaç olarak Ahlat Ağacı, ülkemizde eğitim sisteminin çarpıklığı ve yetersizliğiyle, toplumun cehaleti ve mahalle baskısının etkisiyle, biçare kalmış genç bireylere işaret ediyor. Ceylan, her filminde olduğu üzere, ismi konmamış belli insanlık hallerini, duygularını o kadar katıksız ve yalın bir şekilde anlatıyor ki, hayran olmamak elde değil. Hele bir de öyle vurucu bir finali var ki bu filmin, gözyaşlarım sel oldu aktı.

Shoplifters - Hirokazu Koreeda 8/10

Filmlerinin büyük kısmını izlediğim, Ozu'nun mirasçısı olarak gördüğüm Koreeda'nın tüm filmlerini çok seviyorum. 2004 yapımı Nobody Knows favorilerimdendir. Aileleri tarafından terk edilmiş küçük çocukların yaşam mücadelelerini anlatmıştı. Shoplifters'da aynı temayı alarak biraz daha geliştirmiş. Sadece dışlanmış çocukları değil, bir şekilde ailelerinden kopmuş, dışlanmış bir ergenin, bir büyükannenin ve yetişkinlerin bir arada yaşamalarını anlatıyor. Bir şekilde birbirlerini bulmuş bu karakterlerin temel geçim kaynakları hırsızlık yapmaktır. Koreeda her filminde olduğu üzere "aile" kavramını derinlemesine irdeliyor. Bu karakterler, gerçek ailelerinde bulamadıkları sevgiyi, kan bağları olmayan yapay bir ailede bulabilirler mi? Çarpıcı finali ile hafızamda kalıcı bir yer edinen Koreeda'nın bu filmi Altın Palmiye ödülünü kucakladı.

En Guerre - Stéphane Brizé 8/10

Yeterince karlı olmadığı gerekçesiyle Fransa'da kapatılmasına karar verilen bir fabrikada işçilerin, işlerini kaybetmemek için verdikleri mücadele, yine çok çarpıcı ve belgesele yaklaşan bir gerçeklikle anlatılıyor. Bölgenin en önemli işvereni olan fabrikanın kapanması, çalışanların muhtemelen bir daha hiç iş bulamamalarıyla sonuçlanacaktır. Fabrikanın kapanmaması için hem devletle hem de küresel firmanın üst yönetimiyle bir araya gelebilmek için büyük bir mücadele verirler. Diğer yandan kendi içlerinde de bir çok çekişmeler olduğunu görürüz. Kapitalist düzenin acımasızlığını tüm çıplaklığıyla ortaya seren, Vincent Lindon'ın müthiş oyunuyla taçlanan çok güçlü bir söylemi olan kaliteli politik film örneği.

Asako I & II - Ryūsuke Hamaguchi 8/10

Yönetmen Hamaguchi izlediğim ilk filmiyle takip etmek istediğim yönetmenler arasına girdi. Baş kahramanımız olan içine kapanık Asako, gençlik aşkı kendisini terk ettikten sonra yaşadığı yerden ayrılarak çalışmak için gittiği Tokyo'da, eski aşkına ikizi kadar benzeyen ancak çok farklı bir karaktere sahip olan biriyle tanışır. Eski ve yeni ilişkiler üzerine düşündüren, çok sade bir film. Bir hayli Murakami tadı da aldım, ama uyarlandığı romanın yazarı Tomoka Shibasaki imiş.

Dogman - Matteo Garrone 8/10

Gomorra (2008), Reality (2012) ve Tale of Tales (2015) yönetmeni Garrone'den çarpıcı bir film daha geldi. İtalya'daki otoritenin terk ettiği bir kıyı kasabasında, ahali bir zorbanın insafına kalmıştır. Köpek bakıcısı olan kahramanımız bu zorbanın tam zıddı şekilde ufak tefek gariban bir adamdır ve zorbanın her türlü işkencesine katlanmak zorundadır. Günümüzün vahşi Dünya'sında insanlığın içinde bulunduğu yozlaşmışlığın, 3-5 zorbanın elinde geniş kitlelerin savrulmasının başarılı bir alegorisi.

Yomeddine - Abu Bakr Shawky 8/10

Mısır'da tüm cüzzamlıların bir araya toplandıkları ve toplumun geriye kalanından dışlandıkları bir bölge bulunmaktadır. Hastalıktan kurtulmuş olsa da, cüzzamın izlerini suratında ve vücudundaki deformasyonlarda taşıyan kahramanımız, eşini kaybedince, kendisini çocukken terk etmiş olan ailesini bulmaya karar verir. Kimsesizler yurdundan arkadaşı olan küçük oğlan da ona bu yolculuğunda eşlik eder. 2018 Cannes'ının benim için en güzel sürprizlerinden olan bu sıra dışı film, farklı olanın hemen toplumdan dışlanmasına dair çok samimi tespitlerde bulunuyor.


Bakiye Filmler;

Ash Is Purest White - Jia Zhangke 7/10

Happy as Lazzaro - Alice Rohrwacher 7/10

BlacKkKlansman Spike Lee 7/10

Les filles du soleil - Eva Husson 7/10

3 Faces - Jafar Panahi 7/10

Under the Silver Lake - David Robert Mitchell 7/10

Everybody Knows  - Asghar Farhadi 7/10

Leto - Kirill Serebrennikov 7/10

Plaire, aimer et courir vite - Christophe Honoré 5/10

Couteau Dans Le Cœur - Yann Gonzalez 5/10

Le livre d'images - Jean-Luc Godard ??/10

12 Nisan 2021 Pazartesi

Stalker (1979) - Andrei Tarkovsky

Tarkovsky filmlerini sinefil hayatımın emekleme döneminde izlemiştim. Sinema sevgimi ateşlendiren önemli etkenlerden bir tanesi, öğrencilik yıllarımda Berlin'de sinemateklerde çok uygun fiyatlara sunulan, önemli yönetmenlerin toplu film gösterimleri idi. Tarkovsky filmlerinin bazılarını bu şekilde ilk olarak sinemada izlemiştim. Filmlerin görsel gücünden çok etkilenmiştim, üzerinden 25 yıl geçmiş olmasına rağmen belli kareler belleğimden hiç çıkmadı. Ancak aynı zamanda fazla bir şey anlamadığımı, bir hayli de sıkıldığımı hatırlıyorum. Mesela "Offret" (1986) filminde Bach'ın muazzam müziği ve o evin yanma sahnesi zihnime bir daha silinmemecesine kazınmıştı, ama izlerken ruhumu az daha teslim ediyordum.

"Deli" kanlı yıllarımda, bu türden derin filmleri izlemeye sabrım yeterli değilmiş. Ayrıca sinema tarihinin başyapıtları söz konusu olunca, aklımda canlanan filmler bambaşkaydı. Mesela Kurosawa'nın filmlerini izlerken kendimden geçiyordum. Fellini, De Seca, Visconti, Antonioni, Truffaut deyince akan sular duruyordu, ama benzer beklentilerle izlediğimde Tarkovsky belli ki birkaç numara büyük gelmişti. Büyüsünü hissedebilmiş ama izlediklerim beklentilerimi karşılayamamış, filmleri anlayamamıştım. Fazla "felsefi" olduklarına kanaat getirmiştim. Sinemanın hazmının daha kolay olması gerektiğini düşünmüştüm. Son dönemde felsefe üzerine okumalar yapmaya başlayıp, hiç de abartılacak bir öcü olmadığını fark edince, Tarkowsky filmlerini tekrar izlemeye karar verdim ve geçen hafta sonu önce Stalker'dan başladım. Filmin dilinin ne kadar açık olduğuna öylesine şaşırdım ki, hiç lafı dolandırmıyor, sembolizme boğmuyordu. Söyleyeceğini o kadar dolaysız ve üstünü kapamadan dile getiriyordu ki, nesini hiç anlayamamışım gerçekten kavrayamadım.

Keşke 20'li yaşlarımda başlasaymışım bu günceyi tutmaya diye düşündüm. 20'li zat-ı alim dökseymiş içini bu satırlara, filmle ilgili dertlerini anlatsaymış. Muhtemelen 3 saat boyunca klasik bir "bilim kurgu" klasiği beklediğini, ama çok ağır akan filmde hiç ama hiçbir olay olmadığını söylerdi. Kubrick'ten "2001: A Space Odyssey" (1968) izledikten sonra hakkı değil miydi, birazcık da olsa, sihir kutusundan çıkacak sürprizleri görebilmek? Gerçi bu filmle ilgili esas kıyaslamasını "Solaris"(1972)'te yapacak ve gözünü seveyim "Star Wars"larımın diyecekti. Tabii Solaris'i de ilk fırsatta tekrar izleyeceğim, listeme aldım.

Ah genç Barışım, çok toymuşsun, çok yanlış beklentilerle oturmuşsun bu filmin başına. Yaşarsan, bir 25 yıl daha geçtiğinde, 70'li yaşlarda olur ya tekrar uğrarsın bu satırlara (veya hep hayal ettiğin gibi torunların okur sana), bambaşka bakacaksın belki de bugünkü bana, hissettiklerime. Muhtemelen çok düz okumuşsun diyeceksin, toy bulacaksın beni. Seni gülümsetmek, belki de biraz duygulandırmak için şimdi bu satırlara dümdüz düşeceğim notlarımı. Sana eşlik edecek başka gözler olursa, bilsinler ki, sürprizbozanlar olacak tüm Tarkovsky yazılarında.

Bir göktaşı çarpması veya belki de uzayın derinlerinden gelen bir ziyaretle oluşmuş gizemli bir bölgede geçiyor hikayemiz. Bu bölgeye keşif için giden askerler geri dönememiş. Bunun üzerine bölge çitlerle çevrilerek yasak bölge ilan edilmiş. İnsanlar, her yasaklanan imgenin yüceltildiği gibi bölgenin gizemli güçlere sahip olduğuna dair efsaneler üretmiş ve mucizelere vesile olduğuna inanmışlar. Hapse girmeyi dahi göze alarak gizlice bölgeye girmeye başlamışlar. Bu noktada filme ismini de veren iz sürücüler (stalker) önemli bir rol oynuyorlar. İnsanların, askeri kontrolleri atlatıp bölgeye girmelerinin yolunu, ve de bölgeye girdikten sonra pek çok "görünmez" ölümcül tehlikeyi atlatarak, bölgenin merkezindeki "oda"'ya ulaşmalarını sağlamaya çalışıyorlar.

Rivayete göre bu odaya giren kişinin dileği gerçek oluyor. Distopik ve fakir tasvir edilen dış Dünya'da son derece umutsuz yaşayan insanlar, hayatlarını değiştirebilmek için son bir ümit bu odaya ulaşmayı arzu ediyorlar. Filmde eşlik ettiğimiz 3 tane karakter var. İlki olan iz sürücünün, son derece fakir bir hayatı var. İçinde bulundukları yaşam koşullarından mutsuz bir eşi ve yürüyemeyen sakat bir küçük kızı var. Aynı zamanda bölgeye, bölgenin güçlerine ve kendisinin bir yol gösterici olarak rolüne sarsılmaz bir inancı var.

İkinci karakterimiz bir bilim insanı, bir fizikçi. Hiç yanından ayırmadığı, hatta uğruna kendini tehlikeye atabileceği bir çantası var. Bir bilim insanı olarak, söylencelere kulak asmayarak, bölgeyi bizzat kendi gözlemleme, gizemini çözebilme ve belki de bir gün Nobel ödülünü alabilmeyi hayal ediyor. Üçüncü karakterimiz ise bir yazar. Uzun yıllar boyunca, yazdıklarıyla insanlığa bir şeyler katabileceğine dair  naif bir inançla üretmiş bir sanatçı. Ancak geldiği noktada insanlık için tüm ümidini yitirmiş, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanmış, nihilist bir ruh haline bürünmüş. Yeniden yazabilmek için kaybettiği ilham perisini yeniden bulma ümidiyle bölgeye gelmiş.

Film boyunca bilim insanı ve yazar birbirleriyle atışıyorlar, iz sürücü ise onları sürekli bölgenin tehlikeleri ile ilgili uyarmakla meşgul. Bölge terk edilmiş sanayi tesisleri, fabrikalar ve ambarlarla, onların işgal ettiği toprakları geri almaya başlamış olan doğanın çarpıcı tasvirlerinden oluşuyor. Her yerden su fışkırıyor, çok yoğun bir yeşil doğa her aralıktan kafasını uzatıyor. Ziyaretçiler son derece sıradan gözüken bu yıkık dökük bölgenin neden gizemli olarak nitelendiğini anlayamıyorlar. 

Hatta bölgeye girdiklerinde yazar, görüş mesafesinde olan odaya doğrudan yürümeye kalkışıyor. İz sürücü itiraz ediyor, doğrudan yürüyerek odaya ulaşılamayacağını, onun göstereceği dolambaçlı yollardan geçmezlerse odaya hiçbir zaman ulaşamayacaklarını söylüyor. Bu şekilde 3 karakter sürekli tartışarak, birbirlerini ve kendilerini sorgulayarak, meşakkatli bir yürüyüş sonunda odanın eşiğine geliyorlar. Geldikleri noktada her birinin kafasında bu yolculuğu neden yaptıklarına dair bir sürü soru işareti oluşmuş durumda.

İz sürücü, onları uyarıyor; odaya girdiklerinde, en çok istediklerini düşündükleri ilk dilek gerçekleşmeyecektir. Ruhlarının en derinindeki, en köklü arzu yerine gelecektir, bunu iyi tartmalıdırlar. Ayrıca arzunun yerine gelmesi için inanmak şarttır ve bu arzu için hayat boyunca bir çile çekilmiş, bir emek verilmiş olması gerekmektedir. Yani basit bir şekilde zengin olmak istiyorum demekle zenginlik gerçekleşmeyecektir. İz sürücü söylevini çekerken, bilim insanı o yanından ayırmadığı çantasından bir bomba çıkarıverir ve odayı havaya uçurmaya kalkışır. İz sürücü can havliyle onun üzerine atılır ve haykırır: "İnsanların elinden son umutlarını almaya ne hakkın var? Umut olmazsa nasıl yaşayacağız?" Bilim insanı ise bu odanın, sadece insanların masum arzularına yanıt vermeyeceğini, yanlış ellere geçmesi halinde çok kötü sonuçlara sebebiyet vereceğini, dolayısıyla yok edilmesi gerektiğini söyler.

Yazar ise, arzuları yerine geldiğinde yazması için hiçbir sebep kalmayacağını anlamıştır. Bilim insanı ve yazarın odaya inançları yoktur, o eşiği geçip odaya girmezler. Filmin finaline doğru bu üçlü ilk buluştukları barda ayrılmak üzeredirler. İz sürücü, onu almaya gelen karısıyla birlikte bardan çıkarak, barın önünde oturan küçük kızına doğru yönelir. Bir sonraki sahnede küçük kızı yürürken görürüz, kadraj göğüsten yukarı küçük kızın başını göstermektedir. Odaya inanan tek kişinin iz sürücü olması itibariyle, odaya girerek kızı için bir mucize dilediğini düşünürüz. Ancak kamera yavaş yavaş küçük kızdan uzaklaşmaya başlar, ve kızın esasında yürümediğini, yürüyen babasının sırtında oturduğunu fark ederiz.

Eve döndüklerinde iz sürücü kendini yere atarak ağlamakta, bilim insanı ve yazar özelinden yola çıkarak tüm insanlığa veryansın etmektedir; "İnanmıyorlar" Bu sırada o duvarları dökülen fakir evin farklı bir duvarını ilk defa görürüz. Film boyunca son derece saf ve bilgisiz görüntüsü veren, inancı dışında hiçbir şeyi olmadığını söyleyen iz sürücünün duvarı boydan boya kitaplarla doludur.

Filmin son sahnesi de çok çarpıcı; Küçük kızı bir masanın başında otururken görüyoruz. Masanın üzerinde bardak ve kavanoz var. Uzaktan bir tren sesi duyuyoruz ve bardaklar hareket etmeye başlıyor. Acaba bardakları küçük kız düşünce gücüyle mi hareket ettiriyor, yoksa evin çok yakınından geçen trenin etkisiyle masanın sallanması mı buna sebep oluyor? Babası odada acaba kızıyla ilgili bir dilek mi diledi ve bu dilek arzu ettiğinden farklı mı sonuçlandı, yoksa bölgenin garip etkisiyle mi kız böyle bir güce kavuştu? Yoksa hareketin sebebi sadece yaklaşan bir tren mi?

Buraya kadar özetlerken yorum katmadım, çok kabaca iskeletini filmde olduğu şekilde vermeye gayret ettim. Dolayısıyla son derece açık bir anlatım var, anlaşılmayan, yoruma açık tek bir cümleye dahi denk geldiğimi anımsamıyorum. Odanın neyi temsil ettiğine dair pek çok farlı yorum yapılabilir. Mesela "oda" kavramını "din/tanrı" ile değiştirebilir, "bölge"ye de "tanrıya/hakikate giden yol" diyebiliriz. En basitinden Sovyet Rusyası'nda devletin dini yasakladığını düşündüğümüzde, filmin her karesi farklı bir şekilde anlamlanmakta ve her sözü birer aforizmaya dönüşmektedir. Bilim dini dışlamakta, kötü ellere geçmemesi için yok edilmesi gerektiğini söylemekte, sanatçı neden sanat yaptığını sorgulamaktadır. Son umut olan tanrıya inanan insanların, mucizelere inanmaya, ve onlara aracıların yol göstermelerine ihtiyaçları vardır.

Hiç tanrı ve din kavramına başvurmadan da filmi farklı şekillerde okumak mümkün. Odayı, filmde olduğu şekliyle en derinlerde yatan arzumuzu gerçekleştirecek mucize olarak ele alırsak, hangimiz en derinlerdeki arzumuzu bilerek yaşıyoruz? O arzuyu içimizde aramaya, adını koymaya hazır mıyız? Kendimizi gerçekleştirmek ne demek? Gerçekte ne istiyoruz? Kendimizi ne kadar tanıyoruz? Arzumuzun peşinden giderken kolay yollara mı sapacağız, yoksa tehlikeli, dolambaçlı yollarda risk alarak bedelini ödemeye hazır mıyız? Arzumuz yerine gelince biz ne olacağız? Hayatımız anlam kazanacak mı? Yoksa boşluğa mı düşeceğiz? Bu soruları sormadan, yanıt aramadan, o eşikten geçerek odaya girmeye hazır mıyız? Bir çırpıda yazarken fark ettim ki, daha sayısız soru ekleyebilirim ve film esasında tüm bu soruları izleyene sorduruyor.

Bölgenin hali bana, işlerin ters gittiği bir nükleer reaktörü, veya nükleer denemeler yapılan bir askeri tesisi çağrıştırdı. Filmin sonunda çekirdek aileyi evlerine yürürken gördüğümüz arka plan da bunu pekiştirdi. Bölgenin, bir patlamayla her şey darmaduman olmuş gibi bir havası var. Bugün dahi Chernobyl civarını gezsek, muhtemelen benzer bir izlenim edinebiliriz. Böyle bir durum bölgenin devlet tarafından yasaklanmasını da, bölgeye gidenlerin ölmesini de, bölgeden dönenlerin çocuklarının sakat doğmasını da açıklardı.

Tarkovsky'nin sinema diline gelirsek, zaten tarihe geçmiş, neyse ki o kısmı 25 sene önce biraz da olsa kavrayabilmişim. Ne zaman onun etkisinde olan bir yönetmenin filmini izlesem, o etkiyi net olarak görebiliyorum. Filmde kullanılan tonlardan, kadrajlara, seslerden mekanlara kadar her öge sahne sahne yorumlanabilir, kitaplar dolusu yazı yazılabilir. Bu kadar zengin bir filmde bir zamanlar sıkılmayı nasıl başarabildiğime şaşırmıyorum, çünkü biliyorum ki bugünkü ben, dünkü ben dahi değilim, 20 yaşındaki ben ise bambaşka biri, araya tüm yaşanmışlıkların yanı sıra 3500'in üzerinde de film girdi (veri bankamın yalancısıyım). Belli başlı filmleri tekrar izlemek için çocukların büyümesini bekliyorum (diye kandırıyorum kendimi) ama Tarkovsky'leri şimdi tekrar izleyip, sonra çocuklarla birlikte üçüncü turu atmaya karar verdim.

10 Nisan 2021 Cumartesi

Kuantum Teorisi - J.P. McEvoy & Oscat Zarate

Antik Yunan'da filozoflar evrenin ve doğanın temel yapıtaşının ne olduğu üzerine yoğun kafa yormuşlar. Acaba bilimin günümüzde ulaştığı noktada evrenin oluşmasına nasıl açıklamalar getirdiğini merak ettim. Büyük patlama öncesine dair teoriler, hatta paralel evrenler teorilerine dair okumalar yapmaya kalkışınca, kuantum fiziğini anlamadan boşa kürek çekeceğimi fark ettim.

Bu konuda tavsiye edilen popüler bilim kitaplarından bir tanesini kütüphanede bulmayı başararak, John Gribbin'in Schrödinger'in Kedisinin Peşinde'sini okumaya başladım. İlk yüz sayfada kuantum teorisine giden yolda Newton ve Maxwell'den başlayarak, ışık dalga mıdır, parçacık mı gibi sorulara yanıt arayarak, 19 ve 20. yüzyıl fiziğinin tarihçesini veriyor. Bu kısımları okurken aşırı nostaljik bir ruh haline girdim. Alman Lisesi'nde 7. sınıfta ilk fizik dersine girdiğim gün yaşadığım şoku dün gibi hatırlıyorum. Ben fizik altında insan fiziği / anatomi gibi bir şey beklerken, empatisi sıfırın altında olan Fizik öğretmeni (alacağın olsun Herr Wick), sanki biz anadili Almanca olan zihinlermişiz ve anamızın karnından fizik kanunlarının farkındalığıyla doğmuşuz gibi, herhangi bir girizgah yapma ihtiyacı duymadan, en anlaşılmaz şekilde üstümüze fizik teoricikleri kusmuş, tahtayı bana Çince gelen sembollerle doldurmuştu.

Sonraki yıllarda da o kabus temelin üzerine hiçbir şey kuramadım. Hala hatırlarım, o kahverengi fizik kitabını (bok rengiydi!) açıp elimde sözlük bir şeyler anlamaya çalıştığım anları. Kitap da çok kötüydü (veya ben uzanamadığım ciğere pis diyordum), ne kadar çabalarsam çabalayayım, hiçbir şey anlamıyordum. İnternetin keşfine daha uzun yıllar vardı, ve ailede danışabileceğim kimse yoktu. Sıra arkadaşım Selim sağolsun, kopyalar, sallamalar, bir şekilde okulun sonunu zor getirdim. Egom fena halde yaralanmıştı, kendimi daha salak hissettiğim herhangi bir konu hatırlayamıyorum bu hayatta. O sebeple temel bilimlerin mutlaka anadilde okunmasının (keşke Alman öğretmenlerden Türkçe görebilseydik :) ) elzem olduğunu düşünürüm. Gerçi günümüzde gençler açıklarını bir iki youtube videosu ile kapatma imkanına sahipler, ama ne kadar şanslı olduklarını biliyorlar mı bilemiyorum.

12. sınıfta, üniversite sınavına hazırlanırken fizikle barışacaktım. Bu güncede her fırsatta bir çift laf ettiğim Türk eğitim sistemi sayesinde, dershane ve özel derslerle fiziği çok sevdim. Alman sistemi teoriye ve bilimsel analitik düşünmeye ağırlık veriyordu, sınavlarda formül kitapçıkları serbestti, zira o formülleri nasıl kullanacağını bilmediğin zaman hiçbir fayda sağlamıyorlardı. Sınavda üç, dört soru olurdu, birkaç sayfa o sorulara yanıt yazılırdı. Türk sisteminde ise formülleri ezbere bilmek gerekiyordu. Niye nasıl diye derin sorgulamalara gerek yoktu, soru kısa ve netti, verilen rakamları, bildiğin formüllere uygulayınca 4 seçenekten birini tercih etmek kolaylaşıyordu.

Türk sisteminden fabrikasyon kuru mühendis çıkarmak çok kolaydı, ama bilim insanı üretmek imkansız gibiydi. Alman Lisesi'nin verdiği analitik düşünce yetisinin faydalarını hayatım boyunca çok gördüm. Fizik dersinde ciddi bir travma yaşamış olsam da, matematik dersi, hocasının kalitesinden bağımsız, hep en sevdiğim ders oldu. Kimyayı da sevdim, biyoloji ise çok kötü öğretmenlere denk gelmemiz sebebiyle yine talihsiz bir ders olmuştu. Ama tüm (Almanca) derslerin ortak noktası, hocaların bizlere soru sorması ve bizim "bilgiye" sorulara verdiğimiz yanıtlarla kendimiz varmamız üzerine kurguluydu.

Üniversite sınavı sonucu İTÜ'ye girdiğimde yaşadığım şoku da hiç unutamıyorum. Hocalar tahtaya bir şeyler yazıyor, herkes deftere geçiriyor, hoca - öğrenci arası diyalog neredeyse sıfır, ve hatta soru sorulmasına kızan hocalar vardı. Derste kendi arasında konuştu diye sınıftan atılan öğrenci de gördüm, egosu yaralanınca öğrenciyi hırpalayan hoca da. En sevdiğim ders olan matematiği tanıyamaz hale gelmiştim, hoca bizimle tek kelime konuşmamıştı. İki üç hafta içinde kararımı verdim, gözümü kararttım ve tüm maddi imkansızlıklarıma rağmen hemen Alman Üniversitelerine başvurularımı göndermeye başladım.

Kaderin cilvesi, İTÜ'nün İşletme Mühendisliği modelini aldığı üniversite olan Berlin Teknik Üniversitesi'nde tamamladım tahsil hayatımı. Aradaki farkı kelimelerle ifade etmek mümkün değil, anlatmaya kalkışsam günler boyunca yazmam gerekir. İTÜ'nün hakkını da ayrıca vermeliyim, orada kısa sürede edindiğim dostluklar bugün hala devam ediyor. Ben Almanya'da yalnızlığımı dibine kadar yaşarken, onların İstanbul'da kurdukları komün hayatına çok büyük özlem duyardım. Sonra ben taşı toprağı altın diye yurduma koşa koşa dönerken, onlar birer birer bu topraklarda olanlara daha fazla dayanamayarak ülkeyi terk ettiler ve ben yine yalnızım.

Schrödinger'in Kedisinin Peşinde'yi okurken, aklımdan akan anılar nehrinden sadece birkaç damlacık sıçrattım buraya. Kitabın ilk yüz sayfasını okurken, teorilerin çoğunu iyi kötü bildiğimden takip edebilmiştim, ama fazla teorik ilerlemesi ve hemen hiç görsel kullanmaması, kuantum teorisine geçtiğimde zorlanacağımı düşündürdü. O sırada McEvoy ve Zarate'ın kitabına denk geldim. Tamamen görsellerle bezenmiş, hatta mizahi çizimlerle karikatürlere yer veren, benim gibi çocuklara hitap eden bir kitap olduğunu görünce hemen ona zıpladım. Çok büyük bir keyif alarak okudum.

Kuantum fiziği üzerine daha önce de popüler bilim sitelerinde okumalar yapmaya çalışmış, ancak fazla yol alamamıştım. Şimdi taşlar biraz daha iyi yerine oturdu. Gelişim tarihiyle birlikte okuyunca nerelerde tıkandığını, nerelerin daha keşfedilmeye açık olduğunu, CERN'de ne yapılmaya çalışıldığına dair bir fikrim olmaya başladı. İnsanlık olarak henüz resmin çok küçük bir kısmını görebiliyoruz. O sebeple rahmetli Hawking'in zikrettiği her şeyin teorisini (The Theory of Everything) ortaya koyabilmekten henüz uzağız. Evrenin büyük kısmını kapladığı varsayılan karanlık madde ve karanlık enerjinin sırlarını açığa çıkarmak bir yana, öncelikle varlıklarını (sadece gözlemlenebilen maddeler üzerindeki etkileri gözlemlenebiliyor/varsayılabiliyor) kanıtlayabilmemiz gerekiyor.

Kendim henüz tam anlayamamışken, burada özetlemeye çalışmak abesle iştigal olur ama bir yandan da torunlarımın bu satırları bir gün okuyup gülebilecekleri fikri hoşuma gidiyor. Evet daha henüz son bir yüzyılda, atom altı parçacıkların, yani elektron, proton, nötron, foton gibi parçacıkların (ve onların da alt parçacıklarının), yüzyıllardır sarsılmaz gerçekler olarak gördüğümüz Newton kanunlarına göre hareket etmediklerini fark edebildik. Atom altı parçacıkların hareket mekanikleri açıklanamıyor, Heisenberg belirsizlik ilkesine göre, parçacıkların konumlarını bilsek, momentumlarını bilemiyoruz, momentumlarını bilsek bu sefer de konumlarını bilemiyoruz. Sadece istatistik üzerine kurulu denklemlerle nerede olabileceklerine dair bir fikir sahibi olabiliyoruz. Meşhur çift yarık deneyiyle ışık parçacıkları yani fotonlar, gözlemlendiklerinde farklı, kendi hallerine bırakıldıklarında farklı davranıyorlar. Yerine göre dalga veya parçacık olarak gözlemleniyorlar, bir güzel kafa karıştırıyorlar. Tüm bu gözlemler atom üstü Dünya'da alışık olduğumuz her türlü deneyime, sağduyumuza aykırı bir şekilde oluşmakta. Adeta bir simülasyonda, kendi varoluşunu kurcalayan bir avatarın, sıfır ve birlerden oluştuğu tespiti karşısında afallaması gibi şaşkın şaşkın bakıyoruz bu atom altı Dünya'ya.

Bahsettiğim iki kitap da 80'li 90'lı yıllarda yazılmış, yani bilim Dünyası'nda çok uzun bir zaman dilim olarak nitelendirilebilecek bir 30 yıl kadar eskiler. Dolayısıyla mutlaka çok daha güncel bir kitap bularak okumayı yapılacak işler listeme ekledim. Mesela CERN'de yapılan deneyler, kuantum fiziğinde büyük bir çığır açıyor. Atom altı parçacıkların ışık hızına yaklaşacak şekilde hızlandırılarak çarpıştırıldıkları, bu sayede bu parçacıkların yapıtaşlarının anlaşılmaya çalışıldığı, uluslararası bilim insanlarının bir araya gelerek araştırmalar yaptıkları bu çok değerli ve devasa laboratuvar, 2012 yılında, teorik olarak varlığı ifade edilmiş olan Higgs bozonunu gözlemlemeyi başardı. Higgs bozonu ve Higgs alanı, atom altı parçacıkları bir arada tutan, saniyenin milyarda biri kadar bir zamanda var olup, yok olabilen bir saf enerji anlayabildiğim kadarıyla. Saniyenin milyarda bir anında var olan, boyut olarak akıl almaz ufaklıkta bir parçacığın gözlemlenebilmesi benim beynimi feci şekilde yakıyor.

Tüm bu bilgiler beni o kadar heyecanlandırıyor, merakımı o kadar yoğun gıdıklıyor ki, daha fazla okuyasım ve araştırasım var. Bilimin yetersiz kaldığı noktalarda, boşlukları bilim felsefesi dolduruyor. Okunabilecek sayısız teori ve düşünce var. Ama yapılacaklar listem o kadar kalabalık ve karmaşık ki, maymun iştahımla savrulmamak için müthiş bir efor sarf etmem gerekiyor. Paralel okumaya kalkıştığım kitapların sayısını kısmaya çalışmam ve belli konulara odaklanabilmem gerekiyor. Buraya yazmak da bu konuda kendimi disipline edebilmem adına faydalı oluyor. Şimdi klavyeyi yavaşça kenara bırakarak Platon'a dönmem gerektiğini kendime hatırlatıyorum.


4 Nisan 2021 Pazar

Felsefeye Giriş II - Bilgi Felsefesi


Ahmet Arslan'ın Felsefeye Giriş kitabına notlar düşmeye çalıştığım ilk yazıda konuyu biraz dağıtarak fazla ilerleyememiş ve kitapta değinilen felsefenin başlıca alanlarına farklı yazılarda değinmeye karar vermiştim. Kitap felsefenin tanımından sonra bilgi felsefesi (epistemoloji) ile devam ediyor. Kısaca özetlemek gerekirse bilginin kaynağı, kapsamı ve imkanı gibi konular tartışılıyor. Bilginin kaynağı temel olarak iki şekilde olabiliyor; duyular, gözlem ve deneylerle elde edilebiliyor (deneycilik, empirizm) veya akıl ve düşünce ile gerçek bilgiye ulaşılabiliyor (usçuluk, rasyonalizm). Bu iki kaynakla erişilemeyen tanrı gibi metafizik kavramlara ise sezgicilik ile ulaşılmaya çalışılabiliyor. Felsefede sık sık karşılaştığımız üzere, genelde düşünürler uç kamplara bölünmeye meylediyorlar. Genelde ya sadece aklımıza güvenebiliriz, ya da sadece gözlemlerimize güvenebiliriz deme eğilimindeler, neyse ki arada bu kaynakları sentezlemeyi akıl edenler de çıkabiliyor.
 
Bilginin alanı, kapsamı, sınırları konusu da, bilginin kaynağına benzer bir tartışma ile ilerliyor. Bilginin kapsamı sadece gözlemlerle elde edebileceklerimizle mi sınırlıdır, yoksa hayal gücümüzle sonsuz genişletilebilir mi? Bu noktada her türlü metafizik alanı bilginin kapsamı dışında bırakan pozitivizm akımı öne çıkıyor, ve bilginin kapsamını bilimsel olarak çalışılabilen alanlarla sınırlıyor.

Bilgiyi o veya bu kaynaktan elde ettiğimizde, işimiz bitmiş olmuyor. "Elde ettiğimiz bilginin gerçekliğinden emin olabilir miyiz" sorusu öne çıkıyor. İşte bu noktada da karşımıza şüpheciler çıkıp, her türlü bilginin gerçekliğinden şüphe ediyorlar. Septizmin (şüphecilik) farklı yörüngelerinde, kendilerini ılımlı veya aşırı şüpheci gibi farklı derecelerde konumluyorlar. Felsefede modern çağın başlatıcısı olarak görülen Descartes, tüm bilgilere şüpheci bir şekilde yaklaşarak öncelikle hepsini bir güzel eliyor. Bir çuval dolusu elmanın içlerinden çürükleri ayıklamak için tüm çuvalı boşaltmak ve elmaları teker teker kontrol ederek tekrar çuvala doldurmak gerekir, diyor. 

Bu işlemi yapabilmek için elmaları yani tüm bilgileri teker teker şüphe filtresinden geçirdiğinde, elinde emin olabildiği tek bilginin kendi varlığı olduğuna kanaat getiriyor. Sınadığı tüm bilgilerden şüphe edebilmekteyken, düşünebildiğine göre kendi varlığından şüphe edemeyeceği sonucuna varıyor. Felsefeyle ilgilensin, ilgilenmesin, muhtemelen herkesin kulak aşinalığına sahip olduğu "Düşünüyorum, öyleyse varım"'ı bu vesileyle zikretmiş Descartes. Büyük çoğunluk gibi, bağlamını öğrenmeden önce ben de bu cümleyle Descartes'ın düşünmenin önemine vurgu yaptığını çıkarsamıştım, ama meğer o düşünme yetisi sayesinde varoluşunu bir hakikat olarak ortaya koyuyormuş.

Günümüzde Matrix gibi filmlerle son derece popüler hale gelen simülasyon teorilerini dikkate aldığımızda, tüm insanlığın, hatta evrenin bir bilgisayar simülasyonundan ibaret olabileceği ihtimali yanlışlanamaz, yani aksi ispatlanamaz durumdayken, çuvala konan ilk elmanın da çürük olmadığının bir garantisi bulunmuyor. Esasında en uç noktada düşündüğümüzde gerçekten de elimizdeki hiçbir bilginin gerçekliğinden tamamen emin olamıyoruz. Hele bir de son yüzyılda atom altı parçacıkları inceleyen kuantum fiziğinde yaptığımız gözlemler sağduyumuzu öylesine derinden sarsmış bir durumda ki, 300 yıldır tartışılmaz bilimsel gerçeklik olarak algıladığımız Newton kanunları dahi temelinden sarsılmış durumda.

Bu aralar Nigel Warburton'un Klasiklerle Felsefe isimli, önemli felsefe başyapıtlarının özetlerinin bulunduğu bir kitabı zamana yayarak okuyorum. Orada Descartes'ın Meditasyonlar kitabının da bir özetini okudum. Descartes, kendi varlığını hakikat olarak bir bilgiden çok bir sezgiyle ortaya koyduktan sonra, çuvala hakikat oldukları tartışmalı elmaları doldurmaya devam ediyor. İlk iş olarak çuvala tanrının varlığına dair bir elma koymak istiyor. Yani tanrının varlığını tartışılmaz bir hakikat olarak ispatlamaya girişiyor. Tanrıya inanmak mümkündür, ama tanrının varlığını yanlışlanamaz bir bilgi olarak ortaya koymak, insanoğlunun muhtemelen düşünmeye başladığından beri çabaladığı ama hep çuvalladığı bir durumdur. Çuvalı bu şekilde dolduracaksan, neden en başta boşalttın dedirtiyor adeta.

Descartes'ın neden felsefede modern çağı başlatacak kadar önemli bir düşünür olduğu üzerine kafa yormaya başladım. Sanırım, Ortaçağın tamamen karanlığa bürünmüş, tartışmaya hiçbir şekilde açık olmayan dogmatik bilgilere boğulduğu bir dönemde, çuvaldaki elmaları meydana döküp, tüm bilgileri tekrar elden geçirmeye çok ihtiyaç vardı. Antik Yunan'da çok güçlü olan şüphecilik akımı, kilisenin şüphe etmeyi affedilemez bir günah haline getirdiği Ortaçağ'da tamamen yok olmuş ve böylece yeni bilginin üretilebilmesinin önüne de set çekilmiş. Descartes şüpheciliği geri getirerek ve bilgiyi temel hakikat olarak kendi varoluşuna kadar da soyarak, düşünce Dünya'sını temelden silkelemiş olsa gerek. Bugün ülkemizde de bu türden bir şüpheciliğe, tüm ön yargılardan ve ezberlerden kurtularak, neyin doğru neyin yanlış olduğunu tekrardan düşünmeye gerçekten çok ihtiyacımız var.

Şu anda fena sallıyor da olabilirim, zira bu konular hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyorum, ama aklıma Nietzsche'nin üstün insanı Übermensch geldi. Nietzsche de üstün olarak, toplumun dayattığı her türlü kültür, gelenek, yargı gibi zincirlerden kurtularak, bağımsız düşünebilen, kendi değer sistemini oluşturabilen insanı tasavvur etmektedir (anladığım kadarıyla). Bu türden üstün insanlara tüm toplumların acil ihtiyacı var. Başta belli çıkarlar uğruna çarpıtılmış dinler olmak üzere, politika, medya gibi kurumlarca körüklenen, toplumlardaki kemikleşmiş yargıların insanların ayaklarına nasıl prangalar vurduğuna her gün tekrar tekrar şahit olmuyor muyuz?

Eğitim sistemimize dönüp baktığımızda, hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde ezbere bilgi dayatmıyor muyuz bakir nöronlarla dolu taze beyinlere? Tarihimizdeki tüm zaferler kahramanca, tüm yenilgiler talihsizce gerçekleşmiş, sütten çıkmış ak kaşık misali bu topraklar hep erdem dolu bir tarih yazılagelmiş. Beyinlere şüphe tohumu eker korkusuyla bir evrim teorisini dahi ders olarak okutamıyoruz. Sorgulamayı öğretmediğimiz kuşaklar yetiştirip, sonra da neden koyun gibi güdülmeyi bekleyen bir garip millet olduğumuza şaşırıyoruz.

Aşırıya kaçmadan, nihilizm tuzaklarına düşmeden, sağlıklı bir miktarda şüpheciliği başta çocuklar ve gençler olarak herkesin içselleştirmesi gerekiyor. Toplumdaki gerçeklik algısı giderek bozulmakta, medyanın (nesnel olarak hiç sahip olmadığı) tarafsızlığını tamamen kaybettiği, sosyal medyanın giderek temel haber kaynağı haline geldiği günümüz Dünya'sında "hakikat" ile bağımızı tamamen yitirmek üzereyiz. "Okumuş", "Etmiş" diye tabir edilebilecek insanların dahi kulaktan dolma, uydurma bilgilere itibar edebildiği, en ufak bir süzgeçten geçirmeden paylaşabildiği "bilgi yanılsamaları/yalanları" çığ gibi ürkütücü bir hızla yayılabilmekte. Baudrillard'ın tarif ettiği hipergerçekliğe, yani gerçeklikle bağını tamamen yitirmiş bir "gerçekliğe" doğru hızla ilerliyoruz.

Yani kısacası, hakikat diye sınıflandırdığımız elimizdeki tüm bilgileri şimdi sakince yere bırakarak DÜŞÜNME vakti. O bilgilerin bir kısmını bir daha elimize almayacak şekilde yerde bırakma, kucağımıza topladığımız, sağlam gözüken elmaları da içlerinde kurt olabileceğinin bilinciyle tüketme, bugün sağlam gözüken elmaların da eninde sonunda çürüyebileceği ihtimalini de aklımızdan hiç çıkarmadan, tekrar tekrar boca etme ve şüphe ederek yaşama vakti...