Macro, MaXXI deyince akla süpermarket gelebilir, ancak mekan Roma olunca akla çağdaş sanat geliyor. Roma'da geçirdiğimiz 3 günün ilk 2 gününü hiç durmadan sabahtan akşama kadar Roma sokaklarında gezerek geçirdik. Nina'yla ilk kez tam yirmi sene önce ilişkimizin ilk yılının yazında, sırtımızda çadır ve kocaman çanta, interrail ile Avrupa'yı gezerken gitmiştik Roma'ya. Ağustos ayının kalabalığı, ve sıcakta gergin İtalyanların kabalığının etkisiyle (buna Fransa'nın Akdeniz sahillerinde şımarmış olmayı da katalım) vardığımızın ertesi günü ilk trenle kaçarcasına ayrılmış ve cennetten huzurlu bir köşe olan Korfu'ya yönlenmiştik. Dolayısıyla Roma bizde çok iyi izler bırakamamıştı. 20 yıl sonra tekrar çok daha sakin bir Aralık Roma'sına ayak bastık, ama ne ayak basma, 60km yürümüşüz. Şehrin her köşesi, her binası ayrı güzel, hiç mi akıllarına gelmemiş İtalyan'ların sağa sola cam binalar, beton yığınları, plazalar, gökdelenler, avm'ler yapmak, gelsinler İstanbul'a medeniyet görsünler, bir de medeniyetin beşiği olacaklar. Şaka bir yana yürürken etkilenmemek elde değil, girmediğimiz ara sokak, kafamızı sokmadığımız avlu kalmadı, bir tane bile mi çirkinlik göremez insan. Roma'yı gezerken Paolo Sorrentino'nun taptığım filmi "
La Grande Bellezza"'yı düşünmeden edemedim. Eğer bir insanın ömründe görebileceği güzelliklerin kotası diye bir mefhum olsaydı, bu şehri hakkıyla gezdikten sonra, direk olarak çıkışta tabut seçimine geçilebilirdi. Filmin upuzun girişindeki Roma'dan görüntülerin akabinde, kalp krizi geçiren turist de ruhunu bu şekilde teslim etmiş olmalıydı. Tabii ki kalp krizi geçirdiği çeşmenin bulunduğu tepeye de tırmanmayı ihmal etmedik, ve nicelerine başka türlü bir yeditepeli şehrin. İkinci günün sonunda çok ilginç bir hissin farkına vardım, gözüm ve gönlüm güzelliğe doymuş hatta fazlasıyla alışmıştı. Airbnb'den tuttuğumuz çatı katındaki duvarları boydan boya kitaplarla dolu (tatilin tamamını evde geçirmemekte çok zorlandık) güzel dairemizden çıkıp kendimizi sokaklara verdiğimizde ağzımın kenarından kelimenin tam anlamıyla sular damlar, her sokakta durup çevremi seyrederken, ikinci günün sonunda tüm çevremi bir hayli kanıksamış ve güzellikleri olağan sayar hale gelmiştim, artık güzel bir binaya kafamı ikinci kez çevirip bakmıyordum. Acaba Romalı olsaydım, bu sokaklarda büyümüş biri olarak başka şehirleri gezerken göreceğim çirkinlikleri nasıl algılardım diye düşünmeden edemedim. Bir diğer konu da İstanbul adına beni bir kez daha çok üzdü, kahvenin başkentinde bir tane dahi zincir kahve mağazası yok. Bizim güzide şehrimizde, vahşice en güzel sokak/caddelerimizi fethetmiş olan fast food zincirlerinden hiç birini de göremedik, sadece iki tane mütevazi noktada, onlar da son derece göze batmayacak ve tabelasız şekilde büyük M vardı. Aşkolsun İtalyanlara, bizi butik yerel markalara, lezzetlere mecbur ettiler. Bu örnekler sayısız çoğaltılabilir, insanın içi gerçekten kan ağlıyor, cehaletimize, görgüsüzlüğümüze, kültürsüzlüğümüze, köksüzlüğümüze.
Konu başlığımıza dönersek, Roma'ya giderken kesin olan sadece tek bir planım vardı, meşhur ve çok genç yaşta hayata gözlerini yuman Iraklı mimar Zaha Hadid'in çizdiği müzeyi görmek, hatta Roma biletini alırken birincil motivasyon kaynağım olduğunu söyleyebilirim. Tepebaşı'ndaki Frank Gehry müzesinin yapılmasını engelleyenler, münasip bir taraflarına kınalarını yakabilirler. Evimizden şehrin bir hayli kuzeyindeki müzeye yürüyüp dönmek günün tek planı iken, yolumuza çıkanları da inceleriz diye düşündük. Yolumuza öyle mekanlar çıktı ki, neredeyse MaXXI'ye varamıyorduk. Ana tren istasyonunun kuzeyine geçer geçmez bir yerel pazar karşıladı bizi, stantların arasında zaman akıp geçerken, dönüşte bakarız diye kendimizi kandırmak zorunda kaldık. Bizi gerçekten durduran ilk mekan Macro (Museo d'Arte Contemporanea Roma) oldu. Hem davetkar, hem misafirperver halleri bizi çok etkiledi. Sadece izlediğiniz değil, katkıda bulunabildiğiniz çağdaş sanat eserlerinin sergilendiği müthiş bir mekan. Mesela bir eserde masanın üzerine bir demet taze çiçek, makas, su ve ufak şeffaf poşetler koymuşlar. Poşete su doldurup içine çiçeği yerleştirip, yine masada bulunan çivilerle duvara çakabiliyorsunuz. Duvarlar ziyaretçilerin hazırlayıp yerleştirdikleri rengarenk çiçeklerle doluydu. Bir başka duvara çocuklar, gençler resimler çiziyordu, en büyük sergi salonunda kalabalık bir grup yoga yapıyordu. Üst kattan aşağıya upuzun sarkan masmavi sarileri takip ederek, yukarıdaki sergiye çıktığımızda, sarilerin üzerine el boyaması/çizmesi şeklinde çevreyle, ekolojiyle ilgili sayısız semboller, resimler çizildiğini, söylemler yazıldığını görünce, bizi çok güler yüzle karşılayan eserin sahibi sanatçı, bizi sari üzerine çizmeye davet etti. Bangladeş asıllı ABD'de yaşayan Dünya tatlısı Monica Jahan Bose ile sohbete başladık. Çocuklarımın bu seneki iklim değişikliği ve çevre kirliliğine dikkat çeken temasıyla İstanbul bienalinde yaşadıkları hayal kırıklığını, sanatın toplumdan iyice uzaklaşır ve zor anlaşılır halleri üzerine dert yanmaya başlayınca müthiş bir muhabbet ortaya çıktı. Konudan konuya atladık, eğer MaXXI'yi göremeyeceğim endişesi olmasa muhtemelen akşama kadar orada koyu sohbet devam edecekti. Bu arada binanın özellikle de iç mimarisi ayrıca muhteşemdi, sadece tuvaletleri görmek için bile gidilebilir. Ünlü bir Fransız mimar çizmiş; Odile Decq. Mekanın güzel cafesinde kahvelerimizi höpürdettikten sonra yine düştük yollara.
Zaman daraldığından pek çok sergiyi daha es geçmek zorunda kaldık. Bir önceki gün, batı kıyısından dolaştığımız müthiş Villa Borghese parkını bu sefer doğu sınırından yürürken, önünden geçtiğimiz Borghese Galeri ve Müzesi nefsimizi sıkı sınadı ama dayandık. Ancak parktan çıktığımızda karşımıza çıkan tarif edilemeyecek ihtişamdaki National Gallery of Modern and Contemporary Art ve merdivenlerindeki yazı, bizi Siren'e kapılmış şekilde içine çekti. 19. ve 20. yüzyıl eserleri bir arada ve gerçekten de zamanın çivisi çıkmış şekilde "Time is out of Joint", 200 yıla dair muazzam bir koleksiyonu, daha önce hiç karşılaşmadığım bir kürasyonla, yani dönem, stil, akımdan bağımsız olarak birlikte, daha çok tematik ve estetik olarak düzenleyerek sergilemişler. Modern bir resimden kafanızı çevirdiğiniz klasik bir heykelle karşılaşabiliyor, bir çağdaş sanat yerleştirmesinin hemen yanında klasik resmin başyapıtlarını gözlerinize çekebiliyorsunuz. İnanılmaz bir koleksiyon, iki yüzyıla dair akla ilk gelebilecek 500 sanatçı sorulsa, hepsi mevcuttu. Hayranlığımı yeterli ifade edemeyeceğim, tek kelime edebilirim; muhteşem. Hamlet'in düsturuyla girdiğimiz müzeden büyülenmiş şekilde çıktık.
Hava kararmaya yüz tutmuşken, biz MaXXI'ye yolumuzu yarılamayı dahi başaramamıştık. Kafamıza at gözlüklerimizi geçirip sağa sola bakmadan, artık iyiden iyiye sızlamaya başlamış olan bacaklarımıza son bir kırbacı vurarak, kararlı ve emin adımlarla MaXXI'ye vardık. 19. ve 20. yüzyıla doyduktan sonra adını "benim yirmi birinci yüzyılım" diye çevirebileceğimiz çağdaş sanat müzesine vardık. Hava kararmış, biz de bitmiştik ve binanın önüne oturduğumuzda, Nina bana katılamayacağını söyleyip, kendim gezmemi rica etti ama tabii ki kabul etmedim. Bir süre bankta oturarak binayı dışarıdan izledikten sonra ilk "tekrar yürüyebiliriz" sanrısına kapıldığımızda nefesi gişede aldık. Zaha Hadid'in mimarisi tabii ki form açısından çok özgün ve çarpıcı ama açıkçası fazla beton hali bizi pek etkilemedi. İçerisi de biraz labirente dönmüş, elimde harita gezmeyi hiç sevmediğimden, çok sayıda farklı sergiye ev sahipliği yapan mekanı yön duyguma güvenerek gezmeye başladık, ama olur olmaz yerlerden salonlar birbirine bağlandıkça verimli gezme (buna çok ihtiyacımız vardı) imkanı olmadı, aynı noktalara dönüp durduk, bir süre sonra tüm sergileri gezme hırsımı bir yana bıraktım, sevgili ve nazik eşime de acıdım. Gezebildiğimiz kadarıyla sergilerin ağırlık noktasının (muhtemelen müzenin böyle bir misyonu var) mimari olduğunu gördük. Eserlerin fazla soyut halleri de çok fazla ilgimizi çekmedi, yazı okumaya, referans aramaya da takatimiz kalmamıştı. Neyseki karnımızı sanata ve estetiğe doyurarak gelmiştik. Kapanış saati de kapıya dayanınca evimize doğru yürümeye başladık, evet ve de tüm o yorgunluğa rağmen her seyahatimizde olageldiği üzere yürüyerek geri döndük, karbon ayak izimizi de sadece şehre giriş ve çıkış yaptığımız trenle (hava çok güzeldi, evde ısıtmayı da açmadık) sınırlı tuttuk.