11 Aralık 2011 Pazar
Wilson Yip ve Yip Man (2008)
En sevdiğim yönetmen olan Wang Kar-Wai'nin, Bruce Lee'nin hocası olan Yip Man üzerine bir film çektiğini bildiğimden bu filmi izlemeyi hiç istemiyordum, çünkü hayat öyküsünü ilk olarak Kar-Wai'den dinlemek istiyordum, ama merakıma yenildim. Ne kadar doğru olduğunu bilemediğim hikaye, Yip Man'in Çin'deki Japon istilasına yüksek gururlu tek başına mücadelesini anlatıyor. Konu, Yip Man'i vatansever ögelerle efsanevi şekilde yüceltecek ögeler barındırdığından, eser gerçekçi bir filmden çok fantezi bir kung-fu filmini andırıyor. Senaryo ve başrol dışındaki oyunculukların da bir hayli sıradan olması itibariyle vasat kotarılmış bir film olarak nitelenebilir. Beni çok sarmadı, heyecanla "The Grandmasters"'ı bekliyorum.
10 Aralık 2011 Cumartesi
Mathieu Amalric ve Tournée (2010)
Filmi yazan, yöneten, başrolünü oynayan Amalric, "The Diving Bell and the Butterfly" (2007)'deki performansıyla hafızamda sıkı bir yer edinmişti. Geçen sene Cannes'da yarışan filminde ağırlıkla Amerikalı eğlendiricilerin bulunduğu bir bürlesk şov grubunun Fransa'daki turnesi hikaye ediliyor. Amalric turneyi organize eden prodüktör rolünde. Sahnedeki şovla, gösteriyi icra edenlerin gerçek hayattaki melankolik/kaybeden ruh hallerinin tezatlığı filme ilginç bir atmosfer katıyor. Hiçbir karakterin hikayesi derinlemesine incelenerek trajedize edilmiyor, hatta hiçbiri hakkında hemen hemen hiçbir şey öğrenemiyor, adeta bir belgesel kıvamında onların turnesinden, başı - ortası - sonu bulunmayan bir kesit izliyoruz. Bir başyapıt olmamakla birlikte çok özgün bulduğum tarzından dolayı, geçen yazımda da bahsettiğim üzere, altın palmiyeyi tartışmasız Bonmee amcanın elinden alır, Amalric'e teslim ederdim.
9 Aralık 2011 Cuma
Apichatpong Weerasethakul ve Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives (2010)
Bu günceden yazılara denk gelmiş olanların bileceği üzere hem Cannes Film Festivaline hem de yavaş tempolu filmlere özel bir ilgi ve sevgim vardır. Ancak Tayland'lı Bonmee amcanın, 2010 yılında Cannes'da altın palmiye alan geçmiş yaşam hatıratlarını gerçekten çok sıkılarak izledim. Özgün ögeler yok değildi, ama bunlar filmin sıkıcılığını hiç bir şekilde telafi etmiyorlardı. Son 30-35 yılda bu ödülü almış tüm filmleri izlemişim, ilk defa altın palmiye alan bir filmi hiç beğenmiyorum. Hemen 2010 yılında yarışmış olan diğer filmlere baktığımda, izleyebildiğim kadarıyla, diğer yıllara oranla daha zayıf filmlerin yarışma programına alınmış olduklarını gördüm. Yine de hepsi bu filmden daha iyiydiler, mesela "Tournée", "Des hommes et des dieux", "Biutiful", "Copie Conforme", "Another Year", "Route Irish".
Bu izlediklerimden de ödülü ben olsam "Tournée"'ye verirdim, o filmden de bir sonraki yazıda bahsedeyim.
Bu izlediklerimden de ödülü ben olsam "Tournée"'ye verirdim, o filmden de bir sonraki yazıda bahsedeyim.
8 Aralık 2011 Perşembe
Larysa Kondracki ve The Whistleblower (2010)
Bir önceki yazımda bahsettiğim "Tropa de Elite 2"'nin peşi sıra izlediğim "The Whistleblower" çok iyi bir kıyaslama imkanı veriyor. Her ikisi de insanın kanını donduran gerçek hikayeleri işlemelerine rağmen Padilha filmini kusursuz bir yönetmenlikle en yukarıya taşırken, Kondracki çok çok kötü bir yönetmenlik sergileyerek, filmin etkisine ciddi bir darbe vuruyor. Film o kadar kötü yönetilmiş ki, bence zamanımızın en iyi oyuncularından Rachel Weisz dahi sırıtıyor. Çok beğendiğim Monica Belucci ise ufak rolünü o kadar kötü canlandırıyor ki, filmde gördüğüm acaba o değil mi diye şüpheye düştüm. Buna klişe çekmecesinden bolca çıkarılan stereo karakterler ve filme selobantla tutturulmuş gibi duran yan hikayecikler eklenince, eğer filmi izlemeyi bırakamadıysam, bunun tek sebebi filmin anlattığı gerçek hikaye.
Öncelikle, bu korkunç olayın detaylarına girmeden duramayacağım için aşağıdaki satırların, filmle ilgili yoğun ispiyon içerdiğini belirteyim.
Şöyle düşünün, Mekan; 2. Dünya savaşındaki Nazi katliamının bir benzerinin burnumuzun dibinde gerçekleştiği ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere herkesin sadece seyrettiği Bosna Hersek. "Savaş" sonrası güvenliği sağlama görevi Birleşmiş Milletler'e verilmiş, onlar ne yapmış; güvenlik işini özel bir şirkete ihale etmişler. Özel şirket ne yapmış, Dünya'nın her tarafından paralı asker toplamış. Yerini yurdunu bırakıp yüklü verilen maaş uğruna, savaştan helak olmuş, tehlikeli bir bölgede görev yapmayı kabul eden güvenlik görevlilerinin ortalama profilini gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bir de üstüne Birleşmiş Milletler bu ülkede görev yapan herkese sınırsız dokunulmazlık vermiş, yani ne suç işlerlerse işlesinler cezasız kalacağı garantili. Tahmin etmiş olabileceğiniz üzere ortaya, yerel mafyanın işbirliğiyle bir çok suçun yanısıra kadın (gencecik kız) ticareti yapan, korkunç bir çete çıkmış.
Bölgede görev alan Amerikalı bir kadın polis (gerçek kahraman Kathryn Bolkovac), kısa sürede gözlemlediklerine tesadüf eseri şahit olmuyor, yaşanan her şey ulu orta açıkta, ve orada çalışan büyük çoğunluk da bunun farkında, ancak üç maymunu oynuyorlar. Kimisi çeteye bulaşmış, kimisi çetenin pavyonlarından faydalanmış, kimisi işinden olmak istemediğinden ağzını tutuyor. Bu kadın polis safça adalete inanarak, elinden geldiğince olayları ortaya çıkarmaya çalıştıkça, büyük tehlikeler atlatıyor ve sonunda işine son veriliyor. Güvenlik şirketi ve Birleşmiş Milletler de skandalın ortaya çıkmaması için, ellerinden geldiğince her şeyin üzerini örtüyorlar. Tek yaptıkları, o suçlara bulaştığı tespit edilenleri ülkelerine geri gönderiyorlar, ve bu kişiler ülkelerinde de hiçbir şekilde yargılanmıyorlar, kazandıkları paralar da yanlarına kar kalıyor. Kurbanlarla ilgili ne bir özür ne de bir tazminat söz konusu. Kahramanımız, işin peşini bırakmayarak, elinde belgelerle basına da gidiyor ama hangimiz bugüne kadar bu konuda bir haber duyduk? İşte filmin en önemli misyonu bu yaşananları duyurabilmek.
Filmi izledikten sonra, bunların gerçek olabileceğine inanamadığımdan, internete girerek kısa sürede detaylı bilgilere ulaştım. Maalesef hikayenin tamamı gerçek. Hatta şu bağlantıda bizzat Birleşmiş Milletler'in sitesinde, bu film üzerine düzenlenmiş 14.10.2011 tarihli toplantının videosu bulunuyor. Birleşmiş Milletler'in üyeleri "neden ve nasıl oldu" diye saf saf konuşuyorlar. Hiçbir şey yapılmamasından tabii ki daha iyi ama soğunkanlılıkları iyice kanımı dondurdu. Film üzerine konuşuyorlar, ancak hikayenin gerçek kahramanı toplantıya davet dahi edilmemiş. Bir iki konuşmacı gerçekten çok esaslı noktaya parmak bastı ama toplantı "süremiz de doldu" diye bitince bende ciddi bir hazımsızlık hasıl oldu, şu satırları yazarken dahi elim ayağım sinirden titriyor. Pek bir gelişmiş "medeniyetler"'in insan hakları konusundaki sınır tanımayan samimiyetsizlikleri, ikiyüzlülükleri aşırı derecede midemi bulandırıyor.
Öncelikle, bu korkunç olayın detaylarına girmeden duramayacağım için aşağıdaki satırların, filmle ilgili yoğun ispiyon içerdiğini belirteyim.
Şöyle düşünün, Mekan; 2. Dünya savaşındaki Nazi katliamının bir benzerinin burnumuzun dibinde gerçekleştiği ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere herkesin sadece seyrettiği Bosna Hersek. "Savaş" sonrası güvenliği sağlama görevi Birleşmiş Milletler'e verilmiş, onlar ne yapmış; güvenlik işini özel bir şirkete ihale etmişler. Özel şirket ne yapmış, Dünya'nın her tarafından paralı asker toplamış. Yerini yurdunu bırakıp yüklü verilen maaş uğruna, savaştan helak olmuş, tehlikeli bir bölgede görev yapmayı kabul eden güvenlik görevlilerinin ortalama profilini gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bir de üstüne Birleşmiş Milletler bu ülkede görev yapan herkese sınırsız dokunulmazlık vermiş, yani ne suç işlerlerse işlesinler cezasız kalacağı garantili. Tahmin etmiş olabileceğiniz üzere ortaya, yerel mafyanın işbirliğiyle bir çok suçun yanısıra kadın (gencecik kız) ticareti yapan, korkunç bir çete çıkmış.
Bölgede görev alan Amerikalı bir kadın polis (gerçek kahraman Kathryn Bolkovac), kısa sürede gözlemlediklerine tesadüf eseri şahit olmuyor, yaşanan her şey ulu orta açıkta, ve orada çalışan büyük çoğunluk da bunun farkında, ancak üç maymunu oynuyorlar. Kimisi çeteye bulaşmış, kimisi çetenin pavyonlarından faydalanmış, kimisi işinden olmak istemediğinden ağzını tutuyor. Bu kadın polis safça adalete inanarak, elinden geldiğince olayları ortaya çıkarmaya çalıştıkça, büyük tehlikeler atlatıyor ve sonunda işine son veriliyor. Güvenlik şirketi ve Birleşmiş Milletler de skandalın ortaya çıkmaması için, ellerinden geldiğince her şeyin üzerini örtüyorlar. Tek yaptıkları, o suçlara bulaştığı tespit edilenleri ülkelerine geri gönderiyorlar, ve bu kişiler ülkelerinde de hiçbir şekilde yargılanmıyorlar, kazandıkları paralar da yanlarına kar kalıyor. Kurbanlarla ilgili ne bir özür ne de bir tazminat söz konusu. Kahramanımız, işin peşini bırakmayarak, elinde belgelerle basına da gidiyor ama hangimiz bugüne kadar bu konuda bir haber duyduk? İşte filmin en önemli misyonu bu yaşananları duyurabilmek.
Filmi izledikten sonra, bunların gerçek olabileceğine inanamadığımdan, internete girerek kısa sürede detaylı bilgilere ulaştım. Maalesef hikayenin tamamı gerçek. Hatta şu bağlantıda bizzat Birleşmiş Milletler'in sitesinde, bu film üzerine düzenlenmiş 14.10.2011 tarihli toplantının videosu bulunuyor. Birleşmiş Milletler'in üyeleri "neden ve nasıl oldu" diye saf saf konuşuyorlar. Hiçbir şey yapılmamasından tabii ki daha iyi ama soğunkanlılıkları iyice kanımı dondurdu. Film üzerine konuşuyorlar, ancak hikayenin gerçek kahramanı toplantıya davet dahi edilmemiş. Bir iki konuşmacı gerçekten çok esaslı noktaya parmak bastı ama toplantı "süremiz de doldu" diye bitince bende ciddi bir hazımsızlık hasıl oldu, şu satırları yazarken dahi elim ayağım sinirden titriyor. Pek bir gelişmiş "medeniyetler"'in insan hakları konusundaki sınır tanımayan samimiyetsizlikleri, ikiyüzlülükleri aşırı derecede midemi bulandırıyor.
7 Aralık 2011 Çarşamba
José Padilha ve Tropa de Elite 2 (2010)
Padilha, 2007 yapımı "Tropa de Elite"'de, Papa'nın Rio de Janairo'yu ziyaret edecek olması üzerine, şehrin fakir mahallelerinde konumlanmış uyuşturucu mafyasına yapılan tatbikatları ve yolsuzluklarla mücadeleyi, çok sürükleyici ve etkileyici bir dille anlatmıştı. Bu filmin devamı niteliğinde olan 2010 yılı yapımda da, fakir mahallelere hakim olan polis ve ordu mensuplarının, politikacıların da içinde bulunduğu çıkar grupları oluşturarak, yerli halkın başına yepyeni belalar açtığı, çok yoğun insan hakları ihlallerine de işaret edilerek, aynı çarpıcı dille anlatılıyor. Gerçek olay ve kişilerden yola çıktığı çok belli olan film, bu yüzyılda insanoğlunun hala ne kadar insanlıktan uzak olabildiğini gözler önüne seriyor. Yakın tarihimizle yüzleşmeye başlayacağımızın ilk işaretlerini vermeye başlamış olan ülkemizde de bu türden sayısız malzeme çıkacağı aşikar. Umarız Padilha kadar cesur yönetmenler bizden de çıkar ve geniş kitlelere fazlasıyla geç kalmış gerçekleri ulaştırırlar.
6 Aralık 2011 Salı
Asghar Farhadi ve Jodaeiye Nader az Simin (A Separation) 2011
Asghar Farhadi'nin daha önce izlediğim filmi "About Elly"'den bahsederken, Berlin'den Altın Ayı ödülüyle dönen filmi "Nader and Simin, a Separation"'ı heyecanla beklediğime değinmiştim. Beklediğime gerçekten değdi, çok çok iyi bir eserle karşılaştım. İran gerçekçi sinemasının çok sağlam bir örneği. Oyunculuklar, hikaye, yönetim, kısaca tümüyle kıskandıracak derecede başarılı. Kıskandıracak diyorum, çünkü eğer Yılmaz Güney'in "Umut", "Yol" gibi filmlerle, Anadolu sinemasının en iyi örneklerini verdiği yoldan devam etmeyi başarabilseydik, bizim sinemamız da İran sineması gibi bir marka olmayı çok daha önceleri başarabilirdi. Ülkemizde hayatın pek çok yönünü sekteye uğratan, hatta felç eden darbeler, sinema konusunda da yapacağını yapmış, en iyi filmlerimizden sansürle uzak kalmışız, düşünmemeyi, sorgulamamayı, tartışmamayı, onun yerine tektip olmayı tercih ettirilmişiz. Sinema özelinde Nuri Bilge Ceylan ve Semih Kaplan gibi yönetmenlerle bu sarmaldan artık çıktığımızı düşünüyorum. Salak saçma melankolik aşk filmlerinden ve seviyesiz komedilerden başımızı kaldırarak, Nadir ve Simin'de olduğu gibi içimizden çıkan, bize ait gerçek hikayelere odaklanmamız gerek. Anadolu'da anlatılacak yüzlerce hikaye, bakir şekilde başarılı genç yönetmenlerimizi bekliyor.
5 Aralık 2011 Pazartesi
Contemporary İstanbul 2011
İstanbul'da her yıl düzenlenen çağdaş sanat fuarı "Contemporary Istanbul"'a, sadece 3-4 gün açık kalması dolasyıyla birkaç yıldır denk getirip gidemiyordum, bu yılkini son anda bir arkadaşımla gidip ziyaret etik.
Bienallerde gördüğümüz çağdaş sanat, olabildiğine minimalist iken, fuarda satış amacı taşıyan çağdaş sanatın alabildiğine cafcaflı ve göz boyamacı olabildiğine şahit olduk. Bienal yazımda da belirttiğim gibi çağdaş sanat sadece beyne değil, kanımca biraz göze de hitap etmeli, dolayısıyla benim için en ideali bu iki etkinliğin bir karması olurdu. "Contemporary"'de gözümüz renge doydu, dijital sanatın da çağdaş sanata iyice nüfuz etmeye başladığını gözlemleyebildik.
En beğendiğim eserleri sanal hafızama not düşmeden önce, birkaç sene evvel gezdiğim son Contemporary'de en beğendiğim ressamın bu sefer bende yarattığı hayal kırıklığına değinmek istiyorum. Ahmet Güneştekin ismini o sefer aklıma kazımıştım, çünkü Anadolu mitolojisinden aldığı sembollerle yaptığı büyük formatlı, canlı renkli, geometrik desenli, özgün bulduğum eserlerini çok beğenmiştim. Sonradan maalesef sanat magazininin isteyerek veya istemeyerek parçası oldu. Gerçi hayalkırıklığım daha çok bu sene sergilenen eserlerinden kaynaklı. Daha önce beğendiğim resimlerinin boyutları iyice büyümüş, üçüncü boyut eklenmiş, geometrikler şekiller resimlerden yapıtaşlar olarak dışarı taşıyor, bana işin iyice suyu çıkmış gibi geldi, kendimi daha çok süslü bir yapımarkette gibi hissederek hızla reyondan uzaklaştım.
Gelelim beğendiklerime;
Ahmed Mater - Evolution of Men
Salustiano - Tamara con cuervos
Igor Oleinikov
Bienallerde gördüğümüz çağdaş sanat, olabildiğine minimalist iken, fuarda satış amacı taşıyan çağdaş sanatın alabildiğine cafcaflı ve göz boyamacı olabildiğine şahit olduk. Bienal yazımda da belirttiğim gibi çağdaş sanat sadece beyne değil, kanımca biraz göze de hitap etmeli, dolayısıyla benim için en ideali bu iki etkinliğin bir karması olurdu. "Contemporary"'de gözümüz renge doydu, dijital sanatın da çağdaş sanata iyice nüfuz etmeye başladığını gözlemleyebildik.
En beğendiğim eserleri sanal hafızama not düşmeden önce, birkaç sene evvel gezdiğim son Contemporary'de en beğendiğim ressamın bu sefer bende yarattığı hayal kırıklığına değinmek istiyorum. Ahmet Güneştekin ismini o sefer aklıma kazımıştım, çünkü Anadolu mitolojisinden aldığı sembollerle yaptığı büyük formatlı, canlı renkli, geometrik desenli, özgün bulduğum eserlerini çok beğenmiştim. Sonradan maalesef sanat magazininin isteyerek veya istemeyerek parçası oldu. Gerçi hayalkırıklığım daha çok bu sene sergilenen eserlerinden kaynaklı. Daha önce beğendiğim resimlerinin boyutları iyice büyümüş, üçüncü boyut eklenmiş, geometrikler şekiller resimlerden yapıtaşlar olarak dışarı taşıyor, bana işin iyice suyu çıkmış gibi geldi, kendimi daha çok süslü bir yapımarkette gibi hissederek hızla reyondan uzaklaştım.
Gelelim beğendiklerime;
Ahmed Mater - Evolution of Men
Salustiano - Tamara con cuervos
Igor Oleinikov
23 Kasım 2011 Çarşamba
Denis Villeneuve ve Polytechnique (2009)
Villeneuve'ün 2010 yapımı "Incendies"'inden daha önce bahsetmiştim. Şimdi bir yıl gerisine giderek "Polytechnique" hakkında bir kaç cümle kaybedeyim. Okullarda gerçekleşen öğrenci katliamları, son 10 yılda bir çok filme konu oldu. Bunlardan en çok yankı bulanı Cannes'dan da Altın Palmiye ile dönen Gus Van Sant'ın "Elephant"'ı (2003) olmuştu. Villeneuve de 1989 yılında kendi memleketi Kanada'da gerçekleşmiş olan bir katliamı filmetmiş. Feministlerden nefret ettiğini beyan ederek Montreal'deki bir üniversitede kız mühendislik öğrencilerini rastgele öldüren bir erkek öğrenciden çok kurbanlarının merkezde olduğu gerçek hikaye ustaca kotarılmış. Film, ileri medeniyet seviyesine sahip olduğu düşünülen Quebec'te ataerkil anlayışın hala hakim olduğuna, iş hayatında kendilerine sadece anne rolü biçildiği için kadınların dezavantaja sahip olduklarına dair de sosyal bir eleştiri barındırıyor.
22 Kasım 2011 Salı
Sidney Lumet ve Murder On The Orient Express (1974)
Size desem ki;
eser Agatha Christie'nin en meşhur polisiyesi,
yönetmen Sydney Lumet, sadece çektiği "12 Angry Men" Dünya'lara bedel,
hikaye İstanbul'da gerçek mekanda başlıyor,
kadro muhteşem; Ingrid Bergman, Sean Connery, Anthony Perkins, Lauren Bacall, Jacqueline Bisset, ve daha niceleri
demezmisiniz; "ortaya muhteşem bir şey çıkmış olmalı"
Ama maalesef ortaya çok kötü bir film çıkmış, ne gizem var, ne sürükleyicilik, doğru dürüst oyunculuk bile bulunmuyor, özellikle Albert Finney'in canlandırdığı Poirot tam bir karikatüre dönüşmüş. "12 Kızgın Adam"'da daracık bir odayı 1,5 saat boyunca gerilime boğmuş olan Lumet, koca kompartımana hiçbir duyguyu sığdıramıyor. Katil aday sayısının çok yüksek olduğu bir hikayede, kimin katil olduğunu merak dahi ettiremeyecek kadar sönük ve başarısız uyarlanmış bu güzide polisiye.
Agatha Christie ve Poirot sevenler için bu bir uyarı yazısıdır, filmden uzak durun.
eser Agatha Christie'nin en meşhur polisiyesi,
yönetmen Sydney Lumet, sadece çektiği "12 Angry Men" Dünya'lara bedel,
hikaye İstanbul'da gerçek mekanda başlıyor,
kadro muhteşem; Ingrid Bergman, Sean Connery, Anthony Perkins, Lauren Bacall, Jacqueline Bisset, ve daha niceleri
demezmisiniz; "ortaya muhteşem bir şey çıkmış olmalı"
Ama maalesef ortaya çok kötü bir film çıkmış, ne gizem var, ne sürükleyicilik, doğru dürüst oyunculuk bile bulunmuyor, özellikle Albert Finney'in canlandırdığı Poirot tam bir karikatüre dönüşmüş. "12 Kızgın Adam"'da daracık bir odayı 1,5 saat boyunca gerilime boğmuş olan Lumet, koca kompartımana hiçbir duyguyu sığdıramıyor. Katil aday sayısının çok yüksek olduğu bir hikayede, kimin katil olduğunu merak dahi ettiremeyecek kadar sönük ve başarısız uyarlanmış bu güzide polisiye.
Agatha Christie ve Poirot sevenler için bu bir uyarı yazısıdır, filmden uzak durun.
21 Kasım 2011 Pazartesi
Woody Allen ve Midnight in Paris (2011)
Müthiş üretkenliğiyle bu günceye en çok konu olacağa benzeyen Woody Allen'ın filmlerinden daha önce şu ve şu yazıda kısaca bahsetmiştim.
Paris için çok büyük bütçeli bir reklam filmi çekilse, herhalde bu filmin etkisinin onda birini yaratamazdı.
Dikkat, yazının devamı ispiyon içerir!
Başkarakter olan yazar, Paris'te geçirdiği bir zaman diliminde her gece yarısı bir meydandan bindiği eski model bir araba ile zamanda geriye gidiyor. 1900'lerde 20'lerde, 30'larda Paris'te yaşamış olan ünlü yazarlar, ressamlarla, sanatçılarla tanışıyor, onların gittikleri gece klüplerini ziyaret ediyor. Başroldeki Owen Wilson şaşırtıcı derecede başarılı bir şekilde genç (ve daha yakışıklı) bir Allen portresi çiziyor. Vücut dili, mimikleri, Allen'in kendi filmlerinde oynadığı klasik tiplemesinin birebir kopyası.
Filmin işlediği temalardan bir tanesi de çok hoşuma gitti, her dönemde insanlar kendilerinden önceki döneme sıkı bir nostaljiyle imreniyorlar, ama onların özlem duydukları yıllarda yaşanlar da kendi zamanlarından şikayetçiler. Yani milli sporumuz olan "Ah eski zamanlar" diye yakınmaktansa bugünün güzelliklerini görebilmek önemli, nitekim kimbilir belki gelecek nesiller de bizim sahip olduklarımızı özleyebilecekler.
Paris için çok büyük bütçeli bir reklam filmi çekilse, herhalde bu filmin etkisinin onda birini yaratamazdı.
Dikkat, yazının devamı ispiyon içerir!
Başkarakter olan yazar, Paris'te geçirdiği bir zaman diliminde her gece yarısı bir meydandan bindiği eski model bir araba ile zamanda geriye gidiyor. 1900'lerde 20'lerde, 30'larda Paris'te yaşamış olan ünlü yazarlar, ressamlarla, sanatçılarla tanışıyor, onların gittikleri gece klüplerini ziyaret ediyor. Başroldeki Owen Wilson şaşırtıcı derecede başarılı bir şekilde genç (ve daha yakışıklı) bir Allen portresi çiziyor. Vücut dili, mimikleri, Allen'in kendi filmlerinde oynadığı klasik tiplemesinin birebir kopyası.
Filmin işlediği temalardan bir tanesi de çok hoşuma gitti, her dönemde insanlar kendilerinden önceki döneme sıkı bir nostaljiyle imreniyorlar, ama onların özlem duydukları yıllarda yaşanlar da kendi zamanlarından şikayetçiler. Yani milli sporumuz olan "Ah eski zamanlar" diye yakınmaktansa bugünün güzelliklerini görebilmek önemli, nitekim kimbilir belki gelecek nesiller de bizim sahip olduklarımızı özleyebilecekler.
18 Kasım 2011 Cuma
Dardenne Kardeşler ve Le Gamin Au Velo (2011)
Bayılıyorum Dardenne kardeşlerin sinemasına. Sosyal kritik içeren gerçekçi tarzları, hareketli kameralarıyla bize film izlediğimizi unutturuyorlar. Adeta gizli kamerayla çekilmiş belgesel kıvamında benzersiz bir sinemaya sahipler. Kimi filmleri daha güçlü kimisi biraz daha zayıf ama hepsinin ortak paydasında gözden kaçamayacak kadar net ve özgün bir imza bulunuyor.
İlk kez onların bir filmini İstanbul Film Festivali'nde izlemiş ve çarpılmıştım; "Le fils" (2002), daha sonra izlediğim "L'Enfant" (2005) ile en favori yönetmenlerim listesine sağlam bir giriş yaptılar. Listedeki yeri sağlamlaştıran film de 1999 yapımı "Rosetta" oldu. Ardından daha da eskilere gidip 1996 tarihli "La Promesse"'yi izleyerek, belki de Dünya'nın en tutarlı tarza sahip yönetmenleri olduklarına karar verdim. Sadece "Le Silence De Lorna" (2008) onlardan çok yüksek olan beklentilerimi tam karşılayamadı.
Son filmleri "Le gamin au vélo" (2011), istismar/ihmal edilen çocuk, bisiklet ve suç temasıyla "La Promesse"'yi hatırlatıyor ama bir tekrar olarak nitelenemeyecek şekilde de ondan ayrışmayı başarıyor. 1996'nın bisikletli çocuğu bu sefer baba rolünde ki, Dardenne kardeşlerin bir başka özellikleri de favori iki oyuncularına (Jérémie Renier ve Olivier Gourmet) hemen hemen tüm filmlerinde rol vermeleri. Babası tarafından terk/red edilen oğlanın bunu kabullenmedeki haklı zorlanışını muhteşem, sade ve gerçekçi Dardenne yorumundan izlemek isterseniz bu filmi kaçırmayın.
İlk kez onların bir filmini İstanbul Film Festivali'nde izlemiş ve çarpılmıştım; "Le fils" (2002), daha sonra izlediğim "L'Enfant" (2005) ile en favori yönetmenlerim listesine sağlam bir giriş yaptılar. Listedeki yeri sağlamlaştıran film de 1999 yapımı "Rosetta" oldu. Ardından daha da eskilere gidip 1996 tarihli "La Promesse"'yi izleyerek, belki de Dünya'nın en tutarlı tarza sahip yönetmenleri olduklarına karar verdim. Sadece "Le Silence De Lorna" (2008) onlardan çok yüksek olan beklentilerimi tam karşılayamadı.
Son filmleri "Le gamin au vélo" (2011), istismar/ihmal edilen çocuk, bisiklet ve suç temasıyla "La Promesse"'yi hatırlatıyor ama bir tekrar olarak nitelenemeyecek şekilde de ondan ayrışmayı başarıyor. 1996'nın bisikletli çocuğu bu sefer baba rolünde ki, Dardenne kardeşlerin bir başka özellikleri de favori iki oyuncularına (Jérémie Renier ve Olivier Gourmet) hemen hemen tüm filmlerinde rol vermeleri. Babası tarafından terk/red edilen oğlanın bunu kabullenmedeki haklı zorlanışını muhteşem, sade ve gerçekçi Dardenne yorumundan izlemek isterseniz bu filmi kaçırmayın.
7 Kasım 2011 Pazartesi
Nicolas Winding Refn ve Drive (2011)
Filmin isminden yola çıkarak bir sürücü-aksiyon filmi beklentisi içinde değildim, tersine öyle olmadığını bildiğimden filme ilgi duydum. Yönetmen Refn'i tanımıyordum ama Cannes'da bu filmle en iyi yönetmen ödülünü alması ve son yılların en iyi oyuncularından Ryan Gosling'in başrolde olması benim için yeterli referanslardı, Gosling'in "Fast and Furious" tarzı bir filmde oynamayacağına da emindim.
Ama maalesef sonuç umduğum gibi olumlu değildi. Evet çekimler iyi, elde iyi oyuncular var, özenilmiş bir soundtrack... Ama bunlar, film boş olunca (veya bana öyle gelince) hiçbir şey ifade etmiyorlar. Bence filmde bir ton klişe vardı, diyaloglar kötüydü, şiddet gereksizdi, hikaye hiç mi hiç ilgimi çekmedi.
Film hakkında yazılanlara sonradan internetten baktım, beğenen beğenene, başyapıt muamelesi görüyor. Beğenmeyeni "aksiyon yok diye beğenmedi, kazma" şeklinde yaftalarlar diye mi herkes bir bayıldı, yoksa ben mi filmden bir şey anlamadım, çözemedim.
Kanımca seyredilebilir vasat bir film, bir çırpıda bundan daha iyi bin tane film sayılabilir.
Ama maalesef sonuç umduğum gibi olumlu değildi. Evet çekimler iyi, elde iyi oyuncular var, özenilmiş bir soundtrack... Ama bunlar, film boş olunca (veya bana öyle gelince) hiçbir şey ifade etmiyorlar. Bence filmde bir ton klişe vardı, diyaloglar kötüydü, şiddet gereksizdi, hikaye hiç mi hiç ilgimi çekmedi.
Film hakkında yazılanlara sonradan internetten baktım, beğenen beğenene, başyapıt muamelesi görüyor. Beğenmeyeni "aksiyon yok diye beğenmedi, kazma" şeklinde yaftalarlar diye mi herkes bir bayıldı, yoksa ben mi filmden bir şey anlamadım, çözemedim.
Kanımca seyredilebilir vasat bir film, bir çırpıda bundan daha iyi bin tane film sayılabilir.
6 Kasım 2011 Pazar
Rob Reiner ve Flipped (2010)
Rob Reiner izleyebildiğim kadarıyla hem muhteşem filmlere; "When Harry Met Sally..." (1989), "Stand by Me" (1986), Misery (1990), hem de çok çok kötü filmlere; "The Princess Bride" (1987), "Rumor Has It..." (2005) imza atmış bir yönetmen.
Son filmi "Flipped"'i bu iki uç arasında konumlayabiliriz. Özellikle "Stand by Me"'yi beğenenler bu filmi de beğeneceklerdir, çünkü iki film de ergenlik öncesi yaşta çocukların hikayelerini anlatıyor ve tarz olarak birbirlerine benziyorlar. Çocukluğumun trt pazar dizilerini anımsatan, geçtiği 60'lı yıllar itibariyle nostaljik, anlattığı minik aşk hikayesiyle romantik bir seyirlik.
Son filmi "Flipped"'i bu iki uç arasında konumlayabiliriz. Özellikle "Stand by Me"'yi beğenenler bu filmi de beğeneceklerdir, çünkü iki film de ergenlik öncesi yaşta çocukların hikayelerini anlatıyor ve tarz olarak birbirlerine benziyorlar. Çocukluğumun trt pazar dizilerini anımsatan, geçtiği 60'lı yıllar itibariyle nostaljik, anlattığı minik aşk hikayesiyle romantik bir seyirlik.
5 Kasım 2011 Cumartesi
Lasse Hallström ve Hachiko: A Dog's Story (2009)
Hallström deyince aklıma hemen Binoche'lu ve bol çikolatalı "Chocolat"'sı geliyor. Bunun dışında bir de izlemiş olduğum ama pek kayda değer olmayan Julia Roberts'lı "Something to Talk About"'u var.
Pek ilgimi çekmeyen bir yönetmen ve başroldede Richard Gere olunca önyargılarım depreşmiş ve filmi de uzun süre izlenecekler listemin en altlarına sürüklemiştim. Yorgun bir günümde "nasılsa uyuyakalırım, şöyle bir bakayım" diye izleyiverdim. Film olarak pek bir mahareti yok, hatta kötü denebilir ama gerçek bir hikaye olan konusu ilgi çekici. Bu hikayeyi kim çekse aynı tadı hatta daha iyisini verebilirdi. Filmin bir de orijinali var, 1987 japon yapımı "Hachiko monogatari", keşke onu izleseymişim. Gerçek olan hikayeyle ilgili bilgi verirsem, filmin bütün esprisi kaçar hatta seyredilemez hale gelir. Sadece köpeklerin yoğun sadakat duygularıyla ilgili olduğunu ve çocukluğumda izlediğim Lassie'den beri gözlerimi dolduran hatta taşıran ilk "köpek" filmi olduğunu belirteyim.
Pek ilgimi çekmeyen bir yönetmen ve başroldede Richard Gere olunca önyargılarım depreşmiş ve filmi de uzun süre izlenecekler listemin en altlarına sürüklemiştim. Yorgun bir günümde "nasılsa uyuyakalırım, şöyle bir bakayım" diye izleyiverdim. Film olarak pek bir mahareti yok, hatta kötü denebilir ama gerçek bir hikaye olan konusu ilgi çekici. Bu hikayeyi kim çekse aynı tadı hatta daha iyisini verebilirdi. Filmin bir de orijinali var, 1987 japon yapımı "Hachiko monogatari", keşke onu izleseymişim. Gerçek olan hikayeyle ilgili bilgi verirsem, filmin bütün esprisi kaçar hatta seyredilemez hale gelir. Sadece köpeklerin yoğun sadakat duygularıyla ilgili olduğunu ve çocukluğumda izlediğim Lassie'den beri gözlerimi dolduran hatta taşıran ilk "köpek" filmi olduğunu belirteyim.
4 Kasım 2011 Cuma
Lars von Trier ve Melancholia (2011)
Bu günceye yazdığım ilk film değerlendirmesi çok sevdiğim yönetmen Lars von Trier'in "Antichrist"'ı olmuştu. O yazıda en sevdiğim filmlerinden bahsetmiştim, dolayısıyla bu kısmı hızlıca geçiyorum.
"Melancholia", hem ismi (Trier tarzına çok uygun), hem de başrollerindeki Kirstin Dunst ve Charlotte Gainsbourg'den dolayı beni çok heyecanlandırmıştı, hatta Cannes'daki yarışma filmlerine baktığımda, (daha seyretmeden) Nuri Bilge Ceylan'ın filmiyle birlikte favorilerim arasına almıştım. Geçen yazıda not ettiğim üzere, bu ödül Malick'in "The Tree of Life"'ına gitti, "Melancholia" özelinde bu kararı doğru buluyorum, Nuri Bilge'nin filmini ise henüz izleyemedim.
"Melancholia" iki bölüme ayrılmış, ilk bölüm iki kız kardeşten Dunst'a, ikinci bölüm diğer kardeş Gainsbourg'a odaklanıyor. İlk bölüm çok çok iyi başladı, Dunst'ın bir şatoda gerçekleşen şaşalı düğününde, "melankoli", alıştığımız Trier tarzında, Kirstin Dunst'ın bu duygu için biçilmiş yüz ifadesiyle çok iyi betimlenmişti. Ama Kirstin'i tamamlaması gereken yan rolleri zayıf buldum. Charlotte Rampling, Udo Kier, Jack Bauer (ne alaka??) ve nicesi ilk bölümü biraz aşağı çektiler. Hikayede de ispiyon olmaması adına detayına girmeyeceğim özensizlikler ve mantık hataları mevcuttu. Bu dikkatimi dağıtan unsurlar, (Trier'in diğer yapıtlarında olduğu üzere) filmin içinde kendimi kaybedip, tuhaf ruh hallerine bulanmamı engellediler. İkinci bölüme geçene kadar bu durum beni çok rahatsız etmemişti, çünkü ikinci bölümde Trier'in beni bir kulpuna getirip tuş edeceğine dair sağlam bir inancım vardı. Ama bu ikinci bölüm çok sevdiğim bir yönetmenle ilgili yaşadığım en sarsıcı hayal kırıklıklarından biri oldu, bu kısmı Trier'in yazdığına veya çektiğine inanmak istemiyorum. Anlatılanlar bu kadar mı boş, bu kadar mı yavan olur, geçenlerde eleştirdiğim "Another Earth"'deki "diğer gezegen" metaforu bile daha anlamlı kalıyordu. Dunst'ın melankolisi, Gainsbourg'un korkusu bu kadar mı karikatürize ve inandırıcılıktan uzak olur, Bjork o kadar acıyı "Dancer in the Dark"'da boşu boşuna mı çekmişti.
Neyse daha fazla söylenerek acımı katlamak istemiyorum...
"Melancholia", hem ismi (Trier tarzına çok uygun), hem de başrollerindeki Kirstin Dunst ve Charlotte Gainsbourg'den dolayı beni çok heyecanlandırmıştı, hatta Cannes'daki yarışma filmlerine baktığımda, (daha seyretmeden) Nuri Bilge Ceylan'ın filmiyle birlikte favorilerim arasına almıştım. Geçen yazıda not ettiğim üzere, bu ödül Malick'in "The Tree of Life"'ına gitti, "Melancholia" özelinde bu kararı doğru buluyorum, Nuri Bilge'nin filmini ise henüz izleyemedim.
"Melancholia" iki bölüme ayrılmış, ilk bölüm iki kız kardeşten Dunst'a, ikinci bölüm diğer kardeş Gainsbourg'a odaklanıyor. İlk bölüm çok çok iyi başladı, Dunst'ın bir şatoda gerçekleşen şaşalı düğününde, "melankoli", alıştığımız Trier tarzında, Kirstin Dunst'ın bu duygu için biçilmiş yüz ifadesiyle çok iyi betimlenmişti. Ama Kirstin'i tamamlaması gereken yan rolleri zayıf buldum. Charlotte Rampling, Udo Kier, Jack Bauer (ne alaka??) ve nicesi ilk bölümü biraz aşağı çektiler. Hikayede de ispiyon olmaması adına detayına girmeyeceğim özensizlikler ve mantık hataları mevcuttu. Bu dikkatimi dağıtan unsurlar, (Trier'in diğer yapıtlarında olduğu üzere) filmin içinde kendimi kaybedip, tuhaf ruh hallerine bulanmamı engellediler. İkinci bölüme geçene kadar bu durum beni çok rahatsız etmemişti, çünkü ikinci bölümde Trier'in beni bir kulpuna getirip tuş edeceğine dair sağlam bir inancım vardı. Ama bu ikinci bölüm çok sevdiğim bir yönetmenle ilgili yaşadığım en sarsıcı hayal kırıklıklarından biri oldu, bu kısmı Trier'in yazdığına veya çektiğine inanmak istemiyorum. Anlatılanlar bu kadar mı boş, bu kadar mı yavan olur, geçenlerde eleştirdiğim "Another Earth"'deki "diğer gezegen" metaforu bile daha anlamlı kalıyordu. Dunst'ın melankolisi, Gainsbourg'un korkusu bu kadar mı karikatürize ve inandırıcılıktan uzak olur, Bjork o kadar acıyı "Dancer in the Dark"'da boşu boşuna mı çekmişti.
Neyse daha fazla söylenerek acımı katlamak istemiyorum...
3 Kasım 2011 Perşembe
Terrence Malick ve The Tree of Life (2011)
Malick daha önce izlemiş olduğum iki filmi itibariyle pek tuttuğum yönetmenlerden değildir. "Days of Heaven" (1978) etkileyici görselliği bir yana klişeleriyle yüzümü defalarca ekşitmeme sebep olmuş, pek beğenilen "The Thin Red Line" ise car car savaş ahkamı kesmesine dayanamayıp, nadiren ortasında bıraktığım filmlerden biri olmuştu. Bu sene "The Tree of Life" ile Cannes'da ödül almasını ise hemen önyargılarımla jüri başkanının hiç hazzetmediğim Robert De Niro olmasına bağlamıştım, halbuki yarışma filmleri arasında (henüz izlememiş de olsam) ne muazzam adaylar vardı.
Bu bilgiler ön ışığında kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere "The Tree of Life"'a olabilecek en düşük beklenti seviyesiyle başladım. Ancak sadece bu düşük beklentiyle açıklanamayacak şekilde olumlu yönde şaşırtttı beni bu film. Filmin çok bahsedilen (ve eleştirilere de sebep olan) sembolizmi ve dini referansları beni hiç ilgilendirmedi, onları es geçtim. Ama geriye kalan malzeme, özellikle de baba-oğul ilişkisi/gerilimi, kardeşlerin arasındaki bağ, müthiş oynayan annenin babayla oğlu arasında kalışı, her sahnesindeki muhteşem şiirsel görsellik beni çok etkiledi. İspiyon olmaması adına detayını vermeyeceğim filmin başındaki trajik haberin, filmin kalanında anlatılanları güçlendirme şekli dahi dahiceydi. Filmin merkezindeki ufak oğlana bu rolü nasıl oynattılar, o bakışları vermesini, gözlerinin içindeki sevgi-hayranlık-nefret karışımını izleyiciye geçirmesini nasıl sağladılar, bravo. Bazı kareler günlerce gözümün önünden gitmedi. Özellikle ilişkisi gerilimli her baba ve oğulun (popüler sinema dışındaki türlere de ilgi duyanlar diye kümeyi kısıtlayalım) izlemesini tavsiye ederim.
Bu bilgiler ön ışığında kolaylıkla tahmin edilebileceği üzere "The Tree of Life"'a olabilecek en düşük beklenti seviyesiyle başladım. Ancak sadece bu düşük beklentiyle açıklanamayacak şekilde olumlu yönde şaşırtttı beni bu film. Filmin çok bahsedilen (ve eleştirilere de sebep olan) sembolizmi ve dini referansları beni hiç ilgilendirmedi, onları es geçtim. Ama geriye kalan malzeme, özellikle de baba-oğul ilişkisi/gerilimi, kardeşlerin arasındaki bağ, müthiş oynayan annenin babayla oğlu arasında kalışı, her sahnesindeki muhteşem şiirsel görsellik beni çok etkiledi. İspiyon olmaması adına detayını vermeyeceğim filmin başındaki trajik haberin, filmin kalanında anlatılanları güçlendirme şekli dahi dahiceydi. Filmin merkezindeki ufak oğlana bu rolü nasıl oynattılar, o bakışları vermesini, gözlerinin içindeki sevgi-hayranlık-nefret karışımını izleyiciye geçirmesini nasıl sağladılar, bravo. Bazı kareler günlerce gözümün önünden gitmedi. Özellikle ilişkisi gerilimli her baba ve oğulun (popüler sinema dışındaki türlere de ilgi duyanlar diye kümeyi kısıtlayalım) izlemesini tavsiye ederim.
2 Kasım 2011 Çarşamba
Life in a Day (2011)
Uzun zamandır beni bu kadar etkileyen bir belgeselle karşılaşmamıştım. 192 ülkeden 80.000 amatör/profesyonel filmci hayattan bir günle ilgili (24 ağustos 2010) çektikleri toplam 4500 saatlik malzemeyi göndermişler. Özenle seçilerek ve bence çok çok iyi bir editörün çalışmasıyla ortaya 90 dakikalık bir belgesel çıkmış. Filmi izlerken, insana dair o kadar farklı duyguları ve ruh hallerini 90 dakika içinde bana yaşattı ki, çok etkilendim. Tematik gruplanmış ardı ardına verilen kısa'lara, tasvir ettikleri duyguları güçlendiren müzikler de destek veriyor ama manipülatif olacak şekilde abartılmamış, kıvamı tutturulmuş. Eserin herhangi bir anında durdurup o anda ne hissettiğinizi bir kenara not etseniz ve bunu 90 dakika boyunca yapsanız, sonuca çok şaşırabilirsiniz. Bravo tüm katılımcılara ve parçaları bu kadar başarılı şekilde birleştiren ekibe.
1 Kasım 2011 Salı
WTA İstanbul 2011
Bu günce için alakasız bir konu olacak, ama not düşmek istedim. Geçen hafta İstanbul'da gerçekleştirilen, Dünya'nın en iyi sekiz kadın tenisçisinin katıldığı turnuva her açıdan muhteşemdi. Her gün televizyondan ve cumartesi günü de yarı finalleri Sinan Erdem'de izleyebildim. Özellikle Kvitova ve Azarenka'nın maçları çok iyiydi, çok hak ederek final oynadılar. Salon sadece finalde değil, her gün doluydu ve muazzam bir tenis seyircisi turnuvaya eşlik etti. Bence salonun her gün dolmasını sağlayan en önemli etkenlerden biri bilet fiyatlarının 20TL olmasıydı. Eğer Formula 1 biletleri de, 20TL'yi bir yana bırakın 50TL olsaydı, İstanbul Park her sene hınca hınç dolardı. Şimdi ise Formula 1 takviminden İstanbul çıkarıldı, ve o güzel pist de muhtemelen çürümeye terk edilecek. Bu ülkede futbol dışında başka spor türlerinin de gelişebilmesi için (ki futbolun ne kadar geliştiği de ayrı bir tartışma konusu) mutlaka ve mutlaka organizatörlerin bu konuda çok hassas olmaları gerekiyor. Ayrıca mantıklı da değil mi; tenis turnuvasının biletleri 100TL olsa (ki Formula 1 çok daha pahalıydı) belki 1000 kişi seyredecekti, 20TL olunca her gün 10.000'in üzerinde seyirci geldi.
31 Ekim 2011 Pazartesi
Hayal ve Hakikat - Türkiye'den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar
Bienal'i gezdikten hemen sonra kapı komşusu İstanbul Modern'deki "Hayal ve Hakikat" sergisine girdik. Son bir yüzyılda hayallerini hakikate çevirmeye başarmış kadın sanatçılarımızın eserlerini çok beğendim. Küratörler sergiye ismini ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye'nin eserinden vermişler.
Beni en etkileyen eser Nur Koçak'ın Cahide Sonku'yu (Öncesi-Sonrası) resmedişiydi.
Beni en etkileyen eser Nur Koçak'ın Cahide Sonku'yu (Öncesi-Sonrası) resmedişiydi.
"Hayal ve Hakikat"'ten sonra aynı mekanda kurgulanmış diğer bir sergiyi de ilgiyle gezdik; Kadın fotoğraf sanatçıların eserlerinden oluşan "Tekinsiz Karşılaşmalar".
30 Ekim 2011 Pazar
Bienal 2011
Bienali ziyaret edeli birkaç hafta geçmiş olmasından dolayı izlenimler hafızamda taze değil. Bu sene "isimsiz" olan 12. Bienal, Küba asıllı sanatçı Felix Gonzales-Torres’in 5 eserini merkezine alarak, bu eserler etrafında farklı sanatçıların yapıtlarını sergiliyor.
Öncelikle Bienali gezdiğimiz art arda iki pazar günü de gençlerin yoğun ilgisi çok sevindiriciydi, uzun kuyruklar oluşmuştu. Antrepo 3'ü gezdiğimizde fazlasıyla yorulmuş olduğumuzdan Antrepo 5'i bir sonraki haftasonu gezmeye gittik. Bienali gezerken mutlaka 5TL'ye satılan kataloğun kullanılmasını tavsiye ederim. İçinde, ağır ve okunması zor yazılar yerine her eserin sahibiyle soru cevap şeklinde yapılmış kısa röportajlar bulunuyor, bu da serginin rahat gezilmesini çok kolaylaştırıyor.
Geçmiş bienaller gibi bu bienal de güncel sorunlar ve siyaset üzerine yoğunlaşmış. Eserlerin büyük kısmı olabildiğince minimalist. Sanırım güncel sanatta ne kadar minimalist o kadar iyi anlayışı hakim, ama nacizane fikrimce işin estetik kısmı bu durumda çok kısa kalıyor. Eserler sadece beyne değil biraz da göze hitap etse kanımca daha da etkileyici olacaklar. Yine de bu seneki bienali geçmiş senelere oranla çok daha fazla beğendiğimi (başarılı kataloğun da katkısıyla) belirtmeliyim. Sanal hafızama özellikle şu iki eseri not düşmek isterim;
* Martha Rosler, Vietnam savaşından görüntüleri, aynı dönemde ABD'de yayınlanan iç mimarı dergilerindeki görsellere yerleştirmiş.
Öncelikle Bienali gezdiğimiz art arda iki pazar günü de gençlerin yoğun ilgisi çok sevindiriciydi, uzun kuyruklar oluşmuştu. Antrepo 3'ü gezdiğimizde fazlasıyla yorulmuş olduğumuzdan Antrepo 5'i bir sonraki haftasonu gezmeye gittik. Bienali gezerken mutlaka 5TL'ye satılan kataloğun kullanılmasını tavsiye ederim. İçinde, ağır ve okunması zor yazılar yerine her eserin sahibiyle soru cevap şeklinde yapılmış kısa röportajlar bulunuyor, bu da serginin rahat gezilmesini çok kolaylaştırıyor.
Geçmiş bienaller gibi bu bienal de güncel sorunlar ve siyaset üzerine yoğunlaşmış. Eserlerin büyük kısmı olabildiğince minimalist. Sanırım güncel sanatta ne kadar minimalist o kadar iyi anlayışı hakim, ama nacizane fikrimce işin estetik kısmı bu durumda çok kısa kalıyor. Eserler sadece beyne değil biraz da göze hitap etse kanımca daha da etkileyici olacaklar. Yine de bu seneki bienali geçmiş senelere oranla çok daha fazla beğendiğimi (başarılı kataloğun da katkısıyla) belirtmeliyim. Sanal hafızama özellikle şu iki eseri not düşmek isterim;
* Martha Rosler, Vietnam savaşından görüntüleri, aynı dönemde ABD'de yayınlanan iç mimarı dergilerindeki görsellere yerleştirmiş.
* Wael Shawky'nin 200 yıllık kuklalar kullanarak Haçlı seferlerini anlattığı 45 dakikalık filmi çok etkileyiciydi.
29 Ekim 2011 Cumartesi
Jaume Collet-Serra ve Unknown (2011)
"Taken" (2008) 'de kayıp kızını arayan Liam Neeson bu sefer "Unknown"'da kendisini kaybediyor. Bir konferans için gittiği Berlin'de geçirdiği trafik kazasıyla hafızası sarsılan profesörü, karısı dahi tanımamaktadır. Kazaya yol açan taksinin şöförü Diane Kruger'le birlikte gizemi çözmeye uğraşırlar. Yoğun şekilde Polanski'nin "Frantic"'ini de anımsatan, ama onun yanına dahi yaklaşamayan kötü bir yapım.
28 Ekim 2011 Cuma
George Nolfi ve The Adjustment Bureau (2011)
Nolfi'nin ilk filmi Emily Blunt'ın güzelliğini içermesi dışında kayda değer bir yapım değil. Tipik bir Hollywood filmi olarak özgün olduğuna inandığı fikrine sarılıp suyunu çıkaran yapımlardan biri.
27 Ekim 2011 Perşembe
Fingersmith (2005)
Arka arkaya izlediğimiz BBC yapımlarından biri de 180 dakikalık mini dizi "Fingersmith" oldu. Konusu ilginç; 19. yüzyıl Britanya'sında bir çete, evlendiğinde zengin bir miras sahibi olacak bir genç kızı dolandırmayı planlıyor. Onun güvenini kazanmak için hizmetkarını kovdurarak yerine kendilerinden bir kızı geçiriyorlar. Bütün düzeni tehlikeye atan ise hizmetkar ile evin genç kızı arasında gelişen ve arkadaşlığın ötesine geçen duygusal bağ.
"Happy-Go-Lucky"'nın Poppy'si Sally Hawkins, çok zıt bir karakter olan hizmetçi kızı canlandırırken de başarılı. Dizi yer yer sıkıcı bir hal alıyor ama özellikle ortasında şaşırtıcı bir gelişmeyle ters köşeye yatırıyor. Sonuç itibariyle izlenebilir ama bana çok hitap etmemiş bir yapım.
"Happy-Go-Lucky"'nın Poppy'si Sally Hawkins, çok zıt bir karakter olan hizmetçi kızı canlandırırken de başarılı. Dizi yer yer sıkıcı bir hal alıyor ama özellikle ortasında şaşırtıcı bir gelişmeyle ters köşeye yatırıyor. Sonuç itibariyle izlenebilir ama bana çok hitap etmemiş bir yapım.
26 Ekim 2011 Çarşamba
Upstairs Downstairs (2010)
Downton Abbey'in başarısı, sanırım BBC'yi 70'li yıllarda yayınlanan 5 sezonluk bir diziyi tekrardan pişirmeye sevk etti. Konu birebir aynı mı bilemiyorum ama ortaya çıkan 3 bölümlük mini dizinin en büyük sorunu çok sıkıştırılmış olması ve bu yüzden karakter gelişimi ve derinliğiyle ilgili ciddi sıkıntıların bulunması. Pek çok olay fazla hızlı gelişiyor, ve dizi de biraz yüzeysel kalıyor. Taşrada geçen Downton Abbey'in Londra'da geçen şehir versiyonu olarak nitelenebilinecek "Upstairs Downstairs" kalite olarak onun gerisinde kalıyor. Yine de keyifle izlenen bir BBC dizisi.
25 Ekim 2011 Salı
Sherlock
Tüm zamanların en iyi komedi dizilerinden BBC yapımı "Coupling"'in yaratıcısı Steven Moffat bu sefer Sherlock Holmes'e el atmış ve çok da iyi etmiş. Günümüz Londra'sında modern bir Sherlock versiyonu izliyoruz. İlk sezon 90 dakikalık 3 bölümden oluşuyor. Bazı mantık hataları barındırsa da zekice yazılmış senaryoyu, Sherlock rolüne müthiş oturan aktör Benedict Cumberbatch'ın karizması sürüklüyor. Bence çizilen Sherlock karakteri Guy Ritchie'nin versiyonundakinden de daha başarılı olmuş. Pek çok dizi ve filmden göz aşinalığımız olan Martin Freeman da Watson rolünde Sherlock'u çok iyi tamamlıyor.
İkinci sezon için biraz sabretmek gerecek, zira mayıs 2012'de başlayacakmış.
İkinci sezon için biraz sabretmek gerecek, zira mayıs 2012'de başlayacakmış.
24 Ekim 2011 Pazartesi
Olivier Assayas ve Carlos (2010)
Assayas'ın daha önce "Les destinées sentimentales" (2000) ve Maggie Cheung'lü "Clean" (2004) filmlerini izlemiştim ama pek kayda değer filmler değildi. "Carlos" ise Assayas ismini artık hafızamda tutmamı sağlayacak bir mini dizi.
Carlos kod adlı uluslararası teröristin 70'li, 80'li yıllarda Avrupa'daki belli başlı terör olaylarına liderlik etmesini anlatan dizi esasında 10 sezon sürecek kadar malzemeye sahip. Bunu 330 dakikaya indirmenin sıkıntısı 3 bölümlük dizide hissediliyor, konu ve zaman dilimleri çok hızlı ve zıplayarak geçiyor. Dizinin bu zaafı aynı zamanda başarısına da işaret ediyor, çünkü tüm bu sıkışmışlığa rağmen konuyu baştan sona takip edebiliyoruz, ve hatta neden- sonuç ilişkilerini de rahatlıkla anlayabiliyoruz. "Carlos" 20-30 yıla yakın bir dönemle ilgili az bilgi sahibi olanların ciddi bir bilgi açığını kapatırken, uluslararası terörizmin, devletlerin istihbarat teşkilatlarının elinde nasıl bir oyuncak olduğunu, insan hayatının zerre kadar değeri olmadığını, her fırsatta insan hakları hakkında ahkam kesenlerde zerre kadar insani duygu ve ahlak bulunmadığını gözler önüne seriyor.
Carlos kod adlı uluslararası teröristin 70'li, 80'li yıllarda Avrupa'daki belli başlı terör olaylarına liderlik etmesini anlatan dizi esasında 10 sezon sürecek kadar malzemeye sahip. Bunu 330 dakikaya indirmenin sıkıntısı 3 bölümlük dizide hissediliyor, konu ve zaman dilimleri çok hızlı ve zıplayarak geçiyor. Dizinin bu zaafı aynı zamanda başarısına da işaret ediyor, çünkü tüm bu sıkışmışlığa rağmen konuyu baştan sona takip edebiliyoruz, ve hatta neden- sonuç ilişkilerini de rahatlıkla anlayabiliyoruz. "Carlos" 20-30 yıla yakın bir dönemle ilgili az bilgi sahibi olanların ciddi bir bilgi açığını kapatırken, uluslararası terörizmin, devletlerin istihbarat teşkilatlarının elinde nasıl bir oyuncak olduğunu, insan hayatının zerre kadar değeri olmadığını, her fırsatta insan hakları hakkında ahkam kesenlerde zerre kadar insani duygu ve ahlak bulunmadığını gözler önüne seriyor.
23 Ekim 2011 Pazar
Diziler
Günceye düzenli yazmanın en sağlam yolu (şu ana kadar ki tecrübeme dayanarak) yazılara ara vermemekten geçiyor. Birkaç gün yazmayınca/yazamayınca geri dönüş her geçen gün zorlaşıyor. Düzenli yazabilmem için de doğal olarak düzenli film izleyebilmem lazım. Buna engel genelde iki temel sebep oluyor; biri akşam yorgunluğu, bu da filmin sonunu nasılsa getiremem argümanıyla ikinci sebebe bağlanıyor; dizi izlemek. Evet son zamanlarda yine ağırlıklı olarak dizi izledik, o halde neler izliyorum bir not düşeyim;
* Downton Abbey : Yeni sezona en sağlam giren dizimiz oldu. Soylu Crawley ailesinin çevresinde gelişen hikayenin ikinci sezonu birinci dünya savaşına denk geliyor ve savaşın insanlar ve sınıflar üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
* The Big Bang Theory : Dizilerin genelde bir yükselme - duraklama ve gerileme dönemleri oluyor. Son yılların beni en çok güldüren dizisi 5. sezonunda korkarım duraklama devrine girdi. Bir an önce silkelenmesini diliyorum.
* How I Met Your Mother : Duraklama devrine önceki sezonlarda çoktan girmiş olan dizimiz 7. sezonda da düşüşe geçmemek adına mücadele veriyor.
* Entourage : Sekizinci ve final sezonuyla bu yazı kurtaran dizi oldu. Sekiz sezon boyunca bizi hiç üzmedi, sonunda tadında bırakmayı da bildi.
* How To Make It In America : Entourage'ın ardından yeni favori dizimiz olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyor. İkinci sezon da çok iyi başladı.
* Skins : Arka arkaya yoğun bir şekilde takip ettiğimiz bir dizi değil, ara ara, birkaç haftada bir bölüm izleyerek 4 sezonu geride bıraktık. İlk iki sezonda gençlerin sorunlarına, bunalımlarına eşlik eden, dizinin sert havasını yumuşatan komik/çılgın ögeler ve mizah, kadronun yerini yeni bir nesile bıraktığı üçüncü ve dördüncü sezonda neredeyse tamamen ortadan kalkınca, dizi iyicene karanlık bir hal aldı. Bakalım beşinci sezondaki yeni nesil nasıl olacak.
* Downton Abbey : Yeni sezona en sağlam giren dizimiz oldu. Soylu Crawley ailesinin çevresinde gelişen hikayenin ikinci sezonu birinci dünya savaşına denk geliyor ve savaşın insanlar ve sınıflar üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
* The Big Bang Theory : Dizilerin genelde bir yükselme - duraklama ve gerileme dönemleri oluyor. Son yılların beni en çok güldüren dizisi 5. sezonunda korkarım duraklama devrine girdi. Bir an önce silkelenmesini diliyorum.
* How I Met Your Mother : Duraklama devrine önceki sezonlarda çoktan girmiş olan dizimiz 7. sezonda da düşüşe geçmemek adına mücadele veriyor.
* Entourage : Sekizinci ve final sezonuyla bu yazı kurtaran dizi oldu. Sekiz sezon boyunca bizi hiç üzmedi, sonunda tadında bırakmayı da bildi.
* How To Make It In America : Entourage'ın ardından yeni favori dizimiz olma yolunda sağlam adımlarla ilerliyor. İkinci sezon da çok iyi başladı.
* Skins : Arka arkaya yoğun bir şekilde takip ettiğimiz bir dizi değil, ara ara, birkaç haftada bir bölüm izleyerek 4 sezonu geride bıraktık. İlk iki sezonda gençlerin sorunlarına, bunalımlarına eşlik eden, dizinin sert havasını yumuşatan komik/çılgın ögeler ve mizah, kadronun yerini yeni bir nesile bıraktığı üçüncü ve dördüncü sezonda neredeyse tamamen ortadan kalkınca, dizi iyicene karanlık bir hal aldı. Bakalım beşinci sezondaki yeni nesil nasıl olacak.
Hayal Kırıklıkları;
* Damages : Glenn Close'un ilgi çekici karakteriyle ilk sezonunda sürükleyen, ikinci sezonda duraklayan ve üçüncü sezonda kamikaze yaparak dibe çakılan avukatlık dizisinin dördüncü sezonunu, dizisiz kaldığımız bir dönemde izleme hatasına düştük, en az üçüncü sezon kadar kötüydü.
* The Playboy Club : NBC'nin diziyi, 60'lı yıllarda geçen hikayesiyle "Mad Men"'e rakip olarak çıkaracağını duyunca çok heyecanlanmıştım, ama birinci bölümün sonunu zor getirdik, bu kadar iyi bir malzeme, bu kadar mı kötü işlenir. Zaten sanırım iki bölüm sonra dizinin iptal haberi gelmiş.
Bunların dışında bir de mini diziler var, onları da ayrı yazı konusu edeyim.
21 Ekim 2011 Cuma
Mike Cahill ve Another Earth (2011)
Filmekiminde biletler satışa çıktığında fark ettik ki, izlemek istediğimiz filmlerin, istediğimiz seanslarda biletleri çoktan tükenmiş. Sanırım Lale Kart sahipleri, önce satın alma haklarını yoğun bir şekilde kullanmışlar. Biz üzülsek de mutlaka desteklenmesi gereken İKSV için sevindirici bir haber bu.
Çok sevdiğim bir dostumun, üniversiteden yakın bir arkadaşının çektiği filmin, Sundance'de ödül aldığını biliyorduk, ve filmekiminde gösterileceğini öğrenince mutlaka izlemeliyiz dedik. Mike'ın, editörlüğünü yaptığı, Leonard Cohen üzerine bir belgesel olan "I'm your Man"'i de rahmetli Emek Sinemasında birlikte çok beğenerek izlemiştik.
Yönetmenlik yaptığı bu ilk uzun metrajlı filmine sadece haftaiçi seanslarında yer kalması üzerine, işten kaytarmanın vicdan azabıyla, iş stresinden uzaklaşmanın verdiği rahatlamanın karışımı duygularla, bir işgünü sabahı sinemanın yolunu tuttuk.
Filmin, (neredeyse birinci ağızdan) ne zorluklarla ve ne kadar düşük bir bütçeyle çekildiğini bildiğimden, filmin yazarı, yönetmeni, sinematografı, editörü... Mike'ı çok takdir ettim. Filmi yönetsel ve görsel açıdan çok başarılı buldum. Başrolde yine aynı üniversiteden arkadaşları Brit Marling büyük başarıyla oynuyor. Güzelliğinin yanısıra çok da iyi bir oyuncu, bana duygu yüklü yüz ifadesiyle biraz Juliette Binoche'u anımsattı.
Filmin en önemli zaafı bence senaryoda idi. Mike ve Brit birlikte yazmışlar. Film, trajik bir trafik kazasıyla başlıyor, ve sonrasında bu kazanın iki baş aktöründeki travmaları anlatıyor. İspiyon vermemek adına detaya girmeyeceğim ama sinemada çok sık işlenmiş bir konu olduğunu söyleyebilirim. Farklılaşabilmek adına yeni bir şeyler söyleyebilmek lazım. Film içerdiği bilim-kurgu katmanıyla bunu başarabilirdi, keza kazada rolü bulunan, filme de ismini veren bir "diğer Dünya" söz konusu. Ancak hassas konulu bir filme böyle bir öge ile derinlik verebilmek için, kullanılan metaforun içinin çok iyi doldurulması gerekiyor ki, bence senaryo bu anlamda oldukça yetersiz kalıyor. Bu zaafın yanısıra, bağımsız filmlerde olmamasını ümit ettiğim (esasında sadece benim gibi takıntılı sinemaseverleri üzecek) birkaç ufak klişe de söz konusuydu.
Uzun lafın kısası, kendisinin 100 katı bütçesinde hergün yüzlerce üretilen filmlerden daha iyi bir film ve Mike, bu filmin başarısı ile biraz daha rahat bütçeli filmler yapma fırsatını bulduğunda, eğer bir de iyi senaristlerle çalışma şansını yakalarsa, ismini sık sık duyacağımız bir yönetmen olacaktır.
Çok sevdiğim bir dostumun, üniversiteden yakın bir arkadaşının çektiği filmin, Sundance'de ödül aldığını biliyorduk, ve filmekiminde gösterileceğini öğrenince mutlaka izlemeliyiz dedik. Mike'ın, editörlüğünü yaptığı, Leonard Cohen üzerine bir belgesel olan "I'm your Man"'i de rahmetli Emek Sinemasında birlikte çok beğenerek izlemiştik.
Yönetmenlik yaptığı bu ilk uzun metrajlı filmine sadece haftaiçi seanslarında yer kalması üzerine, işten kaytarmanın vicdan azabıyla, iş stresinden uzaklaşmanın verdiği rahatlamanın karışımı duygularla, bir işgünü sabahı sinemanın yolunu tuttuk.
Filmin, (neredeyse birinci ağızdan) ne zorluklarla ve ne kadar düşük bir bütçeyle çekildiğini bildiğimden, filmin yazarı, yönetmeni, sinematografı, editörü... Mike'ı çok takdir ettim. Filmi yönetsel ve görsel açıdan çok başarılı buldum. Başrolde yine aynı üniversiteden arkadaşları Brit Marling büyük başarıyla oynuyor. Güzelliğinin yanısıra çok da iyi bir oyuncu, bana duygu yüklü yüz ifadesiyle biraz Juliette Binoche'u anımsattı.
Filmin en önemli zaafı bence senaryoda idi. Mike ve Brit birlikte yazmışlar. Film, trajik bir trafik kazasıyla başlıyor, ve sonrasında bu kazanın iki baş aktöründeki travmaları anlatıyor. İspiyon vermemek adına detaya girmeyeceğim ama sinemada çok sık işlenmiş bir konu olduğunu söyleyebilirim. Farklılaşabilmek adına yeni bir şeyler söyleyebilmek lazım. Film içerdiği bilim-kurgu katmanıyla bunu başarabilirdi, keza kazada rolü bulunan, filme de ismini veren bir "diğer Dünya" söz konusu. Ancak hassas konulu bir filme böyle bir öge ile derinlik verebilmek için, kullanılan metaforun içinin çok iyi doldurulması gerekiyor ki, bence senaryo bu anlamda oldukça yetersiz kalıyor. Bu zaafın yanısıra, bağımsız filmlerde olmamasını ümit ettiğim (esasında sadece benim gibi takıntılı sinemaseverleri üzecek) birkaç ufak klişe de söz konusuydu.
Uzun lafın kısası, kendisinin 100 katı bütçesinde hergün yüzlerce üretilen filmlerden daha iyi bir film ve Mike, bu filmin başarısı ile biraz daha rahat bütçeli filmler yapma fırsatını bulduğunda, eğer bir de iyi senaristlerle çalışma şansını yakalarsa, ismini sık sık duyacağımız bir yönetmen olacaktır.
27 Eylül 2011 Salı
Filmekimi 2011
Bu sene Filmekiminin programı muhteşem. Açıp kıyaslamadım ama görebildiğim kadarıyla Cannes'ın yarışan filmlerinin de büyük kısmını dahil etmişler. Hemen kendime 5 adet film seçeyim; Another Earth, Elena, Le Gamin Au Velo, Melancholia, Where Do We Go Now?
A Cat in Paris - Jean-Loup Felicioli & Alain Gagnol |
A Dangerous Method - David Cronenberg |
Another Happy Day - Sam Levinson |
Another Earth - Mike Cahill |
Beginners - Mike Mills |
Café De Flore - Jean-Marc Vallée |
Contagion - Steven Soderbergh |
Days Of Grace - Everardo Valerio Gout |
Elena - Andrey Zvyagintsev |
Habemus Papam - Nanni Moretti |
Holiday - Guillaume Nicloux |
Hwanghae - Na Hong-Jin |
Inni - Vincent Morisset |
Jane Eyre - Cary Fukunaga |
La Guerre Est Declarée - Valérie Donzelli |
Le Gamin Au Velo - Jean-Pierre Dardenne & Luc Dardenne |
Le Havre - Aki Kaurismäki |
Le Skylab - Julie Delpy |
Life in a Day - Kevin Macdonald |
Margin Call - J. C. Chandor |
Martha Marcy May Marlene - Sean Durkin |
Melancholia - Lars Von Trier |
My Piece Of The Pie - Cédric Klapisch |
Restless - Gus Van Sant |
Simple Simon - Andreas Öhman |
Sleeping Beauty - Julia Leigh |
Snowtown - Justin Kurzel |
The Artist - Michel Hazanavicius |
The Devil’s Double - Lee Tamahori |
The Future - Miranda July |
The Island - Kamen Kalev |
Thıs Must be the Place - Paolo Sorrentino |
This is not a Film - Mojtaba Mirtahmasb & Cafer Panahi |
Toast - S.J. Clarkson |
Tomboy / Céline Sciamma |
Tyrannosaur - Paddy Considine |
We Need To Talk About Kevin - Lynne Ramsay |
Where Do We Go Now? - Nadine Labaki |
Wıllkommen In Deutschland - Yasemin Şamdereli |
26 Eylül 2011 Pazartesi
Calling You
Bugün işte çalışırken çok sevdiğim "Kings of Convenience"'ın "Riot On An Empty Street" albümünü dinliyordum. Parçalardan birini dinlerken önce "Know-how" parçasında bir kadın vokal duydum, sonra albümün son parçası "The Build-up"'ta aynı güzel sesi tekrar duyunca işi gücü bırakıp, parçayı tekrara aldım. Bu güzel ses Feist'e aitmiş, kendisini yakınen takibe almalıyım diye youtube'da incelerken, ekranın sağ tarafındaki önerilerde "Jeff Buckley - Calling You" videosunu gördüm. Pek ihtimal vermemekle birlikte acaba bu beni en derinden etkileyen eserlerden olan "Calling You" mu diye videoya tıklayınca kulağıma hiç unutamayacağım şu melodi çalındı;
Kısaca eserin benim için hikayesi şöyle; ortaokul yıllarında, gri yağmurlu bir İstanbul sonbahar gününde okul çıkışı, o zamanlar çok farklı bir İstiklal Caddesi'nde, elimizde sıcak kahvemiz, hiç bilmediğimiz bir filme girdik. Henüz Beyoğlu'nun bağımsız yapımlar gösteren küçük sinemaları yerlerini büyük sermaye şirketlerinin sevimsiz ve cafcaflı sinemalarına terk etmemişti. Salon gündüz seansı da olmasının etkisiyle boştu ve biz iki üç arkadaş büyüleneceğimiz bir filmin başlamak üzere olduğundan bihaberdik. Filmin bizde gösterime girdiği ismi "Bağdat Cafe" idi, orijinal ismi ise "Out of Rosenheim". Filmin muhteşem atmosferini, bu insanı derinden etkileyen melodi kusursuz bir şekilde tamamlıyordu. Sözleri ise zaten filmi özetliyordu;
A desert road from Vegas to nowhere
Some place better than where you've been
A coffee machine that needs some fixing
In a little cafe just around the bend
I am calling you
Can't you hear me
I am calling you
A hot dry wind blows right thru me
Your baby's crying and I can't sleep
But we all know a change is coming
Coming closer sweet release
I am calling you
I know you hear me
I am calling you
Sonra Youtube'da fark ettim ki bu parçayı yorumlamayan kalmamış, Lara Fabian'lar, Celine Dion'lar, Barbra Streisand'lar el atmış, ama benim için en değerlisi, en özeli, filmin soundtrack'indeki aslı olan Javetta Steele'in yorumu;
Çok Önemli Uyarı; videodaki görüntüler filmle ilgili ispiyon içeriyor.
Kısaca eserin benim için hikayesi şöyle; ortaokul yıllarında, gri yağmurlu bir İstanbul sonbahar gününde okul çıkışı, o zamanlar çok farklı bir İstiklal Caddesi'nde, elimizde sıcak kahvemiz, hiç bilmediğimiz bir filme girdik. Henüz Beyoğlu'nun bağımsız yapımlar gösteren küçük sinemaları yerlerini büyük sermaye şirketlerinin sevimsiz ve cafcaflı sinemalarına terk etmemişti. Salon gündüz seansı da olmasının etkisiyle boştu ve biz iki üç arkadaş büyüleneceğimiz bir filmin başlamak üzere olduğundan bihaberdik. Filmin bizde gösterime girdiği ismi "Bağdat Cafe" idi, orijinal ismi ise "Out of Rosenheim". Filmin muhteşem atmosferini, bu insanı derinden etkileyen melodi kusursuz bir şekilde tamamlıyordu. Sözleri ise zaten filmi özetliyordu;
A desert road from Vegas to nowhere
Some place better than where you've been
A coffee machine that needs some fixing
In a little cafe just around the bend
I am calling you
Can't you hear me
I am calling you
A hot dry wind blows right thru me
Your baby's crying and I can't sleep
But we all know a change is coming
Coming closer sweet release
I am calling you
I know you hear me
I am calling you
Sonra Youtube'da fark ettim ki bu parçayı yorumlamayan kalmamış, Lara Fabian'lar, Celine Dion'lar, Barbra Streisand'lar el atmış, ama benim için en değerlisi, en özeli, filmin soundtrack'indeki aslı olan Javetta Steele'in yorumu;
Çok Önemli Uyarı; videodaki görüntüler filmle ilgili ispiyon içeriyor.
8 Eylül 2011 Perşembe
Jamiroquai
90'lı yılların sevdiğim grubu Jamiroquai'nin Kuruçeşme Arena'daki konserini izleme şansına sahip oldum. Konser öncesi ve sonrası düzenlenen Kadıköy-Kuruçeşme arasındaki motor seferlerine müteşekkir olduğumu belirtmeliyim, çünkü böylece yıpratıcı trafik çilesinden kurtulmuş olduk. İzleyicilerin yaşı 30-40 bandındaydı, bu da sanırım benim gibi Jamiraquai'ı 90'lı yıllarda severek dinlemiş kitlenin konsere rağbet ettiğini gösteriyor.
Konsere gelince, biraz hayal kırıklığı olduğunu belirtmeliyim. Öncelikle ses düzeni çok kötü idi. Kuruçeşme'deki konserleri pek takip ettiğimi söyleyemem, o yüzden hep böyle kötü bir ses düzeni ve akustik vardı da insanlar mı bunu kanıksadı, yoksa bu konsere özel mi her şey kötüydü bilemiyorum. Bir konserde öncelikle ses düzeni çok iyi olmalı, yoksa niye tüm sesleri çorbaya çeviren bir düzende beğendikleri sanatçıları dinlemek için insanlar para versin ki?
Jamiroquai grubunu bugünlere kadar tek başına taşıyan, sıradışı şapkaları ve danslarıyla farklılaşan Jay Kay, birkaç ay önce kırmış olduğu ayağına rağmen konseri de tek başına sürükledi, çok da sempatikti, konserin kırık ayağından dolayı ertelenmiş olmasından dolayı da özür diledi. Son yıllarda ürettiklerini tahmin ettiğim (muhtemelen de ağırlık son albümlerindeydi) parçalar, kötü ses düzeniyle de birleşince bana monoton ve sıradan geldi. Konserin benim için tek parlak anları "Cosmic Girl" ve "Deeper Underground" gibi 90'lı yıllar hitlerini seslendirdikleri zaman oldu.
Konsere gelince, biraz hayal kırıklığı olduğunu belirtmeliyim. Öncelikle ses düzeni çok kötü idi. Kuruçeşme'deki konserleri pek takip ettiğimi söyleyemem, o yüzden hep böyle kötü bir ses düzeni ve akustik vardı da insanlar mı bunu kanıksadı, yoksa bu konsere özel mi her şey kötüydü bilemiyorum. Bir konserde öncelikle ses düzeni çok iyi olmalı, yoksa niye tüm sesleri çorbaya çeviren bir düzende beğendikleri sanatçıları dinlemek için insanlar para versin ki?
Jamiroquai grubunu bugünlere kadar tek başına taşıyan, sıradışı şapkaları ve danslarıyla farklılaşan Jay Kay, birkaç ay önce kırmış olduğu ayağına rağmen konseri de tek başına sürükledi, çok da sempatikti, konserin kırık ayağından dolayı ertelenmiş olmasından dolayı da özür diledi. Son yıllarda ürettiklerini tahmin ettiğim (muhtemelen de ağırlık son albümlerindeydi) parçalar, kötü ses düzeniyle de birleşince bana monoton ve sıradan geldi. Konserin benim için tek parlak anları "Cosmic Girl" ve "Deeper Underground" gibi 90'lı yıllar hitlerini seslendirdikleri zaman oldu.
26 Ağustos 2011 Cuma
25 Ağustos 2011 Perşembe
Stuart Hazeldine ve Exam (2009)
Yönetmenin ilk filminde, büyük bir firmanın çok önemli bir pozisyonu için mücadele eden adaylar arasından sona kalan 8 kişi, son bir sınava girerler. Bu sınav bir odada geçer ve sınavın garip kurallarına uymayanlar, anında odadan atılır. Tek mekanda geçmesi ve sonuna kadar kendini izletmesi itibariyle fena değil, ama zayıf yanları da mevcut. Adaylar farklı cins, ırk, tip, farklı altyapı, farklı karakterlerde olsun diye çok zorlanmış, dolayısıyla bence seçilmiş olan kast vasat, hatta bazıları düpedüz kötü oyuncular. Bu farklılığa kasmayıp, esaslı (mesela tiyatro kökenli) oyuncular alınsaydı, ortaya muhteşem bir film çıkabilirdi. Aynı şeyi, benzer bir formatı olan "Cube" (1997) için de düşünmüştüm, orada da kötü oyunculuklar, filmin kurmaya çalıştığı gerilime zarar vermişlerdi.
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Guy Ferland ve Bang Bang You're Dead (2002)
Son yıllarda özellikle A.B.D'de yaşanan öğrenci katliamlarını konu eden başarılı filmler izlemiştik, ilk aklıma gelenler "Elephant" (2003) ve "Klass" (2007). Onlardan da önce 2002'de (Bang Bang You're Dead) bu hassas konuya el atmış ve altından başarıyla kalkmış. Yer yer, çok abartmadan klişelere yer vermesine, yer yer de fazla didaktik olmanın sınırlarında dolaşmasına rağmen iyi kotarılmış, özellikle ergenlikteki gençlere ve onların ebeveynlerine seyrettirilmesi gereken bir film.
23 Ağustos 2011 Salı
Tom DiCillo ve Box of Moon Light (1996)
Tom DiCillo ile iki ay önce "Living in Oblivion" vasıtasıyla tanışmıştık. Filmografisine bakınca, ne kadar az film çektiğini görerek üzüldüm, anlaşılan daha çok dizi çekimlerine vermiş kendini. Ben de 90'larda çektiği eski filmleriyle yetinmeye karar verdim.
"Box of Moonlight"'ın başrolünde kendisine cuk oturan bir rolle John Turturro var. Her şeyi planlı programlı, neredeyse robotlaşmış bir mühendisin, tesadüf eseri karşısına çıkan kendisinin tam zıttı bohem bir gençle kurduğu sıradışı arkadaşlığı anlatan film çok hoşuma gitti. Büyük bir iddiası olmayan, kendini fazla ciddiye almayan, mesajlarını seyirciye parmağını kocaman sallamadan veren sade ve özgün bir film.
Dicillo'nun sinemaya dönmesi dileğiyle.
"Box of Moonlight"'ın başrolünde kendisine cuk oturan bir rolle John Turturro var. Her şeyi planlı programlı, neredeyse robotlaşmış bir mühendisin, tesadüf eseri karşısına çıkan kendisinin tam zıttı bohem bir gençle kurduğu sıradışı arkadaşlığı anlatan film çok hoşuma gitti. Büyük bir iddiası olmayan, kendini fazla ciddiye almayan, mesajlarını seyirciye parmağını kocaman sallamadan veren sade ve özgün bir film.
Dicillo'nun sinemaya dönmesi dileğiyle.
22 Ağustos 2011 Pazartesi
Duncan Jones ve Source Code (2011)
Duncan Jones, babasının gölgesinden (David Bowie) "Moon" ile büyük başarıyla sıyrılmıştı (2009). Kubrick'in "2001:A Space Odyssey"'ini (1968) hatırlatan ama taklit etmeyen, başarılı bir science fiction idi. İkinci filmi "Source Code" ile bence ortalama bir film vererek, ilk filminin başarısına yaklaşamıyor. Yine de kötü bir film de değil. Başrolde Jack Gyllenhaal ondan alışık olduğumuz iyi performansı veriyor. İspiyon olmaması adına detaylarına girmeyeceğim, ölüm, hafıza ve paralel dünyalar üzerine oturtulan teoriyi ben anlamakta zorlandım, hatta anlamadım, bu da ikna olmamı çok zorlaştırdı, ama sürükleyici kurgu sayesinde işin polisiye kısmını baştan sona ilgiyle izledim. Sonla ilgili de ikna olmadım, filmin içine serpiştirilmiş Hollywood klişelerini (özellikle baba-oğul kısmı) cık cık yaparak izledim. Jones'un prodüktörlere ve Hollywood'a kulaklarını tıkıyarak kendi yolundan devam etmesini diliyorum.
21 Ağustos 2011 Pazar
Josh Radnor ve Happythankyoumoreplease (2010)
Çok sevdiğimiz "How I Met Your Mother" dizisinin "Ted"'i, bir film yazıp yönetince izlemek farz oldu. New York'ta geçen hikaye, yetişkin olma, aşk ve arkadaşlık üzerine. Radnor'un canlandırdığı karakter de Ted'i hatırlatıyor. Tüm bunlar iyi güzel de, film maalesef olmamış, belki HIMYM dolayısıyla yükselen beklentiler, filmi aşağıya çekiyor olabilir, ama tarafsız bakmayı başarmış olabilseydim de pek beğeneceğimi zannetmiyorum. Film, hafif eğlencelik olduğu için yönetsel deha gerektirmiyor ama senaryonun daha zeki ve olgun olmasını ümit ederdim. Sonuç bence vasat olmuş, Radnor'ın özellikle yazarlık konusunda daha çok pişmesi gerekiyor.
20 Ağustos 2011 Cumartesi
How to Make It in America (2010)
Çok sevdiğimiz iki yaz dizisinden "Mad Men" kışa ertelenince, "Entourage"ile başbaşa kaldık. Yeni bir dizi edinme arzusuyla sanal alemde dolaşırken, ismi "Entourage" ile birlikte anılan "How to Make It in America"'ya rastladım. Aynı ekibin elinden çıktığı yazıyordu. Diziye başlar başlamaz sardı bizi ve ilk sezonun 8 bölümünü bir nefeste çektik gözlerimize. 2 kafadarın "New York"ta kendi işlerini kurma çabaları, çok gerçekçi bir dille ve çok iyi oyunculuklarla resmediliyor. Bu dizide "Sex and the City" veya "Entourage"''daki gibi bir masal ve masalsı mekanlar hikaye edilmiyor. New York gibi her alanda sıkı rekabetin yaşandığı bir şehirde, bir baltaya sap olabilmenin zorlukları, çok parası olmayanların gittiği mekanlarda, inandırıcı bir dille anlatılıyor. Heyecanla ikinci sezonu bekliyoruz.
19 Ağustos 2011 Cuma
Mildred Pierce (2011)
Henüz izleyemediğim 1945 tarihli Michael Curtiz'in klasiği, 5 bölümlük bir mini diziye uyarlanmış. 1930'larda kendisini aldattığı için kocasından ayrılan Mildred Pierce'in, iki kızını geçindirebilmek için iş hayatına atılmasını anlatan dizi, Kate Winslet'in alıştığımız iyi performansının da katkısıyla gerçekten güzel başladı. Ama ilerledikçe tüm Hollywood tuzaklarına düştü, klişelere sarıldı. Gerçekten sonunu zor getirdik. Her şey, dramayı uçlara taşımak adına bu kadar siyah beyaz olmalı mıydı, bu kadar kolaycılığa kaçılmalı mıydı bilemiyorum ama ben hiç ikna olmadım.
18 Ağustos 2011 Perşembe
Elif Şafak ve Aşk (2009)
Elif Şafak'ın okuduğum ilk kitabı "Araf"'ı pek beğenmemiştim ama sonra "Bit Palas" ve "Baba ve Piç"'i çok beğendim. Tasavvuf ve Mevlana hakkında olduğunu bildiğim "Aşk"'tan ise uzun süre "ağır kitaptır" diye uzak durdum, ama çok yanılmışım. Kitaba başlamamla bir nefeste okuyup bitirdim ve gerçekten çok iyi geldi. Gerçi kitap kusursuz değil, sanki iki farklı yazar yazmış gibi. Günümüzde geçen kısmında mutsuz Amerikalı bir ev kadını var, sonra bu kadın bir yayınevi için bir romanı incelemeye başlıyor, yani kitap içinde kitap. İşte bu incelenen romanda anlatılan Mevlana ile Şems'in hikayesi tek kelimeyle muhteşem yazılmış. Hikaye farklı karakterlerin gözünden anlatılıyor, ne eksiği ne de fazlası var. Aslen İngilizce yazılıp, yazarın katkısıyla Türkçe'ye çevrilmesine rağmen o kadar güzel bir dili var ki, bana Murathan Mungan'ın tiyatro oyunlarındaki dilin zenginliğini hatırlattı. Kitabın sonuna kadar verilen 40 kuralı da tekrar tekrar okumak gerekiyor. Ama diğer yandan Amerikalı kadının hikayesi de, o kadar zorlama ve çiğ ki, kitap her ona geçtiğinde bölümleri atlamak istedim. Keşke anlatılanları günümüze bağlamaya ve okuyucuya "bunlar eskimiş düşünceler değil, sen de hayatını değiştirebilirsin" mesajını vermeye bu kadar gayret etmeseydi. Yine de uzun zamandır okuduğum en iyi kitaptı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)