18 Aralık 2012 Salı

Diziler 2012

En son geçen sene takip ettiğim dizilerden bahsetmişim. Sene sonu yaklaşırken bir güncelleme yapmakta fayda var.

İlk olarak en beğendiğim drama üçlüsüne değineyim;

Downton Abbey : Fazla söze gerek yok, 3. sezon tüm beklentilerimizi karşıladı, kalitesinden hiç taviz vermedi. Yıllar geçiyor ve Crawley ailesi hızla değişen değerlere ayak uydurmak için mücadele veriyor.

Mad Men : 60'lı yıllarda reklam dünyasını anlatan bu muhteşem dizi 5. sezonunda da bizi ekrana kilitledi.

Game of Thrones : Başlı başına bir yazı konusu yapmam gerekirdi, ama bir türlü fırsat bulamadım. 2011 yılı itibariyle en favori dizilerimiz arasına eklendi."Yüzüklerin Efendisi" misali bambaşka bir dünya yaratılan hikayede, taht oyunları, diğer adıyla farklı ırklar arası iktidar mücadelesi çok geniş (ve iyi!) bir oyuncu kadrosu ve büyük bir prodüksiyonla sergileniyor.


Yeni diziler;
Homeland: Claire Danes'in bir CIA ajanı olarak neredeyse tek başına sırtladığı ve sürüklediği hikaye, gazı (hızı) alınmış bir "24" misali ilerliyor. Yan rollerin pek başarılı olmadığı dar bir kadroyla ilerlemesi dizinin en büyük handikabı, ama yine de dizi Danes'in etkisiyle izleyiciyi pençesine almayı başarıyor.

The Newsroom: Medyanın soytarılığını, iktidar yalakalığını, politik işbirlikçiliğini gerçek olaylar üzerinden gözler önüne sermeyi hedefleyen dizi, son derece gereksiz ve beceriksiz şekilde ulanmış romanslarla sulanmasına rağmen, günümüzün en büyük sorunlarından birine bastığı parmakla ve başrollerindeki Jeff Daniels & Emily Mortimer performanslarıyla izlenmeyi hak ediyor.

The Hour: "The Newsroom"'un, soğuk savaş yıllarında geçen versiyonu, bir Britanya yapımı olarak kalitesini ve farkını hemen hissettiriyor. "The Newsroom"'un düştüğü dram tuzaklarının hiçbirine düşmeden ve politik söyleminden taviz vermeden izleyiciyi delip geçiyor. Başrolde "Perfume"'de bizi kendine hayran eden Ben Wishaw'un sürüklediği dizi kaçırılmayacaklardan. Şu aralar ikinci sezonu başladı, ilk fırsatta izleyeceğim.


Eskilerden;
American Horror Story: İnsanı dehşetle sarıp sarmalayan başarılı gerilim dizisinin ikinci sezonu başladı, daha sadece ilk bölümü izleyebildim, ama şimdiden Jessica Lange beni avucunun içine mıhladı.


Sherlock: İkinci sezonu da ilk sezonu kadar başarılı ve sürükleyiciydi, hele sezon finali bir sonraki sezonu iple çekmemize sebep oldu.

Damages: Kabus gibi geçen 3 ve 4. sezonlarına rağmen, Glenn Close hatırına bir kez daha geçtik ekran karşısına. 5. sezona ilgi çekici ve sürükleyici bir şekilde girdi, ilk bölümden vaat ettiği finali çok cezbediciydi, ancak sezon ilerledikçe ve de finale erdikçe bir kez daha salak yerine konduğumuzu fark ettik.

Komediler;
Modern Family: Bu seneki tartışmasız favori komedimiz. İlk birkaç bölüm sonunda az kaldı bırakıyorduk ama neyseki biraz sabredince ödülünü fazlasıyla aldık. Tüm sezonları büyük bir hızla ve bol kahkahayla gözlerimize/kulaklarımıza çektik. Şimdilerde 4. sezonun keyfini çıkarıyoruz.


30 Rock : Abzürt dizi kategorisinin tartışmasız en iyisi 7 sezondur çizgisini başarıyla koruyor. Bir şaheser değil, ama Tina Fey mizahının istikrarı takdiri hak ediyor. Bu sezon final olacakmış.


How I Met Your Mother : Geçen sene belirttiğim gibi duraklama döneminden gerilemeye geçmemek için direniyor, ama artık tadında bırakıp bizi anneyle tanıştırsalar.


Episodes: İkinci sezonu ilkinin gölgesinde kalan dizi, acilen kendini yenilemeli, yoksa ömrü pek uzun olamayacak.


The Big Bang Theory: Uzun yıllar en favori komedi dizimiz olan patlama teorimiz, 6. sezona tüm zamanların en kötü girişlerinden birini yaptı, adeta diziyi tanıyamadık. "Coupling" 4. sezon faciasına yakın bir patlamaydı, ancak birkaç bölümde toparlayabildi. Yine de artık resmen gerileme dönemine girmiş durumda, bir an önce final yapmasında fayda var.


Smash: Sevdiğimiz diziler yavaş yavaş etkilerini yitirmeye başlarken, neyseki aradan yeni diziler çıkmayı başarıyor. "Smash", Broadway'de sergilenmek üzere yola çıkan bir "Marylin Monroe" müzikalinin yapım aşamalarını, yoğun ve yıpratıcı bir rekabet içerisinde kaynayan sektöre ışık tutarak sergileyen başarılı bir dizi.


17 Aralık 2012 Pazartesi

Hürrem Sultan - İstanbul Devlet Opera ve Balesi

Her sene İdobale'den bir bale eseri izlediğimde, AKM açılana kadar bir daha izlememeye karar veriyorum, ama AKM'nin açılışı geciktikçe yine dayanamayıp Kadıköy Süreyya Opera'sının yolunu tutuyorum. Her İdobale yazımda bahsettiğim üzere bu salon bir klasik bale eseri için fazla küçük ve adeta bir tenis kortunda 22 kişi futbol maçı yapmaya benziyor, yani olmuyor.
Son dönemde ülke gündemine çok komik (esasında trajik) bir şekilde oturmuş olan "Muhteşem Yüzyıl" dizisini izlemiyorum, ama sanırım izleyenler sayesinde bu eser kapalı gişe oynuyor. Nevit Kodallı'nın müzikleri, Oytun Tufanda'nın (küçük sahneye uyarlanmış) koreografisiyle buluşuyor ve orkestrayı da Murat Kodallı yönetiyor. Heyecan verici soloları, parlak anları olmayan eser hakkında fazla yorum yapmak istemiyorum ama onyıllardır hem solist hem de eğitmen olarak ülkemiz balesine çok büyük hizmetlerde bulunmuş olan Oktay Keresteciyi sahnede bir kez daha görebilmek, akşamı benim için kurtaran etmen oldu.

16 Aralık 2012 Pazar

İstanbul Tasarım Bienali 2012

Tasarım Bienali'nin sonlanmasına bir hafta kala, neyseki zaman ayırabilip bu çok özel sergiyi gezebildik. Önce, mimar Emre Arolat'ın küratörlüğünü yaptığı İstanbul Modern'deki kısmı gezdik. Kusurluluk teması, çok güncel olan kentsel dönüşümün etrafında çok rahat anlaşılır ve takip edilebilir bir bütünsellik içerisinde, ve bir mimarının elinin değdiğini çok net bir şekilde gösteren mekan tasarımıyla sunulmuş. Keşke kentsel dönüşüme kıyısından köşesinden bulaşan herkes, bu sergiyi kavrayarak gezebilse ve getirdiği zengin tartışma malzemesini ve etraflı eleştiriyi süzgeçinden geçirebilse. Eminim İstanbul o anda gittiği yönden 180 derece dönerek bambaşka bir istikamete yelken açardı.
Geçen yazıda bahsettiğim Contemporary fuarı adeta bir turist edasıyla efor sarf etmeden gezilebilecek bir etkinlikken, tasarım bienalini gezmek, zihin gücünün odaklanmasını ve tüm duyuların harekete geçirilmesini talep eden bir sorgulama sürecine sokuyor içine girenleri.
Bu meydan okumanın verdiği zihinsel yorgunluk, serginin ikinci mekanı olan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'ndaki kısımı daha hızlı ve daha hazımsız bir şekilde tamamlamama sebep oldu. Yorgunluğumun yanısıra, Joseph Grima'nın küratörlüğünde gerçekleşen bu kısımdaki eserler daha soyut ve birbirlerinden daha kopuktular. Daha fazla okumak ve her yapıtı birbirinden bağımsız değerlendirme enerjisini sarf etmek gerekiyordu. Bunu yapamamanın tatminsizliği, yeni bir sergi mekanı olarak Rum İlkokulu'nu keşfetmiş olmanın heyecanı ile teselli buldu.

Contemporary İstanbul 2012

Günceye verdiğim uzun bir aradan sonra yeniyıl öncesi biraz ortalığı toparlamaya çalışayım. Bu dönemde hemen hiç film seyretmemiş olmakla birlikte, yazacak birkaç etkinlik birikti, bir de ara öncesinden gelen bir yazılacak filmler listesi olduğu gibi sırtımda ağırlık yapıyor. Bazen günde 5 film seyretme motivasyonuyla içim içime sığmazken, bazen de şu son dönemde olduğu gibi haftalarca elim filmlere gitmeyebiliyor. Akşamları çocuklar uyuduktan sonra vazgeçilmezim filmlerin yerini, düzenli seyrettiğimiz diziler, başta Euroleague basket maçları ve voleybol kulüplerimizin Avrupa maçları olmak üzere bol bol spor yayını alıyor. Diğer uğraşlar olarak da, android'deki basit strateji oyunları ve yakın dönem tarih kitapları vaktimin bakiyesinden tırtıklıyorlar.
Gelelim sanal hafızama son dönemle ilgili düşmem gereken notlara.
Geçen sene gezdiğim Contemporary İstanbul 2011 'den bahsetmiştim. Son yıllarda İstanbul'da gerçekleşen sanat patlamasının da etkisiyle olsa gerek, sergi alanı bu sene ikiye katlanmış. Gezerken de satışa sunulan eserlerin üzerlerinde gördüğümüz kırmızı noktalar, yapıtların büyük kısmının satılmış olduğunu gösteriyordu. Geçen sene söylediklerimi tekrar etmem gerekecek; ticaret için sanat ile insan için sanat arasındaki uçurum, bu etkinlik ile bir sonraki yazımda bahsedeceğim bienal arasında yine çok bariz bir şekilde hissedilebiliyor.
Sergi alanının büyüklüğünün de etkisiyle her zamankinden biraz daha hızlı bir tempoda gezdiğimiz sergide, gözümüz renk ve estetiğe doydu. Özellikle Devrim Erbil'in İstanbul manzaraları ve Koreli sanatçıların rengarenk tabloları, önünde en çok vakit geçirdiğim eserler oldu. Orijinal bir Keith Haring ve Andy Warhol eseri görmek de etkinliğin hoş sürprizlerindendi. Yurtiçi, yurtdışı galeri ismi pek bilmem ama anlaşılan önemli yurtdışı galeriler, İstanbul'daki sanat iştahının kokusunu çoktan almışlar. Bakalım seneye mekanı daha ne kadar büyütebilecekler.
Sergiden eve dönünce hızımı alamadım, Devrim Erbil'in eserlerinden oluşan bir katalog alma amacıyla bakınmaya başladığım gittigidiyor'daki sahaflardan, Erbil'in yanısıra Güngör Taner, Adnan Çoker, Burhan Doğançay, Mehmet Güleryüz, Ferruh Başağa, Nuri İyem, Neş'e Erdok, Komet, Mustafa Ata, Müjgan Özkaya Yılmaz ve Zeki Serbest gibi beğendiğim çağdaş ressamlarımızın ikinci el eski sergi kataloglarını sipariş ettim. Madem orijinal eser koleksiyonu yapmaya bütçem yetmiyor, o halde ben de bu kitapçıklarla avunurum.