24 Eylül 2012 Pazartesi

Gabriel Ba & Fabio Moon ve Daytripper

Çok sevdiğim bir dostumun fb duvarında bu çizgiroman dizisini okuduğunu görünce hemen edindim ve bir nefeste içime çektim, okuyarak çarpılmanın etkisi bir başka oluyor. Doğum, yaşam, ölüm sarmalında hayat üzerine bolca soracakları ve söyleyecekleri bulunan bu 10 bölümlük dizi, her bölümünde bizi Bras de Olivias Dominguez isimli baş karakterin hayatında farklı bir kesite götürüyor. Zamanda bir ileri bir geri giderek, her yaşında hep aynı finale ererek, bizlere tutulan aynaya gözlerimiz dolarak bakıyoruz.

19 Eylül 2012 Çarşamba

Jean-Marc Vallée ve Café de Flore (2011)

Bazı filmler vardır, insan izleyince dağılır, bir süre kendine gelemez. Beni de dağıtan pek çok film olmuştur, ilk aklıma gelen de "Requiem for a Dream"'dir. Uzun zamandır dağıldığımı hatırlamıyorum, ancak hiç beklemediğim bir anda "Cafe de Flore" beni darma duman etti. Çok beğendiğim yönetmenlerden Jean-Marc Vallée'nin izlediğim filmlerine daha önce şu yazıda değinmiştim.
Bu son filminin amacı "Requiem for a Dream"'deki gibi insanı göstere göstere dağıtmak da değildi, hatta içinde sansasyonel hiçbir olay da yoktu. Basit ve esasında sıradan bir aşk hikayesi, ruh ikizini bulma/bulamama durumu ve özellikle aşk acısı olarak binlerce filmin ortak paydasına yazılabilecek kavramlar, bu eserde benim için çok özel bir yere oturuyor. Yönetmenin paralel ilerleyen iki hikaye arasında kurduğu analojiye olan hayranlığımı kelimelerle ifade etmem çok zor. Kimsenin beklentisini yükseltmek istemem, pek çok insan pek çok farklı sebepten bu filmi hiç beğenmeyebilir, ama benim derimin altına sinsice nüfuz ederek, başta göz pınarlarımın bağlı olduğu sinirler olmak üzere ciddi bir tahribata yol açtı. Vanessa Paradis ve Hélène Florent'in müthiş oyunculuklarının da hakkını vermek lazım. Kısacası benim için çok çok çok özel bir film.

18 Eylül 2012 Salı

Takashi Miike ve 13 Assassins (2010)


Takashi Miike'nin yeniden çekim bir samuray hikayesi olan "Harakiri"'sinden geçen ay bahsetmiştim. O filmden bir yıl önce başka bir samuray hikayesi daha anlatmış ki bu filmin de pek özgün olduğu söylenemez. Keza sinema tarihinin en muhteşem filmlerinden biri olan Kurosawa'nın unutulmaz "Seven Samurai"'ını hatırlatıyor. Onur mücadelesi veren az sayıda savaşçının koca bir orduya karşı mücadelesi söz konusu. Bu sefer 7 yerine 13 kişiler ama mücadeleleri inandırıcılıktan çok uzak, filmin sonu başından belli. Miike'nin yönetmenliğine ve filmin görselliğine diyecek yok, ama anlaşılan Miike ciddi bir senaryo sıkıntısı yaşıyor. Uç noktalardaki özgün filmlerinden sonra anaakım yapımlarına döndü ancak anlatımındaki özgünlüğü yitirdi. 7 Samuray'ın hikayesini izlemiş olanlar, bu filmden tatmin olmayacaklardır.

17 Eylül 2012 Pazartesi

Nadine Labaki ve Et maintenant on va où? (2011)

Labaki'nin güzelliğine ve yönetmenliğine hayranlığım, sıcacık filmi "Caramel" (2007) ile başlamıştı. İkinci uzun metrajlı filmi Cannes "Un Certain Regard" kapsamında şimdilik değineceğim son eser. Lübnan'da hristiyanlarla müslümanların yüzyıllardır barış içinde yaşadığı, kiliseyle caminin yan yana bulunduğu bir köy, Lübnan'daki dinler arasındaki çekişmelerden nasibini almakta, ve köyün erkekleri en ufak olaydan gerginlikler çıkarmaktadırlar. Köyün kadınları ise barışı korumak adına ellerinden geleni yaparlar, dışarıdan haber gelmemesi için köyün tek televizyonunu bozup, gelen gazeteleri yakarlar. Şu günlerde saçma ve zavallı bir film, İslam'ı aşağıladı diye yüzbinlerin sokaklara dökülmesindeki ruh hali, bu filmdeki mikro modelde çok başarılı bir şekilde masaya yatırılıyor. Labaki sayısız örnekle, yaşananların abzürtlüğünü gözler önüne seriyor. Mesela birbirlerinin boynuna sarılmak için fırsat kollayan erkeklerin kafasına dank etsin diye, bir sabah kadınlar dinlerini değiştirerek kalkıyorlar, hristiyan kadınlar başlarını örtüp namaz kılıyorlar, müslüman kadınlar başlarını açıp meryeme dua ediyorlar, ve erkeklerine hadi öldürmeye benden başla mesajını veriyorlar.
Labaki, bu konuyla ilgili verebileceği sayısız mesajı ardı adına sıralarken, bundan filmin sinemasal bütünlüğü biraz zarar görüyor, söylenenlerin ulanma şekli sorunsuz değil, karakterler arasındaki ilişkilerin gelişimi kopuk, dramla mizahın karışımı homojen değil, yani içerikten arındırırsak, oldukça sorunlu bir gövdeyle karşı karşıyayız, ama bu eseri içeriğinden bağımsız değerlendirmek büyük haksızlık olur, bu filmin şu anda Dünya'nın dört bi yanında "İslam'a hakaret edildi" diye meydanları dolduran, kafaları dogmalarla dolu (yani boş) güruha izlettirilmesinde büyük fayda var.

16 Eylül 2012 Pazar

Oliver Hermanus ve Skoonheid (2011)

Hermanus'un 2011 yapımı filmi de Cannes 2011 "Un Certain Regard" bölümünde gösterilen filmlerden. Güney Afrika'dan çıkan filmlere pek sık rastlanmıyor, hatta bu film Cannes Film Festivali'ne katılan ilk afrikaan dilinde (Güney Afrikaya'ya ağırlıkla Hollanda'dan göç etmiş beyazların konuştuğu flemenk lehçesi) filmmiş. Bu bölgeden filmlerle sayıca az karşılaşsak da, bu sefer oldukça güçlü ve sıradışı bir yapımla karşı karşıyayız. İki yetişkin kız babası olan François, filmin açılış sahnesinde çok aşikar olduğu üzere yakın arkadaşının oğlu olan yakışıklı gence saplantı şeklinde kafayı takmıştır. Gizli eşcinsellik ve bastırılmış cinselliğin, kişinin ruh halinde açtığı derin travmalara, bu travmaların sebep olabileceği tahribatlara çok sade ve gösterişsiz bir yaklaşım sergiliyor yönetmen. Yavaş tempolu film, derdini bol diyalog yerine, sessizliğin gerginliği ve tekinsizliği üzerinden anlatıyor, başrolde çok başarılı olan Deon Lotz'un bakışları her şeyi ifade etmeye yetiyor.

14 Eylül 2012 Cuma

Gerardo Naranjo ve Miss Bala (2011)

2011 Cannes Film festivalinin "Un certain Regard" bölümünden bir diğer film Gerardo Naranjo'dan geliyor. Latin Amerika'daki ülkelerden sık sık, bu ülkelerde yaşanan mafya şiddetini anlatan filmler çıkıyor. Miss Bala da bir güzellik yarışmasına katılacak olan masum ve güzel bir kızın, yanlış zamanda yanlış yerde bulunarak nasıl kendini bir suç örgütünün merkezinde bulunduğunu anlatıyor. Yönetmen, özellikle suça bulaşmanın ne kadar kolay olduğunu ve genelde de suça bulaşmama gibi bir seçeneğin sokaktaki sıradan insanlara bırakılmadığını, kendilerini koruma imkanlarının hiç olmadığını vurgulamak istiyor. Bu anlamda film amacına ulaşıyor, oyunculuklar da başarılı ama yine de filmin akışını ve ritmini fazla beğenmedim, bir "Cidade de Deus" veya "Tropa de Elite" gibi insan kendini filme kaptırmıyor.

13 Eylül 2012 Perşembe

Wael Shawky - KW Berlin

Wael Shawky'nin haçlı seferlerini 200 yıllık kuklalarla resmettiği filmini geçen sene İstanbul Bienali'nde çok beğenerek izlemiştim. Bu bir dörtlemeymiş ve ikinci bölümünü de KW'de gerçekleşen Wael Shawky etkinliğinde izleme şansına sahip oldum. Kuklaların insanı çarpan auraları, arapçanın büyüleyici tınısı, ışığın kullanımı aynen birinci bölümde olduğu gibi çok etkileyiciydi. KW'nin diğer bir katında da filmde kullanılan kuklalar sergileniyordu.


  
Wael'in gösterilen diğer bir filmi "El Araba El Madfuna"'da bir nevi çölde kumda oturarak bu sefer kuklalar yerine, çocukların ağızından bir şaman hikayesi dinliyoruz. Yetişkin rolüne bürünmüş çocuklar, yetişkinler tarafından seslendirilmişler. 
 
 

12 Eylül 2012 Çarşamba

Zeitlos schön - 100 Jahre Modefotografie von Man Ray bis Mario Testino

Bir sergi alanı olarak Berlin'deki Postfuhramt binasına ulan hayranlığıma şu yazıda değinmiştm. Yolum her Berlin'e düştüğüne bu binadaki sergileri gezmeye niyetliydim, ancak bu yazıda bahsedeceğim sergi, muhtemelen bu binada takip edebileceğim son sergi olacak çünkü Berlin'in kültür hayatı da kendini kapitalizmin vahşi pençelerinden kurtaramamış ve C/O yakın zamanda bu binadan taşınmak zorundaymış, keza bu güzelim bina, satın alan şirketin merkezi olacakmış.
Sergiye gelirsek, modayla pek yakın bir ilişkim olduğunu söyleyemem, moda fotoğrafçılığının bir sanat olup olmadığı da daha önce kafamı kurcalamış bir konu değildi. Son yüzyıldır modanın ve moda fotoğrafçılığının gelişimi, moda dergilerinin arşivlerinde yapılan sıkı bir taramayla, bu sergide gözler önüne serilmiş. Bu arada sergilenen fotoğrafların büyük kısmı da Vogue'un arşivinden. Vogue'un gelişimi, yönetimi, fotoğraf sanatçılarıyla çalışması kronolojik bölümlere ayrılmış sergide fotoğrafların yanısıra anlatılmış. Helmut Newton ve Man Ray gibi çok ünlü isimlerin eserleri görülebiliyor. Eminim modayı dikkatle takip edenler bu sergide kendilerinden geçeceklerdir. Fotoğraflardaki müthiş estetikten etkilenmekle birlikte mekanın darlığına karşılık, sergilenmek istenen fotoğraf sayısının fazlalığı beni biraz rahatsız etti. Çok fazla yaratıcılık olmadan yan yana balık istifi gibi dizilmiş, hem de formatları gözleri tam doyuramayacak kadar ufak olan fotoğraflar, üstüne bir de çok kalabalık olan sergi mekanının klostrofobik havası, etkinliğin etkisini benim gibi modaya nötür kişilerde azaltmış olabilir. Yine de sergi, başlığını hak ediyor "Zamansız güzel".

2 Eylül 2012 Pazar

Joachim Trier ve Oslo, August 31st (2011)

Cannes Yarışma filmleri dosyasını kapatalı 2 hafta oldu, elim bu arada klavyeye gitmediğinden, bari Cannes Film Festivali'nin "Un certain Regard" bölümünden bir filmle devam edelim. Joachim Trier'in ilk uzun metrajlı filmi "Reprise"'i (2006) çok beğenmiştim, İstanbul Film Festivali'nde Altın Lale ödülünü de çok hak ederek kazanmıştı. 5 yıl ara verdikten sonra çektiği ikinci uzun metrajlı filmi "Oslo, August 31st" de bu yıl İstanbul Film Festivali'nde jüri özel ödülünü kazandı. Altın Lale'yi kazanan filmi henüz izleyemedim, ama bu filmden daha iyiyse, gerçek bir başyapıt olması gerekir, keza bence "Oslo, August 31st", müthiş "Reprise"'in de üzerinde bir filmdi.
Başta inanılmaz yetenekli başrol oyuncusu olmak üzere, mekan ve tarz olarak birebir örtüşen iki film, yine de bir tekrar olma tuzağına düşmüyor. Bir uyuşturucu bağımlısı, tedavi görmekte olduğu klinikten bir iş görüşmesi yapmak ve eski arkadaşlarını ziyaret etmek üzere bir günlük izinle Oslo'ya dönüyor. Filmin, hayata tutunma ve arkadaşlıklar üzerine, çok doğal ve çok sade bir şekilde anlatacakları var. Baş karakter Anders'in ruh halini anlamak için uyuşturucu bağımlısı olmaya ve hayattan izole bir klinikte zaman geçirmeye gerek yok. Özellikle büyük şehirlerde hayatın, çoğu insanın sağlıklı bir şekilde kaldırabileceğinden hızlı akan zamanında, hengame içinde savrulurken birbirine hızla yabancılaşan insanlar, kendilerini kolaylıkla benzer bir melankoli içinde bulabilirler. Deri altına güçlü şekilde nüfuz eden etkileyici bir eser.