20 Ocak 2020 Pazartesi

Diziler 2019


Günceye tekrar yazmaya başladığımda, yazmadığım yıllara dair boşluğu şu yazıyla doldurmaya gayret etmiştim. O listeden 2019'da izlemeye devam ettiğimiz diziler Big Little Lies, Black Mirror, Broad City, Fleabag, Friends from College, Game of Thrones, La Casa del Papel, Mindhunter, Modern Family, The Affair ve The Big Bang Theory.

Big Little Lies'ın ikinci sezonu yine çok iyi olmakla beraber ilk sezonunun biraz gerisinde kaldı, yönetmen değişikliği net hissediliyor, oyuncular da ilk sezondaki kendi müthiş performanslarının üstüne çıkamadılar, Meryl Streep de fazla katkıda bulunamadı, ama Laura Dern tek kelimeyle muhteşemdi, herkesten rol çaldı.

Fleabag'in ikinci sezonu ise unutulmazlar arasına girdi, hayatımda seyrettiğim en iyi dizi sezonlarından biriydi, Phoebe Waller-Bridge haklı olarak bu aralar tüm ödülleri süpürüyor.

Game of Thrones ise hayatımda kesinlikle izlediğim en kötü sezon finalini (çoğunluğun kıyasladığı Lost finali böyle kötü değildi) verdi. Yayınlamayıp diziyi iptal etseler daha az üzülürdüm, ne kadar kötü olduğunu tasvir etmek dahi çok güç. O kadar para harcayıp, gözümüzü bol efektlerle boyamak yerine, tek mekanda da geçse, yıllarca gelişimlerine şahitlik ettiğimiz karakterlerin hak ettikleri sonları verebilselerdi keşke.

Pek sevgili The Affair bizi hiçbir sezonunda üzmedi, her sezon üstüne ekleyerek geldi, Ruth Wilson'un (haklı olarak, kadın - erkek ücret eşitsizliği sebebiyle) diziden ayrılmasından sonra dizi hakkında çok ümitli değildim ama final sezonu yine tek kelimeyle harikaydı, son yıllarda yayınlanmış en iyi aile dramlarından birini daha çok güzel duygularla arkamızda bıraktık.

The Big Bang Theory finali için ise kelimeler yetmeyecek. Hayatımıza girdiğinde iki afacanımız henüz Dünya'da dahi değildi, hayatımız, bizler değiştik, tabii dizideki karakterler de değişti ama bu enfes komedi, kalitesi anlamında zerre değişmedi. 12 yıl boyunca bizi kahkahalara boğduktan sonra beni finalinde hıçkıra hıçkıra da ağlatmayı başardı. Leonard, kendisini hayatı boyunca takdir etmeyi başaramamış, psikolog olmasına rağmen kendi öz oğlunun en temel ihtiyacını karşılamaktan imtina eden annesine onu affettiğini söylediği sahnede gerçekten dağıldım, kendime de uzun süre gelemedim, hala o sahneyi hatırladıkça gözlerime yaşlar hücum ediyor. Darısı ebeveynlerinden o takdiri boşuna bekleyen milyarların başına diyeyim, halbuki bu kadar zor olmasa gerek, genetiğimizde çocuklara özgüven aşılamak daha sağlam yazılmış olsa, eminim Dünya ve insanlık bugün bambaşka bir noktada olurdu. Benim çocuklarım da bir gün bu satırları okuduklarında beni yargılayacaklar, umarım bu konu kalabalık eksi hanemde değil, cılız artı hanemde olur, onların adına bunu yürekten diliyorum ve elimden geleni de yapacağıma söz veriyorum.

Dizi konusuna geri dönersem, yeni keşfettiğimiz dizileri alfabetik sıraya göre, yine notlayarak aşağıya iliştiriyorum.


Altered Carbon - 7

Dizilerin arasında iyi bir bilim kurgu bulmak, samanlıkta iğne aramaya benziyor, genelde fragmanlardan, veya ilk bölümün ilk dakikalarında elemek durumunda kalıyorum. Son yılların en iyisi "The Expanse"'ın yeni sezonu geçen ay yayınlandı, ama henüz izleyemedim, öncesinde dördüncü kitabı okuyup okumama konusunda kararsızım. Altered Carbon bilim kurgu açlığıma (doyurmasa da) güzel bir çerez oldu. Her şeyden önce Blade Runner'ı andıran görselliğiyle izlenmeyi hak ediyor. İnsanlar biyolojik bedenlerini değiştirerek (öldürülmezlerse ve paraları yeterse) sonsuza kadar yaşayabiliyorlar. Özgün konu ve görsellik, senaryoya da olumlu yansıyabilseymiş, çok iyi bir dizi çıkabilirmiş ortaya.

*************


After Life - 9

Ricky Gervais'nin bu müthiş dizisine şu yazıda not düşmüştüm:

*************


Broadchurch - 8
Çocuk cinayeti temasının gerçekten suyu çıktı ama kadroda Olivia Colman ve Phoebe Waller-Bridge'i görünce dayanamadım, iyi ki de öyle yapmışım, türünün çok iyi bir örneğiyle karşılaştık. Finalinden memnun kalmasam da, sadece Colman için dahi izlemeye değer.

*************


Chernobyl - 9

Başı ve sonu bilinen Chernobyl nükleer patlaması ancak bu kadar sürükleyici ve çarpıcı anlatılabilirdi. Sovyet sisteminde insanın değersizliği, yaşananlar insanın izlerken gerçekten de öfke krizine tutulmasına sebep oluyor. Tüm oyuncuları da çok takdir edilesi.

*************


Crashing - 7

Fleabag'den o kadar etkilendim ki, Phoebe Waller-Bridge ne yazdıysa izlemeye karar verdim. Fleabag'in ipuçlarının bulunabileceği Crashing de çok özgün ve keyifle izlenen bir yapım. Boş kalan kamu binalarını işgal eden bir grup bohemin hayatlarından bir kesit izliyoruz.

*************


Dark - 9

İlk sezonu düğümlenmekle, ve düğümleri çözmeye çalışmakla geçirdikten sonra o kadar müthiş bir ikinci sezon geldi ki, bir taraftan düğümleri çözerken, diğer taraftan yeni düğümlere maruz kalmaktan mazoist bir zevk almaya başladık. Tam bir Alman disipliniyle mantık boşluğu, hikaye açığı, zamanı geldiğinde cevaplamadan geçilmeyen soru bırakmayarak örüyor ağlarını. Zaman içinde yolculuk teması bundan daha iyi işlenemez.

*************


Dogs of Berlin - 6

Alman televizyonlarında haddinden fazla oryantalizme ve çarpıtılmış Türk/Doğulu resmine maruz kalmış biri olarak hiç izleyesim yoktu ama Berlin'de gerçek mekanlarda geçiyor olması ve ikinci evime özlemim bir şans vermeme vesile oldu. Kaliteli bir yapım olmasına rağmen, bolca klişe ve önyargı mevcuttu, hatta şehrin bir kısmı Lübnan mafyasının kontolünde polisin dahi giremediği bir bölge olarak tasvir edilmiş. Bunu dengelemek ve daha modern gözükmek adına muhtemelen başroldeki Türk dedektifi eşcinsel olarak çizmişler, doğu kökenlilerin şiddetini gözler önüne sererken de, aşırı sağcı neonazileri de sakınmamışlar. Anafikir şöyle çıkıyor, şu yabancılar ve neonaziler olmasalar Berlin'de hayat ne de güzel olacak.

*************


Euphoria - 8

Zamane gençliğini çarpıcı resmeden Skins dizisini hatırlatan Euphoria, uyuşturucu batağında bir liseli genç kızı anlatıyor. Bölümler ilerledikçe, anlatım da, karakterler de çok kıvamında derinleşiyor. Bir grup gencin büyümekle başa çık(ama)malarını, yetişkinliğe geçme yolunda tökezlemelerini çok başarılı bir dille izliyoruz. Oyunculukların hepsi çok iyi ama özellikle başroldeki Zendaya geleceğin büyük yıldızı olacak, inanılmaz bir oyuncu.

*************


Killing Eve - 7

Radarıma yine Phoebe Waller-Bridge vesilesiyle giren Killing Eve, esasında izleyeceğim türde bir dizi değildi. Psikopat bir kiralık katilin, mizahi! bir dille işlediği cinayetleri ve onu yakalama görevini fazlasıyla kişiselleştiren bir dedektifi izliyoruz. Başroldeki ikilinin başarılı oyunları ve Waller-Bridge'in sağlam mizahı diziyi bir şekilde izlettiriyor.

*************


Modern Love - 8

6 adet birbirinden bağımsız aşk hikayesi, kimi hikaye diğerinden daha özgün, daha etkileyici ama hepsi sevdiğimiz oyunculardan.

*************


Russian Doll - 7

Doğum günü partisinin akabinde ölerek, partinin başladığı noktaya geri dönen, tekrar tekrar ölüp dirilen ve bu döngüyü kırmaya gayret eden bir kadının hikayesini izliyoruz. Başyapıt Groundhog Day'den aldığı fikri daha karanlık bir tonda işliyor. Başrolde hayatı fazla ciddiye almayan alaycı kadın kahramanımız rolünde Natasha Lyonne çok başarılı. Dizinin sloganı da çok iyi ve diziye uygun;  "Ölmek kolay, zor olan yaşamak"

*************


Succession - 9

2019'un en beğendiğim yeni dizisi Succession oldu. Medya devi bir ailenin içinde şirketin başına kimin geçeceği sorusuyla başlayan çalkantılar, sayısız dalavere, hesap kitap, ayak kaydırmalarla temposunu hiç düşürmeden alıp başını gidiyor. İyi bir dizinin olmazsa olmazı oyunculuklar da yine bol ödül toplayacak türden.

*************

The Morning Show - 8

Reese Witherspoon'un ön ayak olduğu Big Little Lies'ın tadı hala damağımızdayken, yine onun başı çektiği The Morning Show'dan beklentilerimiz yüksekti. ABD'de yıllardır yayında olan bir sabah programını sunan ikiliden erkek olanın kariyeri cinsel istismar sebebiyle tepetaklak oluyor. Yerine kimin geçeceği, kanal içinde büyük bir itiş kakışa yol açarken, kovulan sunucu rolünde Steve Carell koltuğunu geri almak için mücadele veriyor. Hollywood'da başlayan metoo hareketinin gerekçelerini etraflı bir şekilde masaya yatıran dizi, yıldız dolu kadrosuyla da gözleri kamaştırıyor. Big Little Lies'ın özellikle ilk sezonundaki büyüyü yakaladıklarını söyleyemem, Reese Witherspoon da oyuncu olarak kendi gölgesinde kalıyor, Jennifer Aniston üstüne yapışmış rolü Rachel'lığı üzerinden fazla atamamış,ama yine de tereddüt etmeden sonuna kadar kendini izlettiren bir yapım çıkmış ortaya.

*************

Years And Years - 9

Bu senenin en iyi yeni dizilerinden Years and Years yakın gelecekte başlayıp, zamanı her bölümde biraz daha ileri götürüyor. Bu geçen zaman zarfında bir yandan teknolojinin, diğer yandan siyasetin etkisiyle değişen toplumu izliyoruz. Black Mirror'daki fütüristik ögelerin ön değil arka planda olduğu, ön planda ise bir ailenin tüm bu değişimlerden nasıl etkinlendiğini gözlemleyebildiğimiz etkileyici bir dram. Emma Thompson'ın başarıyla canlandırdığı, sağcı popülist politikacının yakın zamanda dalga geçilen, ciddiye alınmayan halinin, zaman içerisinde, özellikle de göçmen akımlarının yoğunlaşmasıyla, nasıl da onu iktidara taşıyacağına şahit olacağız. 

19 Ocak 2020 Pazar

Oscar Ödülleri 2020 - En iyi Film


Geçen sene Roma dışında hangi film kazansa, ödülün hakkını veremeyecekti kanımca, netekim Green Book gerçekten de bir en iyi film olmaktan çok uzaktı. Bu sene ise neredeyse hangisi kazanırsa kazansın, neden diye fazla soramayacağım, çünkü gerçekten de güzel filmler var, özellikle bana göre aşağıdaki ilk 5 hak ediyor.

******************


Parasite – Bong Joon-ho - 9

Geçen sene Roma'nın yaptığını bu sefer Parasite başarıyor, yabancı dilde bir film olarak listeye giriyor. Gerçekten çok çok özel bir film, bu filme ayrıca bir yazıda notlar düşmek istiyorum, izlediğimden beri fikirler aklımda uçuşuyor. Dünya'daki sınıflar arası mücadelenin resmini bu kadar net, bu kadar tarafsız çeken bir film daha olduğunu sanmıyorum. Mecaz ve simgelerle dolu bir alegori olmasına rağmen, burnu havada değil, her kesimden izleyicinin beğenebileceği sürükleyici, gerilimli, eğlenceli, komik, acıklı bir film. Bana göre tartışmasız senenin en iyi filmi.

******************


Joker – Todd Phillips - 9

Bir süper kahraman hikayesi olmadığını, jokerin joker olmasının hikayesi olduğunu bilmeme rağmen, özellikle de çok popüler olması itibariyle, daha yüzeysel bir film bekliyordum, ama izlediğimde çok olumlu yönde şaşırdım. Büyük çoğunluğun hikayesini anlattığını düşünüyorum, öfkesini, yıkımını o kadar net ifade ediyor ki, jokerle kurulan empati insanın kendinden korkmasına sebep oluyor. En iyi erkek ödülü garanti olan Joaquin Phoenix ayakta alkışı hak ediyor. Ancak film sadece Phoenix ile öne çıkmıyor, müzikleri, yan rolleri, rejisi, hepsi çok başarılı. Parasite'e en iyi yabancı film ödülünü vermekle yetineceklerinden, ödülün bana göre en büyük favorisi.  

******************


Marriage Story – Noah Baumbach - 9

Baumbach bayıldığım filmler üretmeye devam ediyor. Marriage Story'i izlerken aklıma hemen Bergman'ın "Scenes from a marriage" filmi geldi. Daha doğal, daha çiğ, daha gizli kamera kıvamında bir filmdi. Baumbach'ın versiyonu daha renkli, daha süslü ve farklı şekilde çok değerli. Bir çiftin ilişkilerinin safhalarını, aşkla başlayan, ama zamanla dönüştüğü noktada kadının ilişkide bulunduğu yeri sorguladığı, oyunculukların gücüyle öne çıkan bir yapım. Tartışma sahnesi film tarihindeki yerini çoktan aldı, ama Adam Driver'ın ödül konusundaki şanssızlığı Joker'in bulunduğu yıla denk gelmesi. Henüz izlemedim ama Scarlett Johansson'un da ödülü Judy filminde Renée Zellweger'e kaptıracağı konuşuluyor. Oyunculuk ödüllerinde teselliyi muhtemelen muhteşem Laura Dern ile yardımcı kadın oyuncu kategorisinde alacaklar.

******************


1917 – Sam Mendes - 8

Altın Küre ödülünü de aldığından dolayı kağıt üzerinde ödülün en büyük favorisi 1917. Görünürde tek planda çekilmiş olması, kameranın gözünü takip ettiği 2 askerden bir an bile ayırmaması, seyirciyi adeta hipnotize ederek savaşın içine kadar çekip, iliklerine kadar hissettirmesi itibariyle gerçekten de bir başyapıt. En iyi yönetmen ödülünü gözü kapalı alması lazım, kusursuz görüntü yönetimiyle de diğer kategorilerde ödülleri hak ediyor. En iyi film için bana göre tek eksiği, oyunculuklardaki duygu aktarımı. Evet bizi arka fonda keman müziği eşliğinde ağlamaya sevk etmiyor, duygularımızı manipüle etmek adına en ufak bir girişimi yok (çok müteşekkirim) ama askerlerin filmin başından sonuna kadar ki soğuk kanlılıkları biraz fazla geldi. Tabii gerçekten savaşta nasıl bir ruh halinde olduklarını bilmek mümkün değil, ama bu durum filmin amacına hizmet etmekle birlikte, inandırıcılığından biraz fire verdiriyor.

******************


The Irishman – Martin Scorsese - 8

Mafya filmlerini oldum olası pek sevmem, egoların abartılı çarpışmaları bana pek mükerrer gelir. Ama Scorsese'nin bu sefer gösteriş dolu bir sirk yerine, daha gerçekçi, karakterleri zaaflarıyla birlikte göstermesini çok olumlu buldum. Erkekleri oldukları gibi zavallı, ve adeta anaokulundaki olgunluk seviyesinde birer çocuk gibi tasvir etmesi, kulaktan kulağa iletilen mesajlar, çocukça verilen güç mücadelesi, klişe Hollywood mafya akımına inat, çok daha gerçekçi. Filmin gerçek bir hikayeden yola çıkarak, bir tetikçinin (ispatlanmamış) itiraflarına yer vermesi de bu doğallığı destekliyor. İlk bir saat kazasız atlatılırsa 3,5 saatlik süreyi hissettirmeden kendini izletmesi, filmin benim nezdimde artı hanesine büyük yazılıyor. Filmin en sıkıntılı tarafı bilgisayar efektleriyle gençleştirilmiş Robert De Niro'nun suratı, gözlerin mavi hali, yüzün sürekli flu garip görüntüsü fena dikkat dağıtıyor. Al Pacino ve Joe Pesci'nin oyunculukları ise etkileyici, özellikle Pesci en iyi yardımcı erkek oyuncu için önemli bir aday. 

******************


Little Women – Greta Gerwig - 8

Bir dönem filmi olarak ve de kadın bir yönetmene ait olması itibariyle, kategorinin önemli açıklarını kapatıyor Küçük Kadınlar. Müthiş bir oyuncu kadrosu, çok başarılı bir rejiyle birleşince güzel bir film çıkmış ortaya. Louisa May Alcott'ın birbirlerinden farklı yetenek ve karakterlere sahip 4 kız kardeşin hikayesini anlattığı müthiş klasik romanından uyarlanan film, oldukça zorlu bir göreve kalkışıyor. Sezonlar boyu sürecek bir diziye yetecek hikaye ve detaya sahip bir eseri (kalın da bir kitap), film formatına sığdırmak başlı başına zor bir görev. Zaman içerisinde ileri geri gidip gelerek başarıyla çözüyor Gerwig bunu, ama filmin atladığını, hızlı geçtiğini hissettirdiği kısımları, izleyenlerin bir şeylerin eksik kaldığı hissine kapılmalarına sebep oluyor.

******************


Once Upon a Time in Hollywood –  Quentin Tarantino - 7

Tarantino'nun çok daha iyi filmleri varken (bakınız Inglourious Basterds), bu filmle ödül alması yazık olur. Belli sahneleri çok başarılı, Leonardo Di Caprio yine döktürüyor, Brad Pitt fena değil, ama bir bütün olarak çok da özel bir film değil. Polanski'nin ve eşinin gerçek hayatta başına gelenlerden haberdar olmayanlar için filmin sonundaki sürpriz de çok bir şey ifade etmeyecek. 

******************


Jojo Rabbit – Taika Waititi - 7

2. Dünya savaşı'nda nazilerin yaptıkları korkunç katliamı bir komedi filmi aracılığıyla anlatması, büyük bir eleştiriyle karşılaşmış olsa da, filmin sonuna kadar bekleyince, bu durumun döneme getirdiği ağır eleştirinin etkisinden eksiltmediğini görüyoruz. Hitler'in "komik" hayali bir karakter olarak kullanılmış olması (hitler'i yönetmen kendisi oynuyor) gerçekten de gereksiz olmuş, filme de fazla bir katkısı yok. Sanırım döneme dair yapılacak tüm komediler, Roberto Benigni'nin muhteşem La Vita e Bella (1997)'sının gölgesinde kalmaya mahkum olacaklar.

******************


Ford v Ferrari – James Mangold - 7

Gerçek bir hikayeden yola çıkılarak anlatılan Ford  - Ferrari rekabeti, çok sürükleyici ve kendini izlettiren bir üslupla anlatılmış. Teknik olarak da çok iyi kotarıldığı gözden kaçmayan film, bu seneki ödül adayları arasında Hollywood metodlarını/klişelerini/klişe karakterlerini kullanan tek film (çok şükür). Evet bu yıllarca maruz kaldığımız taktikleri çok rafine bir şekilde sunuyor ama dikkatten de kaçacak gibi değil. Bale'in canlandırdığı ünlü yarışçı Ken Miles gerçek hayatta nasıl biridir bilemiyorum ama Bale'in (muhtemelen ona benzemek adına) suratını ve özellikle dudaklarını şekilden şekile sokmaya çalışması çok dikkatimi dağıttı. Buna ek olarak Matt Damon'un bir ineğin dahi geviş getiremeyeceği çirkinlikte sürekli sakız çiğnemesi de, saçlarımın tek tek havaya dikilmesine sebep oldu. İhtimal vermiyorum ama böyle bir listede ödül alması bir fiyasko olur. Bence bu filmin yerine Ad Astra kesinlikle listede olmalıydı.


17 Ocak 2020 Cuma

IDSO


Müthiş bir İstanbul Senfoni Orkestrası konseri için daha çocuklarla birlikte yerlerimizi CKM'de aldık. Klasik eserlerin yanı sıra şef Hasan Niyazi Tura'nın senfonik düzenlemelerini bizzat yaptığı saz eserlerini programda görmek çok heyecanlandırdı bizi. Bestekârların arasında Hüseyin Sâdeddin Arel'in ismini görünce hemen programa sarıldım, zira kendisinin büyük-büyükbabam Udî Şekerci Cemil Bey'in öğrencisi olduğunu biliyordum. Programda Arel'den bahsederken Cemil Bey'den ud ve nazariyât dersleri aldığını da eklemişler, çok mutlu oldum. Bir diğer sürpriz de bestekârlardan Yalçın Tura'nın Şef Tura'nın babası olması ve salonda bulunmasıydı. Nasıl da gurur duymuştur oğluyla. Türk Musikisi'nin senfonik uyarlamaları gerçekten tadından yenmiyor, enfes bir müzik ziyafeti oldu. Cem, saz eserlerinin uyarlamalarını çok beğendiğini söyledi, Dalya ise en çok Haydn'in senfonisini beğenmiş.

Solistler:
Tanbur: Murat Salim Tokaç
Perküsyon: Burak Çakır

Program:
W. A. Mozart: Sihirli Flüt Uvertürü
Senfoni için düzenlenmiş saz eserleri:
   Taksîm
   Nuri Halil Poyraz : Hicazkâr Saz Eseri
   Yalçın Tura : Kürdîlihicazkâr Saz Semâîsi
   Sultan III. Selim : Sûz-î-dîl-ârâ Saz Semâîsi
   Taksîm
   Nuri Halil Poyraz :  Nihavend Saz Semâîsi
   Hüseyin Sadeddin Arel : Zirgüleli Hicaz Eseri "Bir Peri Masalı"
   Taksîm
   Erol Sayan : Ferahfezâ Saz Semâîsi
   Hüseyin Sadeddin Arel : Hseynî oyun Havası "Düğün Evinde"
J. Haydn : 88. Senfoni Sol Majör

15 Ocak 2020 Çarşamba

Korku - Altsahne


Stefan Zweig'ın "Dünün Dünyası" otobiyografisini okuduktan sonra denk geldiğim tiyatro oyununa hemen bilet edindim. "Satranç" ve otobiyografisi dışında bir eserini okumadığımdan, otobiyografisinde yazdığı tiyatro (ve opera) oyunlarının başarısından da bahsettiğinden doğal olarak bir beklenti oluştu oyun öncesinde. Entelektüel, katmanlı ve derinlikli bir eser beklerken, kendisini ihmal eden kocasını aldatan bir kadını anlatan kısa ve basit oyun biraz şaşırttı beni. Sonrasında öğrendim ki tiyatro eseri değilmiş, bir öyküsünden uyarlanmış. Metni okumadığım için faturayı peşinen uyarlamaya çıkarmak belki biraz haksızlık olabilir, ama Zweig'ın bu kadar basit bir öykü yazmış olabileceğini pek tahmin etmiyorum, bence bir "çeviride/uyarlamada esaslı kayıp" durumu söz konusu olsa gerek. Zweig'ın titiz detayları atlanıp, hikayenin iskeleti sunulmuş olsa gerek. Oyunculukların pek parlak olmaması da (özellikle başrol biraz abartılıydı) eserin tadını kaçırdı, ağzımda ekşi bir tatla çıktım salondan. Yine de bu aldatılma hikayesinin ne kadarının otobiyografik olduğunu merak ettim, koca karakteri gerçekten de Zweig'ın kendisi olabilirdi.

14 Ocak 2020 Salı

Arter


Günceye ara ara not ettiğim üzere, ne zaman yolumuzu İstiklal Caddesi'ne düşürsek mutlaka uğradığımız mekanlardan biridir Arter. Geçtiğimiz eylül ayında Dolapdere'deki yeni mekanına taşındı. Binayı İngiliz mimarlık ofisi Grimshaw Architects tasarlamış. Mekanı ziyaret etmeden önce bir gazetede kurucu direktörü Melih Fereli ile yapılmış bir röportajı okuduğumda çok heyecanlandım. Dolapdere'yle, Dolapdere'lilerle bütünleşmekten, kaynaşmaktan bahsediyor, hatta herkese telefon numarasını verdiğini ve kapılarının herkese her zaman açık olduğunu anlatıyordu. Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ülkemizin önde gelen ailelerinin kültür ve sanat hayatımıza katkıları yadsınamaz, ve ben de şahsım adına çok müteşekkirim.

Ancak bu noktada bir ancak deme ihtiyacı hissediyorum. Öncelikle bina içeriye pek (hatta hiç) davet etmiyor, yoğun güvenlik önlemli 3 kapıdan geçmeden binaya girilemiyor. Binanın mimarisi kanımca Dolapdere'nin kimyasıyla hiç uyuşamamanın ötesinde, Dolapdere'ye ben buranın geleceğiyim, zamanla burası bana dönüşecek diyor adeta. Biraz ilerisindeki Alışveriş/ofis plazası, altında son zamanların popüler galerisi Dirimart ile birlikte bunun altını çizer nitelikte. Diğer yandan Dolapdere mevcut kabuğuyla zaten çok korunası, üstüne titrenesi bir muhit değil, doğal olarak zamanla dönüşecek, ama ben naçizane sınıflar arası diyalogta biraz daha fazla samimiyet umuyorum. Bu mekan Dolapdere'li çocukların atölyelere katıldığı, sunduğu sergilerle (en azından açılış sergileri ile) de "Dolapdere"'lilere hitap etmek üzere bir çaba gösteren bir buluşma noktası olabilseydi keşke. Biliyorum bu çok naif bir bakış açısı. Daha çok belli ki Tophane'de açılan galerilere yapılan saldırı (ve tabii ki Abdülmecid Efendi Köşkü'ndeki sergiye) akıllarda taze, ve nabza göre şerbet verilmiş.


Eğer kazayla bir Dolapdere'li tüm cesaretini toplayıp, o 3 ağır kapıyı geçmeyi başarabilse de, hemen zemin katında, şu anda muhtemelen Türkiye'de bulabileceği en soyut çağdaş sanat sergilerinden biriyle karşılaşacak. Duvara monte edilmiş klozet (Parazit filmindeki sahneyi düşünmeden edemedim), lastik ve bisiklet tekerleğini anlamlandırmaya çalışacak. Muhtemelen üst katlara çıkmadan usul usul mahallesine geri çekilecek. Arter'in İstiklal'deki yerine açılmış olan Meşher'deki sergi dahi daha uygun olabilirdi. Masal Dünyası'ndan rengarenk porselenleri eminim çocuklar çok beğenirdi. Avrupa'nın yaşadığı rönesansı yaşamamış bir toplum olarak, kültür sanat hayatımızda belli evreleri hazmetmek için zamana ihtiyacımız yok mu. Yoğun referans birikimi ve altyapı gerektiren sergilere yelken açmadan önce telafi etmemiz gereken bir kültür/sanat açığımız yok mu? Çok büyük fedakarlıklarla açılan bu mekanlar, bizlere kendi rönesansımızı yaşatmak, böylece reforma ve aydınlanma çağına yönlendirmek gibi bir misyona sahip olamazlar mı? Keşke her yıl Tasarım'la dönüşümlü yapılan İstanbul Bienali, çağdaş sanatın "en"'i olmaya çalışmak yerine ( ne kadar anlaşılmaz, o kadar çağdaş), otoritelerin, yabancıların ve Beyaz Türkler'imizin burun kıvırması pahasına, milyonların kapılarında kuyruğa girdiği etkinlikler olabilse.

Biliyorum, bu satırlar belki de çok sığ, çok nankör, çok çağ dışı geliyor, ama kültür sanat alanında ülkemizdeki tüm sınıfları harekete geçirmeden, bir gıdım ileri gidemeyeceğimize yürekten inanıyorum. Yeni Arter'i şöyle hayal etmek isterdim; Zemin katında bir fotoğraf sergisi, sanatçıları Dolapdere'liler veya Dolapdere'yi fotoğraflayan tüm İstanbul'lular. Fotoğrafını çeken binaya gelir, tek kapıdan geçer,  girişteki asistanlara çektiği fotoğrafını iletir, çıktısını aldırır, sonra gider arzu ettiği duvarda istediği yere resmini asar, ve hayatında bir serginin parçası olmuş olmanın haklı gururunu yaşar. Çocuklar ikinci kata çıkar, bir duvar tamamen onların hayal gücüne ayrılmıştır, arzu ettikleri gibi boyayabilirler. Diğer duvarlar için hamur ve seramikten heykeller üretmeyi öğrenir, üretir ve sergilerler. 3. kata gençler çıkar, orada sanatçı ve mimarlarla tanışırlar, Dolapdere'yi güzelleştirmek için birlikte projeler üretirler. Roma notlarımda yazdığım gibi, Avrupa'da halkın katıldığı, ürettiği sergiler hızla çoğalıyor. İlk 6 ayı Arter bu şekilde geçirse, Dolapdere'lilerin ayaklarını alıştırıp, özgüvenle girdikleri ikinci evleri olabilseydi, bu ülkedeki tüm kültür kurumları için şahane bir model ortaya çıkmaz mıydı? Bu satırları çalakalem yazdım, işin uzmanları oturup fikirler geliştirseler, fevkaladenin fevkinde işler çıkabilir ortaya.


Ülke halleri üzerine kestiğim ahkamı yavaşça kenara bırakarak sakinliyorum, ve Arter'de gezdiğimiz sergilerden en beğendiğimizi not düşmek istiyorum. Arter'e bizi Altan Gürman'la tanıştırdığı için müteşekkiriz, çocuklar da çok beğendi. Arter'den çıkınca da hemen caddenin diğer tarafında başlayan Dolapdere pazarına daldık, iki Dünya arasındaki kontrastın çarpıcılığı başlı başına bir yerleştirme gibiydi.