6 Ekim 2014 Pazartesi

Michelangelo Antonioni ve Il Grido (1957)


İtalyan klasiklerinde yaptığımız gezintide gelelim Antonioni'ye, kendisini kısaca hüznün, melankolinin yönetmeni olarak tasvir etmek mümkün. Antonioni deyince ilk akla "L'avventura" (1960) gelir, ancak benim için "en" filmi "La Notte" (1961)'dir, seyredeli herhalde bir 20 sene oldu, ama çok etkilendiğimi hatırlıyorum. İzlemiş olduğum diğer filmleri kronolojik sırayla "Cronaca di un amore" (1950), "L'eclisse" (1962), "Blowup" (1966) ve Jack Nicholson'lı "Professione: reporter" (1975). Sevgili imdb'ye danışınca, bir de "Il Grido"'yu izle dedi.
İtalya'da taşrada uzun bir beraberlik sonrası terk edilen bir adamın "kayboluş" hikayesinin anlatıldığı dramada görsellik, yönetsel başarı ve Antonioni "hüznü" bir araya gelince büyük bir başyapıt çıkabilirdi, ancak başroldeki Amerikalı aktör Steve Cochran gözleriyle içinde kopan fırtınayı anlatmakta oldukça yetersiz kalıp sürekli sigara tüttürmekle yetinince sıkıntılar başlıyor, illa Amerikalı olacaksa (filmdeki karakter İtalyan bir köylü!) bir Burt Lancaster olsaydı, film bambaşka bir yerlere götürebilirdi insanı. Buna bir de diyaloglardaki ve detaylardaki özensizlikler, mantık hataları eklenince bir şeyler sürekli eksik kalıyor. Olsun, kalan yine de çok değerli.

5 Ekim 2014 Pazar

Vittorio De Sica ve Il giardino dei Finzi Contini (1970)


De Sica, 2. Dünya savaşı arifesinde döneme farklı ve mecazi bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Finzi Contini ailesi son derece varlıklı bir Yahudi aile ve muhteşem bahçelerinde gençler bir araya gelerek tenis oynuyor partiler veriyorlar. Ailenin güzel kızına aşık olan orta halli bir aileden Yahudi bir genç var, ama aşkına karşılık alamıyor. Bu basit malzemeyi, İtalya'nın faşist baskı altındaki dönüşümünü tasvir etmekte ustalıkla kullanıyor De Sica. Ustalıkla diyorum, ancak özellikle filmin ilk çeyreğindeki yönetsel karmaşa, amatör çekim hissi veren sallamalar (yoksa dogma akımına ilham mı veriyordu?) video-kamera hissi veren yakınlaştırma-uzaklaştırmalar oldukça dikkat dağıtıyordu. Yine de filmin değerinden eksilten ögeler değil bunlar. Sadece savaş esnasında Yahudi ve diğer azınlıkların yaşadıklarını değil, oraya giden yolu, zenginlerin, fakirlerin, sokaktaki insanın duruşunu, yavaş başlayan ama gelen faciayı hissettiren değişimi anlattığı için değerli.

27 Eylül 2014 Cumartesi

Vittorio De Sica ve L'oro di Napoli (1954)


Favori İtalyan yönetmenlerimden De Sica'nın filmleri gerçekten çok özel. İzlediğim tüm filmleri çok iyiydi ama iki filminin yeri ayrı; "Ladri di biciclette" (1948) ve "Umberto D." (1952) İtalyan yeni gerçekçilik akımının başyapıtı bu iki film, duygu sömürmeden yürek dağlamanın muhteşem örneklerini veriyorlar.

De Sica - Sophia Loren buluşmasını daha önce "İeri, Oggi, Domani" (1963) ve "La Ciociara" (1960)'da izlemiştim, ama ikili daha önceleri de bir araya gelmiş. De Sica'nın 6 kısa hikayede muhteşem bir şekilde tasvirlediği Napoli şehrinde alımlı bir pizzacı rolünde Sophia Loren ve önünden geçtiği herkesi ve ekran başındakileri tek kelimeyle büyülüyor. Diğer hikayeler de cenazesiyle, düğünüyle, aşkıyla, hüzünüyle Napoli'nin temsil ettiği değerlere vurgu yapıyor. İzleyince ilk uçağa atlayıp Napoli'ye gidesi geliyor insanın.

26 Eylül 2014 Cuma

Luchino Visconti ve Senso (1954)


Visconti'den söz etmişken, daha önce izlememiş olduğum bir filmini daha izledim. "Senso" 19. yüzyılda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun işgali altındaki Venedik'te, İtalyan bağımsızlık mücadelesi arka planında bir yasak aşk hikayesini anlatıyor. Film etkileyici bir opera (Il Travatore) sahnesiyle açılıyor, işlenen aşk hikayesi de aynen operalarda olduğu üzere abartılı bir üslupla işleniyor. Operada hikayeden çok müzik ön planda olduğundan ve abartılı hikaye aryalardaki duygu yelpazesini desteklediğinden bu durum rahatsızlık vermez iken, filmde bu aşırı melodramatik yapı eserin gerçekçiliğine darbe vuruyor. Güzelliği ile büyüleyen Alida Valli'nin oyunculuğu da bu abartılı yapıda yer yer oldukça sırıtabiliyor. İşlenen aşk hikayesinin İtalya'nın 19.yüzyıldaki tarihinin bir mecazi temsili olduğu (özellikle de burjuvazinin bağımsızlık mücadelesine karşı duruşu) aşikar, filmin yönetsel ve görsel başarısına (Venedik'i bir de Visconti'nin merceğinden izleyin) diyecek yok, ama bahsettiğim sebeplerle bence olmamış.

25 Eylül 2014 Perşembe

Luchino Visconti ve Bellissima (1952)


Visconti hep hayranlığımı dilegetirdiğim "Il Gattopardo" (1963) ile favori yönetmenlerim arasına girmiştir. Alain Delon'lu "Rocco e i suoi fratelli" da hafızamda yer etmiş çok sağlam bir filmidir. 1943 yapımı Ossessione is 80'li yıllarda Hollywood tarafından yeniden çekime maruz kalmış (The Postman Always Rings Twice) ve Jessica Lange & Jack Nicholson'lı meşhur sevişme sahnesiyle skandala imza atmıştı.
Bellissima'nın başrolündeki Anna Magnani'yi ilk kez Pasolini'nin "Mamma Roma"'sında izlemiş ve çarpılmıştım, Dünya'daki en iyi kadın oyunculardan biridir, tam bir karakter oyuncusudur. Bu filmde de küçük yaştaki kızını ünlü bir yönetmenin filminde oynatarak içinde yaşadığı yoksulluktan kurtulmanın hayallerini kuran bir anneyi canlandırıyor. İnsan öğüten sinema endüstrisine dair esaslı uyarılarını 50'li yıllarda vermiş Visconti.

24 Eylül 2014 Çarşamba

Federico Fellini ve 8½ (1963)


Bazı filmleri izlemenin yaşı olduğu kesin. "La Grande Bellezza"'yı izlerken mutlaka tekrar izlemem gerek diye düşündüğüm Fellini'nin sekiz buçuğunu (o güne kadar çektiği film sayısı), erken yirmili yaşlarda izlediğimde pek etkinlenmemiştim. Hayatın ilkbaharındaki o yaşlar beraberinde sayısız yanılsamalar taşıdığından olsa gerek, Mastroanni'nin canlandırdığı yönetmenin ruh halini, hayata dair bezginliğini anlamak pek mümkün değildi. İlerleyen yaşlarla yanılsama balonları birer birer patlayıp, hayata daha çıplak gözlerle bakmaya başlayınca izlemek gerek bu filmi. Yine erken yirmili yaşlarda izlediğim Fellini'nin "La Dolce Vita"'sından aklımda kalan en canlı anın Anita Ekberg'li sahne olması deli akan kanın bir sonucu, mutlaka o başyapıtı da tekrar izlemem gerek. Favori film kahramanlarım Jep Gambardella (La Grande Bellezza)  ve Prince Don Fabrizio Salina (Il Gattopardo)'ya Guido Anselmi eklenmiş oıldu.

15 Eylül 2014 Pazartesi

Paolo Sorrentino ve La Grande Bellezza (2013)


Cannes 2013 yarışma filmlerinde not düşemediğim çok başarılı eserler var ama bir tanesini es geçmem mümkün değil, zira çok çok etkilendim. Benim için tüm zamanların en iyi filmlerinden biri. İzlerken İtalyan sinemasının pek çok yapıtını düşündüm, başta gözden kaçması mümkün olmayan Fellini'nin "La Dolce Vita" referansları, Visconti'nin muhteşem "Il Gattopardo"'su, Antonioni'nin "La Notte"'si, biraz kıyısından Pasolini'nin "Mamma Roma"'sı, ve daha niceleri. Bu hatırlatmaların hiçbirisi bir taklit veya özenme değil, birer saygı duruşu, "La Grande Bellezza" kendi başına bir başyapıt. Her karesi üzerine saatlerce konuşma ihtiyacı hissettim, görüntüler, müzikler, oyuncu seçimleri, oyunculuklar hepsi kusursuz, kurgu ve içerik ise tam doksandan vuruyor. Mutlaka tekrar izleyeceğim, alt yazı okurken çok detay kaçırılıyor, filmde en ufak bir kare veya virgül fuzuli değil, hepsi anlamlarla yüklü. Kelime dağarcığım hep olduğu üzere hissettiklerimi aktarmakta son derece yetersiz, burada kesiyorum. Önümüzdeki haftalarda İtalyan klasiklerini izliyor olacağım, yine bir aylarca yazmama durumu hasıl olmaz ise not düşmeye gayret edeceğim.

14 Eylül 2014 Pazar

2013 Cannes Yarışma Filmleri


Günce kesintiye uğramadan önce 2013 yılı Cannes Film Festivali yarışma filmlerini sıralamaya girişmişim, yarım kalmış, araya da pek çok film girdi, sadece listeleyip notlama kolaycılığına kaçacağım;

La Grande Bellezza          Paolo Sorrentino 10
La Vie d'Adèle                 Abdellatif Kechiche 10
La Vénus à la fourrure     Roman Polanski 10
Only Lovers Left Alive     Jim Jarmusch 9
Inside Llewyn Davis         Joel and Ethan Coen 8
Nebraska                         Alexander Payne 8
Borgman                         Alex van Warmerdam 8
Le Passé                          Asghar Farhadi 8
Like Father, Like Son      Hirokazu Koreeda 7
Jeune & Jolie                   François Ozon 7
Behind the Candelabra    Steven Soderbergh 7
Heli                                 Amat Escalante 6
Michael Kohlhaas            Arnaud des Pallières 5
The Immigrant                James Gray 4



13 Eylül 2014 Cumartesi

Mehliana, featuring Brad Mehldau & Mark Guiliana


Özellikle solo piyano albümlerini çok sevdiğim Mehldau'nun ismini nerede görsem gidip izlemeye gayret ediyorum. Bu sefer yapılacak müziğin elektronik olması da beni durduramadı, kendime ön yargılı olma, elektronik müziği sevmiyorum diye uzak durma diye telkinlerde bulunarak salon olarak hiç hazzetmediğim Sütlüce kongre merkezinin yolunu tuttum. Ama maalesef bu müzik bana fazla mekanik geliyor, iç tellerimde pek bir kıpraşma olmuyor. İyi ve özgün bir müzik icra ettikleri kesin ama benim durum bile bile lades.

 

12 Eylül 2014 Cuma

Mozdzer Danielsson Fresco Trio - Tomasz Stanko Quartet


Evvelki sene İstanbul Caz Festivali'nin en güzel konserlerinden birine imza atan Danielsson ile albümlerini çok severek dinlediğim Tomasz Stanko'nun isimlerini bu seneki programda bir arada görünce hiç incelemeden konser biletlerini edindim. Meğer birlikte değil, arka arkaya çıkıyorlarmış sahneye. Seyirci için oldukça yorucu olan bu uygulamaya hiç anlam veremedim, sıra Stanko'ya gelince salon neredeyse tamamen boşaldı, ben de bu duruma hem üzüldüm hem de utandım.
İlk bölümde çalan Leszek Możdżer (piyano), Lars Danielsson (kontrbas, çello)'u evvelki yılki konserde dinlemiştik, onlara bu sefer Zohar Fresco (perküsyon) ve onun besteleri katıldı. İsrailli vurmalı çalgılar ustası Fresco'nun oryantalist tınıları konseri hafızamdaki Danielsson konserinden farklılaştırdı. Tabii Arkeoloji Müzesi'nin bahçesindeki atmosferle Cemal Reşit Rey'in atmosferi de birbirini tutmuyor, bir kez daha net bir şekilde tespit ettim ki caz mümkünse açık havada dinlenmeli.


İkinci bölümde salonun boşalmış olmasından duyduğum aşırı mahcubiyet sebebiyle Stanko'nun konserinden de layıkıyla keyif alamadım. Biraz tutuk ve salondan kopuk (neden acaba) başladığını hissettiğim Stanko sonradan açılıp albümlerinden alışık olduğum sesleri kulaklarımıza çaldı.

11 Eylül 2014 Perşembe

Tiyatro Öteki Hayatlar ve Ücret Artışı Talebinde Bulunmak İçin Servis Şefine Yanaşma Sanatı


İstanbul Tiyatro Festivali'nde izlediğimiz ikinci oyun bizi mest etti. Georges Perec'in kitabından genç bir ekipce muhteşem uyarlanmış oyun özgündü ve oyunculuklar çok iyiydi. Absürt komedi tarzındaki oyunun ismi konusunu da özetliyor, ve esasında üslup absürt olsa da anlatılanlar gayet gerçekçi. Yönetmen Ziya Demirel, oyuncular Çağdaş Ekin Şişman, Emirhan Altunkaya, İlyas Özçakır ve Nezaket Erden.
Festival "Yeni Dalga" başlığı altında genç ekiplere yer veriyor, bundan sonra bu başlıktaki oyunları daha detaylı incelemeye karar verdim. Bu oyun vesilesiyle yeni bir tiyatro salonuyla da tanışmış olduk; ikinci kat karaköy. Karaköy'ün eciş bücüş sıkışık evlerinin arasında bir ikinci kat, minyatür bir salon.

10 Eylül 2014 Çarşamba

Heiner Müller ve Hamlet Makinesi



Geçen mayıs ayında 19. İstanbul Tiyatro Festivali'nde izlediğimiz ilk oyun olan Hamlet Makinesi'nin bizi şaşırtacak bir çağdaş yorum olmasını ümit ettik, ama hayal kırıklığı oldu. Sorunun, biraz Hamlet malzemesine farklı mecralarda fazlasıyla  maruz kalmış olmamızdan, fazlaca da uyulamadan kaynaklandığını düşünüyorum. Pek sevdiğimiz Üsküdar Tekel Sahnesi'nde izlediğimiz oyun yeni bir şeyler söyleyemedi.

9 Eylül 2014 Salı

Al Di Meola


Günceye son 5 aydır dokunmadığımdan geçmişte kalan etkinlikleri not düşeceğim. Mayıs ayında CRR sezonunda izlediğimiz son konser Al Di Meola oldu. Gençliğimde internet yokken albüm alır, haftalarca aylarca dinlerdik. Al Di Meola, John Mclaughlin ve Paco De Lucia'nın konser albümleri "Friday Night in San Francisco" da böyle bir albümdü benim için. Sene başında Paco De Lucia vefat edince onun anısına Al Di Meola'yı dinlemek farz oldu, zaten Di Meola da konserde De Lucia'ya bir parça ithaf etti. Keyifli ama parlak anları biraz eksik bir konser oldu. Di Meola biraz fazla konuştu, genelde bunun aksinden yakınırım, ama mesela facebook'ta denk geldiği bir darbukacı genç Türk kızını bulup konsere çıkarması hikayesini yineleyerek anlatırken seyirciden büyük bir tebrik bekler hali vardı, evet sevgili Di Meola Dünya küçüldü, artık bunlar olağan durumlar.

Konser kadrosu;
Gitar: Al Di Meola, Peo Alfonsi
Akordeon: Fausto Beccalossi
Davul, perküsyon: Peter Kaszas

Efsanevi albüm;

11 Mayıs 2014 Pazar

François Ozon ve Jeune & Jolie (2013)


Ergenlik çağındaki bir genç kızın cinselliği para karşılığı ilişki ile keşfe çıkışı, daha önce pek çok kez farklı formatlarda işlenmiş bir konu. Luis Buñuel'in Chatherine Deneuve'lü meşhur "Belle De Jour" (1967)'undan yakın zamanın popüler dizisi "Secret Diary of a Call Girl"'e kadar ele alınan fahişe temasını Ozon oldukça sade işliyor, nedenine hiç girmiyor, sadece olayların akışını anlatıyor, daha önceki emsallerinin üzerine hiçbir şey ekleyemediği için de film göreceli olarak sönük kalıyor. Genç kızı oynayan Marine Vacth şaşırtıcı şekilde Julia Roberts'ı andırıyor, bu da üslup olarak çok alakalı olmasa da bir "Pretty Woman" çağrışımı yaptırıyor. Özellikle anne rolündeki oyuncunun performansını çok kötü bulduğumu ve bunun da filme çok zarar verdiğini düşündüğümü iletmeliyim. Filmin en parlak anı Ozon'un sık birlikte çalıştığı Charlotte Rampling'in ekranı aksettiği an idi. Ozon iyi filmlerinin arasına vasat filmler serpiştiren bir yönetmen, bu filmin daha iyi bir eserin habercisi olduğunu umalım.

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Ethan Coen & Joel Coen ve Inside Llewyn Davis (2013)


Bu yazıya "HELE ŞÜKÜR" diye kocaman harflerle başlamak istiyorum. Sinema dillerine ve özgün tarzlarına bayıldığım Coen kardeşler sonunda özlerine döndüler ve her tarafından Coen imzası fışkıran bir filme imza attılar. 60'lı yıllarda yaptığı halk müziğiyle var olmaya çalışan bir sanatçının hayata tutunma çabasını izliyoruz. Siyah beyaz görüntüleri, güzel müzikleri, doğal oyuncuları, dönemin ruhunu yansıtışı ve Coen mizahıyla "olmuş" bir film söz konusu. Cannes 2013'ün en iyilerinden.

9 Mayıs 2014 Cuma

Roman Polanski ve La Vénus à la Fourrure (2013)


Polanski'nin tiyatro ile sinemayı harmanlama tarzı hayranlık verici. En son Carnage ile büyülemişti, Yasmina Reza'nın oyununu sahneden koparıp sinema tadında resmetmişti. Bu sefer sahneden de uzaklaşmıyor, iki oyuncuyla bir tiyatro salonunda geçiyor tüm hikaye. Bir tiyatro yönetmeni sahneleyeceği yeni oyunu için oyuncu seçimleri yapmakta, ve seçimlere çok geç kalan bir oyuncu kendisine bir şans vermesi için yönetmeni ikna ediyor. Eserden sahneleri birlikte okurlarken gerçek ile roller iç içe geçmeye başlıyor. Polanski ve oyuncuları tam anlamıyla döktürüyorlar. Amalric'in iyi oyunculuğu (bu arada Polanski'ye benzerliği de dikkat çekici) pek çok filmi ile tescilli, ama Emmanuelle Seigner'in performansı gerçekten de çok öne çıkıyor. Baştan sona tiyatro heyecanı ve büyüsünü seyirciye geçirmeyi başaran eser kaçırılmayacak bir deneyim.

8 Mayıs 2014 Perşembe

Abdellatif Kechiche ve La Vie d'Adèle (2013)


Her sene olduğu gibi mayıs ayında gerçekleşen favori film festivalim Cannes vesilesiyle bir önceki yılın yarışma filmlerine notlar düşüyor olacağım. Asghar Farhadi'nin "Le Passé" ve Alexander Payne'in "Nebraska" filmlerine daha önce değinmiştim.
Seriye Altın Palmiye'yi kazanan film ile devam edelim. Bence sadece geçen senenin değil, son senelerin en iyi filmlerinden birini izledik. Heteroseksüel ilişkilerin konu edildiği filmler sanki artık anlatacakları özgün bir hikaye bulmakta zorlanır gibi giderek yüzeyselleşmeye başladılar, aynı kalıptan çıkma filmler ürüyor sürekli. Aşkın cinsiyetten bağımsız bir olgu olduğunu gösteren gökkuşağı filmleri ise adeta aşkı yeniden keşfediyorlar. "Adèle'in hayatı" ergenlik çağındaki bir genç kızın cinselliğini keşfinden yola çıkarak anlatıyor hikayesini. Filmin sadeliği, doğallığı ve bu anlamda "çıplaklığı" çok çarpıcı, bunu Kechiche ve muhteşem oyuncularının artı hanelerine kocaman harflerle kazımak gerekiyor. Özellikle de Adèle Exarchopoulos'un oyunculuğu bir Elizabeth Taylor "Who's Afraid of Virginia Woolf" ve Gena Rowlands "A Woman Under the Influence" seviyesinde, hatta yaşı itibariyle ötesinde.
Kechiche filmin devamını da çekiyor, heyecanla bekliyorum.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

Luz Casal


CRR'de hayatın karmaşasında nefes aldıran kadınlar serisinde bu sefer Luz Casal'ı dinledik. Almodovar filmleri vesilesiyle uluslararası bir dinleyici kitlesine ulaşan Casal'ın güzel sesinden yanık İspanyol türküleri dinlemeyi ümit ediyordum, ama konserin ilk yarısında fazlasıyla hafif bir müzik resitali verdi. Özellikle orkestrasyonuyla düğünde piyanist şantör hissi veren kısım oldukça canımı sıktı. Casal'ın büyüleyici sahne ışığı ve asaleti ile teselli buldum. Parça aralarında hızlıca kıyafet de değiştiren Casal'ın eski ekol "seyirciye saygı" tarzı ve kurduğu iletişim çok tatlıydı. İkinci yarı parçalar daha Almodovar'vari olunca keyiflenmeye başladım. Tüm bombalarını da bis kısmına saklamış, bir anda tatlı bir rock'n roll kraliçesine dönüşüverdi ve bambaşka bir yüzünü gösterdi. İlk yarının Richard Clayderman / Andre Rieu kıvamındaki otel lobisi müziğinin bıraktığı izleri tamamen silerek güzel hislerle uğurladı bizi. Bu arada salon tamamen doluydu ve seyirci Casal'ı el üstünde tuttu, sonunda da ayakta uzun uzun alkışladı, bu kadar hayranı olacağını hiç tahmin etmemiştim.

13 Nisan 2014 Pazar

Natacha Atlas


Geçenlerde Eliane Elias konseriyle aldığım derin nefese enfes bir nefes daha eklendi. Büyülü Lübnan seyahatimizin güzel miraslarından olan arap müziklerine merak salma halinin baş aktörlerinden İngiliz-Mısır melezi Natacha Atlas'ın müthiş sesini Cemal Reşit Rey'de canlı dinleme şansına sahip olduk. Çok sevdiğim Fairouz şarkılarıyla başladı. Şarkılarını arapça, ingilizce, fransızca söyledi, ekibindeki Erkan Tekci ile birlikte Türkçe türkü okudu, "This is a man's world"'ü kendi tarzında nağmelerle seslendirdi, göbek attı, sohbet etti, bizleri mutlu etmek için yapabileceği her şeyi yaptı. Duygu yüklü bariton sesli Erkan Tekci'nin ney çalışının yanısıra bir de darbuka çalan türk müzisyen eşlik ettiler kendisine, tüm müzisyenler çok güzel sololar attılar, hünerlerini sergilediler.

Alcyona Mick Piyano
Vasilis Sarikis Perküsyon
Bünyamin Olguncan Perküsyon
Ivan Husse Çello
Andy Hamill Akustik Bas
Erkan Tekci Ney
Samy Bish Keman

Tadımlık;

11 Nisan 2014 Cuma

John Wells ve August: Osage County (2013)


Yönetmenin izlediğim ilk filmi, dolayısıyla beklentimi yükselten yönetmen değil, filmi izlememe vesile olan Meryl Streep oldu. İlk defa Meryl Streep'in bir role asılmadığını, iyi hazırlanmadığını düşündüm. Sanki "Artık nasıl olsa bana Oscar vermezler" diye düşünmüş. Streep'in en kötü performansı dahi, doğal yeteneği sayesinde iyinin kötüsüdür gerçi, dolayısıyla bazı sahnelerde döktürüyor, ancak filmin geneline bakınca sıkıntılar çok net. Julia Roberts'ın performansı ise fena değildi, ne yapsa sevimli olma halinden iyi sıyrılmış. Bir ölüm üzerine sağa sola dağılmış olan aile bireylerinin bir araya gelmesiyle yaşanan dramlar ve aile içinde su yüzüne çıkan bastırılmış duygular gibi bilindik bir konu çok yaratıcılık olmadan işlenmiş. Belli ki geçen sene Hollywood yıldızları oynamak için ağırlıklı olarak "American Hustle" ile birlikte bu filmi tercih etmiş.  Her köşeden fırlayan yıldızlardan en çok Benedict Cumberbatch'i ve maalesef kendisinden hiç beklemediğim kötü performansını görünce şaşırdım. Son tahlilde faturayı tanımadığım yönetmene çıkarmaya karar verdim; bir çuval inciri berbat etmiş diyelim ve başka filmlere yelken açalım.

10 Nisan 2014 Perşembe

Woody Allen ve Blue Jasmine (2013)


En iyi film adaylarına ek olarak en iyi oyuncu kategorisinden de iki filme değineceğim. Blue Jasmine, son günlerde not düşegeldiğim en iyi film adaylarının hepsinden nezdimde çok daha iyi bir film. Allen'in sol eliyle bir çırpıda yazıp çektiği hissi veren (muhtemelen de öyleler) filmler serisinin son örneği, Cate Blanchet'in müthiş canlandırdığı (ve hak ederek Oscar'ı kaptığı) varlıklı bir kadının, kocasının tutuklanmasıyla sosyal statü olarak tavandan tabana vuruşunu anlatıyor. Başarılı pek çok Britanya yapımı filmle kalbimi fethetmiş olan Sally Hawkins de ona aynı enerjiyle eşlik ediyor. Her tarafı Woody Allen kokan, severlerini mutlu edececek bir yapım.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Paul Greengrass ve Captain Phillips (2013)


Paul Greengras kaçırma filmlerini kaçırmıyor, daha önce de "İkiz Kuleler" terör saldırısında kaçırılan uçaklardan birinin hikayesini "United 93"'de anlatmıştı. Kendisini belgesel kıvamındaki başarılı politik yapımı "Bloody Sunday" ve gerilim macera konusunda türünün fena olmayan örneği "The Bourne Ultimatom"'dan da tanıyoruz. Aksiyon filmlerindeki iyi yönetmenliğini, Somali'de korsanların bir yük gemisini kaçırmalarını anlatan son filmine de yansıtmış. Özellikle ilk yarısı "Die Hard" tadında oldukça sürükleyici geçiyor, Tom Hanks de kendisinden beklemediğim üzere fena değil. Benim takıldığım filmin başka bir yönü oldu; yine müthiş organize, becerikli, ahlaklı, her şeyi en iyi bilen Amerikalı'lara karşı, hayvanat bahçesinden yeni kaçmış, vahşi, uyuşturucu batağında Somali'ler söz konusu. Bu klişe kalıbı daha kaç kere daha çiğneyecek Hollywood diyeceğim, ama Amerikalılar böyle vatansever temalara bayılmaktan kolay kolay vazgeçmeyecekleri için bu malzemeye daha çok maruz kalırız. Amerikan ordusu ne kadar mükemmel işliyor, ufak bir fikir sahibi olmak için "Iraq for Sale: The War Profiteers" (2006) ve "No End in Sight" (2007)'ın izlenmelerini tavsiye ederim.

8 Nisan 2014 Salı

Alexander Payne ve Nebraska (2013)


Oscar ödüllerinde her sene "bağımsız" kategorisinden bir yapıma yer vermeye karar verdiler sanırım, genelde de Cannes yarışma filmlerinden seçiyorlar. Yönetmenin daha önceki Oscar adayı filmi "The Descendants"'a olan tepkimi şu yazıda dile getirmiştim, özüne yani daha sade bağımsız hikayelere dönmesine çok sevindim. Dolayısıyla bu seneki "aykırı" eser, Payne'in siyah beyaz, minimalist, ağır tempolu yapımı. İlerlemiş yaşı ve alkolizmin, hafızası üzerinde derin etkiler bırakmış olduğu bir baba (esasında üçkağıt olduğu çok bariz olan) büyük bir ödülü kazandığına kesin bir inançla evine çok uzaktaki Nebraska'ya gitmek için inat ediyor. Oğlu da onu vazgeçiremeyeceğini anlayınca, düşüyorlar yollara. Büyük mesajları gözümüze sokmaya çalışmayan, kendi halinde sadece anlatacağı basit hikayeye odaklanan, ama dinlemek isteyenlere özellikle de baba oğullara, sessizlikler içinde pek çok malzeme sunan tam kıvamında bir film.  

7 Nisan 2014 Pazartesi

Stephen Frears ve Philomena (2013)


Bu sene Oscar adayları adeta iyi yönetmenlerin kötü filmleri geçidine dönmüş durumda. Frears'tan en son şu yazıda bahsetmiş ve beğendiğim filmlerine değinmiştim. Philomena'ya gelince, Judi Dench'in oyunculuğu ve duygu yüklü bakışlarına yaslanmış, ama hem senaryo hem de yönetsel olarak pek çok zaafa sahip olan, klişelerden kurtulamayıp, duygu sömürüsünün kıyılarında dolaşan, Frears ayarında bir yönetmen için hiç olmamış bir film. Judi Dench'in canlandırdığı Philomena küçük yaşta zorla evlatlık verdiği oğlunu 50 sene sonra aramaya karar veriyor, ona yardım eden Steve Coogan ise ne rolünde ne de senaryo yazımında maalesef hiç başarılı değil.

6 Nisan 2014 Pazar

Bordeaux Ulusal Operası Bale Topluluğu


Referansları çok iyi olan bir bale topluluğunun Carmina Burana ve Chopin eşliğinde dans edeceğini duyunca Cemil Reşit Rey Konser salonuna yönlendik. Koreografilerini Maurice Wainrot'un üstlendiği eserlerden ilki "Chopin Numero Uno" tam bir hayal kırıklığı oldu. Siyah dekor ve siyah kıyafetler tüm odağı dansa yönlendirmişti, ancak koreografi standart çağdaş bale elementlerinin arka arkaya sıralanmasından oluşmuş ve herhangi bir ruhtan yoksundu. Teknik donanımları çok iyi olan dansçılar da koreografiyi içselleştirememiş olsalar gerek, son derece mekaniklerdi. İlk eserin monotonluğu ikinci yarıda Carmina Burana'nın muhteşem "Fortuna" girişinde de devam etti. Müziğin dinamizmi daha dinamik hareketlerle buluştu, etkisini kalabalık dans ekibinin aynı hareketleri senkron olarak tekrar etmeleriyle arttırmaya çalışıyordu, ancak özgünlükten yoksundu. Yine de Chopin kısmına göre daha iyi bir girişti, ama sadece göreceli olarak. Carmina Burana'nın üçüncü bölümü "Tavernada" ise müthiş ışığı olan bir dansçının sahne almasıyla her şey değişti. Yaşı ilerlemiş, saçları ağarmış dansçı bana biraz Baryshnikov'u anımsattı (sonra program kitapçığından baktığımda Rus olduğunu gördüm), akşamı tek başına kurtardı, bu bölüm gerçekten çok güzeldi. Finalde "Fortuna" tekrar edilirken, gözüm kalabalık ekibin içinde aynı dansçıyı aradı ve buldu, gerçekten farklıydı. Demek ki sadece koreografı değil, dansçıları ve yönetmeni de eleştirmek gerekiyor, eserin ruhsuzluğundan onlar da (teknik değil ama) artistik zaaflarıyla mesuller.
Dans deyince kıyaslama yapmadan edemeyeceğim; Zeynep Tanbay bir numarasın!!!

IDSO


AKM kapandığından beri İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın konserlerini takip edemiyorum. Onun yerine uzun süre evimize yakın CKM'de konser veren Akbank Oda Orkestrasını takip ettik, ancak o orkestra da kapatılınca klasik müzik konserlerine biraz uzak kaldık. IDSO'nun CKM'ye geldiğini görünce hemen bilet edindim. 5,5 yaşındaki oğlum da klasik müziği çok seviyor, evde sürekli sesini sonuna kadar açarak senfoniler, konçertolar dinliyoruz, uzun bir süre seçeceği mesleği de orkestra şefliği olarak belirlemişti. Müzik enstrümanlarına da büyük ilgisi var, eline ne geçirse çalmaya çalışıyor, evdeki piyanoyu kendince doğaçlama çok güzel çalıyor, büyükbabasının ona hediye ettiği kemanı inletiyor, bir de o ufak yanaklarını kocaman şişirerek çaldığı trompeti var. Piyano veya keman dersi almayı kabul etmiyor, arp çalacakmış. Bu bilgiler ışığında konsere bilet alırken ona da aldım. Salona girdiğimizde sahnedeki arpı görünce çok heyecanlandı, ilk yarı eserlerde arpın çalınmaması da hayal kırıklığı yarattı, ikinci yarı mutlaka çalınacak diye teselli ettim. İkinci yarıya geçtiğimizde arpın pabucu dama atılmıştı, zira sahneye bütün ihtişamıyla bir tuba çıkmıştı. Tubayı fark ettiğinde küçük sesiyle bir haykırıverdi, eser neyse ki çok yüksek sesli, çok enerjikti, kimseler yüksek fısıltısını duymadı. Programın son derece modern eserlerden oluşması, uyku saatinin geçmiş olması, salonun aşırı sıcak olması, alnından akan boncuk boncuk terler onu konserden alıkoyamadı, sonuna kadar sessizce dinledi. IDSO yıllar önce bıraktığım yerde, mükemmeldi, tüm imkansızlıklara rağmen bu kadar iyi bir senfoni orkestrasına sahip olmaktan bir kez daha mutluluk duydum. Keşke daha sık CKM'ye gelseler.

Şef : Marek Pijarowski
Solist : Recep Gümüş (Fagot)
Solist : Sibel Kumru Pensel (Flüt)
Solist : Ayşegül Kirmanoğlu (Klarinet)

Program

J. Pauer : Fagot Konçertosu
J. Françaix : Flüt Ve Klarinet Için Konçerto
C. Franck : Re Minör Senfoni



Spike Jonze ve Her (2013)


"Being John Malkovich" (1999) ve "Adaptation" (2002) yönetmeni Jonze tarzından ödün vermiyor, ve bu sene ödül adayları arasında en eli yüzü düzgün filmi bizlere sunuyor. Joaquin Phoenix'in iyi performansıyla, sanal dünyanın insanlığı götürdüğü nokta hakkında çarpıcı bir resim çiziliyor. Teknolojinin ilerlemesi ile iyice içine kapanan insanlar artık bir işletim sistemi ile ilişki yaşayabilecek kadar gerçeklikten kopabiliyorlar.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Alfonso Cuarón ve Gravity (2013)


En iyi yönetmenlik ödülünü alan Gravity tam bir görsel şölen, ama bunun bir film olduğunu, sinema eseri olduğunu söylemek son derece zor. Uzayda son derece zor ve meşakatli olsa gerek olan astronotluk mesleğini Bullock örgü örerken, tv karşısında geyik çeviren Clooney seviyesine indirmeyi başarmış olan filmin, senaryosundaki zaaflar kamera şakası gibi. Hollywood'un en üst çekmecesinden klişe karakter hikayesi ve gerçekten en olmayacak anlarda saçma sapan geyik muhabbetleri ile örülü olan kurgu, bu kadar görsel emeğe yazık olmuş dedirtiyor. Sesini kapatarak izlenebilir.

4 Nisan 2014 Cuma

Jean-Marc Vallée ve Dallas Buyers Club (2013)


Çok hayran olduğum yönetmeni itibariyle iki arada bir derede kaldığım filmlerden bir tanesi. Son yıllarda izlediğim en iyi filmlerden bir tanesi olan "Café de Flore"'a imza atmış Vallée'den başka bir film izlemek isterdim. Neyseki başrolde Matthew McConaughey'in olduğunu görünce beklentilerim asgari düzeye inmişti ki çok büyük bir sükut-u hayal olmadı. McConaughey esasında şaşırtıcı bir biçimde rolde fena da değildi, bu sayede en iyi aktör ödülünü de kaptı. Filmin konusu da ilgi çekiciydi, 80'li yıllarda AIDS taşıdığını öğrenen bir homofobun dönüşümünü anlatıyordu, ancak ne o dönüşüm, ne de gelişen olaylar hakkı verilerek anlatılmıyor, sahnelerin birbiri ardına kopuk geçişlerle sıralanması filmin ve karakterlerin derinlik kazanmasına imkan tanımıyor. Vallée gibi bir yönetmenden bu kadar yüzeyde kalan bir film izlemek gerçekten çok üzücü oldu.

3 Nisan 2014 Perşembe

Martin Scorsese ve The Wolf of Wall Street (2013)


Scorsese'nin filmleri benim için "Ya sev ya nefret et" özelliğini taşıyorlar. Wall Street'in bir garip kurdu da tahammül etmekte zorlandığım, Hollywood sinemasının her türlü soytarılığının, göz boyamacı üslubunun vücuda geldiği filmlerden biri. Abzürt komedi diyeceğim, ama zerre kadar komik değildi, türü neydi gerçekten anlayamadım. Kesin olan, Scorsese favori oyuncusu Di Caprio'ya filmin belli sahnelerinde yaptırdığı o uzun nutuklarla bu sefer en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandırmak için çok kasmış, ama nafile. Di Caprio kanımca iyi bir oyuncu, çok para kazanmayı bir kenara bırakıp düzgün senaryolu bir eserde iyi bir yönetmenle çalışsa zaten ödüle doymayacak, ama kendisi Hollywood'un kurdu olmuş, bu da bir tercih. Scorsese vahşi kapitalizmin kalbi finans dünyasıyla iyi dalgasını geçmiş diyebilsem, filme hakkını da bir yere kadar teslim edebilirdim, ama maalesef amacın bu olmadığı filmi izlerken sayısız sahneyle ortaya konabilir.

2 Nisan 2014 Çarşamba

David O. Russell ve American Hustle (2013)


"Three Kings" (1999) ve "Silver Lining Playbook" (2012) ile beğendiğim, "The Fighter" (2010) ve "I Heart Huckabies" ile vasat bulduğum filmlere imza atmış olan Russell, tam bir starlar geçidi haline getirmiş olduğu "American Hustle" ile ilginç bir çorba yapmış. Çorba diyorum, çünkü komedi mi, dram mı, macera mı olduğuna karar verememiş kafası karışık bir film bence. Christian Bale'in abes peruğunun filmin ve kendisinin karizmasından çok şey eksilttiği eserde, Amy Adams'ın çarpıcı ama yine gel git'li cazibesi olmasa filmin sonunu zor getirecektim. Amerikan ana-akım seyircisi sanırım bol çeşnili mafya temalı filmlere bayılmaktan vazgeçmedikçe, bu tür filmlere daha sık sık maruz kalacağız. Oscar adayı olmasalar sorun değil, izlemeyeceğim, ama takıntı olmuş bir kere, söylene söylene her sene en iyi film adaylarını izliyorum.

1 Nisan 2014 Salı

Steve McQueen ve 12 Years a Slave (2013)


Bu yıl dağıtılan Oscar ödüllerinde en iyi film adaylarına kısaca değineyim. Öncelikle biri hariç hepsini vasat hatta çoğunu kötü bulduğumu belirteyim, Oscarseverler bu satırlara uzak durabilirler.
Bu sene "en iyi" ödülünü alan film, yönetmeninin Steve McQueen olması itibariyle en ümitli olduğum yapım idi, ancak yönetmen önceki filmleri "Shame" (2011) ve "Hunger" (2008) otantikliğinin ve özgünlüğünün yanına dahi yaklaşamadı. Meğer ana-akım sinema McQueen'i de yutmuş. Tüm alamet-i farikası o dönem tüm siyahilerin köle olduğu ön yargısını kırmak olan filmin, her sahnesi, her karakteri birbirinden klişe halini bu sefer Michael Fassbender de kurtaramadı. Her sahnesi gelişinden belli olan hikayede bir de kurtarıcı rolünde Brad Pitt'in son derece eğreti duran rolünü görünce finali zor getirdim.

27 Mart 2014 Perşembe

Hamlet ve İstanbul Devlet Tiyatroları


Sayısız kez sinemada ve tiyatroda izlediğim bir eseri, şu oyunda çok beğendiğim Bülent Emin Yarar'ın başrolde olduğunu öğrenince bir kez daha izlemeye karar verdim. Tek kişilik olarak uyarlanmış olması, sade dekoru, Yarar'ın iyi oyunu tatmin ediciydi, ama sanırım Kafka'nın Dava'sındaki gibi bir özgünlük ve yaratıcılık bekleyince biraz hayal kırıklığına uğradım.
Hiç Hamlet izlememişler için büyük fırsat, kaçırmasınlar;

26 Mart 2014 Çarşamba

St. Petersburg Devlet Akademik Balesi ve Kuğu Gölü


Bu güncede hep dile getirdiğim üzere 15 milyonluk şehrimizde, Devlet Opera Balesi'nin klasik bale eseri sergileyebileceği yeterli tek bir sahnesi bulunmaması sebebiyle uzun yıllardır bir klasik bale eseri izlemeye muhtacız. İstanbul'a gelen rus dans ekiplerine büyük bir şüpheyle yaklaşıyorum, zira daha önce birkaç kez Bolşoy diye izlemeye gittiğim eserlerde dans eden solistlerin hayretler içerisinde yetersizliklerine şahit olduğumda ya dolandırıldığımı, ya da Bolşoy'un idari ekibinden hep bir sahneye çıkmaya heves etmiş kişilerin gönderildiğine kanaat getirmiştim. Bir dostum davetiye ayarlayınca bir şansımızı deneyelim dedik, ve Cumartesi akşamı trafiğinde üşenmeyip Maslak'taki TİM şov merkezinin yolunu tuttuk.
İyi haber, ekip hakikiydi, tüm dansçılar çok iyiydi, bir tek baş balet vassattı, onun tesellisi soytarı rolündeki dansçıydı, zaten Kuğu Gölü'nde baş balete pek rol düşmediği için esasında büyük bir sıkıntı da değildi. Prima ballerina ise muhteşemdi, ona eşlik eden tüm dansçılar da bizde baş dansçı olabilecek düzeydeydiler. Klasik Bale eserleri içinde göreceli olarak daha az tercih edeceğim Kuğu Gölü'nü sayısız kez izlemiş olmama rağmen bir kez daha keyifle izledim. İlk kez 1895'de sergilenen koreografinin büyük usta Marius Petipa ve Lev Ivanov'aya ait olduğunu not düşelim. Tabii gönül isterdi ki, Tchaikovsky'nin güzel nağmelerini canlı bir orkestradan dinleyebilelim, ama nerede bizde öyle salon. Bilemiyorum ömrüm İstanbul'da bir daha canlı orkestralı, uygun büyüklükte ve gerekli teknik donanıma sahip bir salonda klasik bale eseri izlemeye yetecek mi? 30 Martta maalesef bu yönde ümitlenme şansımız dahi kanımca olamayacak.

Tadımlık;


25 Mart 2014 Salı

Eliane Elias


Dün gece uzun bir zaman sonra ilk defa nefes alabildiğimi hissettim ve bunu hemen günceme not düşmeliyim diye düşündüm, demek ki henüz güncenin sonu gelmemiş. Ciğerlerimdeki son oksijen molekülü de kana karışırken nefes almak üzere su üzerine çıkmamı engelleyen bir pranga vardı ayağımda, ülkede pek çok insanın eş zamanlı hissettiği bir pranga. Gerçekten boğulacak gibi hissediyorum, bu topraklarda sahne almakta olan sinema tarihinin en absürt senaryolu filminde bir figüran olmaya isyanım var. Yaşadıklarımız o kadar sürreal bir hal aldı ki (Dali dahi bu konudaki yaratıcılık ve dinamizmimiz konusunda hayran kalabilirdi), olayların gerçek dışı olduğu kanısıyla tepki veremez hale geldik, ya elbet bir gün kabustan uyanırız diye, ya da zaten başka bir boyuta geçtik zaten diye bakılıyor olanlara.
Zaten insanoğlunun niye var olduğuna, hayatın anlamına akıl sır erdiremeyen biri olarak, iyicene ayağımın altındaki zeminin kaydığını hissediyorum, niye koşuyorum, nereye koşuyorum, düşünmeye başladıkça duruyorum, ama hayatımı getirdiğim nokta ve üstlendiğim sorumluluklar itibariyle böyle bir lüksüm maalesef bulunmuyor, koşmaya devam etmek zorundayım, o halde düşünmemeliyim! Evet bunu büyük harflerle yazıp yatağın karşısına yapıştırmak gerekiyor ki, her sabah güne bu düsturla başlayabileyim. Ama insan doğası boş durur mu, neyi yapmamak gerekiyorsa kontrolsüz zihin işe oradan başlıyor. Hazır twitter kapatılmışken ne diye yeni yeni metotlarla girmeye kalkışıp, günlük artan dozlarla tapeleri içime çekiyorum, niye sürekli parmaklarım internette haber sitelerine yönlendiriyor, niye televizyon kumandasını yere fırlatıp üzerinde zıplayamıyorum. Ülkede oluşmuş bulunan 20 farklı kutubun her biri söyledikleriyle, düşündükleriyle tüylerimi tüylerimi ayrı ayrı dikiyor, niye ben de kendimi o abes kutuplardan birine adayıp, gözümü kulağımı kalanlara kapatıp işin kolayına kaçamıyorum.


Olağan dırdır faslından sonra gelelim bir nefes almamı sağlayan etkinliğe; Geçenlerde Kerem Görsev'in JoyFM'deki radyo programını dinlerken, Eliane Elias'ın konserini tavsiye etmesi üzerine hemen bilgisayar başına geçerek bilet edindim. Isınan havalarla dalga geçer gibi geçirmekte olduğum, ve içinde bulunduğum ruh halini iyice diplere gömen gribe rağmen Cemal Reşit Rey'e üşenmeden gitmeyi başardım. Keşke öncesi ve sonrası (zamane modası) selfie'ler çekseydim de yüzümden kolaylıkla okunabilecek ruh halleri arasındaki büyük uçurumu belgeleyebilseydim. Konser sonunda ağzımın en kenarındaki kıvrımlarda yukarıya doğru seğirme gibi ataklar söz konusuydu, gülümsememi durduramıyor ve adeta Batman'in jokeri misali 32 dişimi cümle aleme ifşa ediyordum. Sahneye çıktığı anda beni hipnotize eden Elias sahnedeki ışığı, muhteşem enerjisiyle piyano çalışı, konuşması, şarkı söylemesiyle zihnimde ve ruhumda adeta bir arınmaya vesile oldu, konser hiç bitmesin istedim. Müzik gerçekten ruhun gıdası ve ruhum gerçekten çok aç kalmış. Brezilya'nın Bossanova'sı ruhum üzerinde tutmakta olan zift tabakasını güzelce bir sıyırdı, tekrar içim bu kadar kararmadan önce mutlaka müdahale etmeliyim, biraz da hayatın güzel yanlarına odaklanmalı ve günceye yazmaya devam etmeliyim.
Unutmadan not düşeyim; Elias'a, her biri müthiş virtüözler olan, basta Marc Johnson, gitarda Graham Dechter, davulda ise Rafael Barata eşlik etti.

Daha önceki bir konserinden tadımlık;

2 Şubat 2014 Pazar

Hoşgelmiş 2014!

Her sene ilk yazıya "Hoşgeldin ...." diye başlarken, bu senenin ilk yazısını ancak şubat ayında yazınca başlığa biraz dokundurmam gerekti, hem milletçe öyle bir ambale olarak girdik ki yeni yıla, gerçekten de hoşgelmiş, nasıl girdik pek anlayamadık. 2013, zaten istikrar sorunu yaşayan bu güncenin iyice afalladığı bir yıl oldu. Sene sonuna doğru, üzerimden yazılara özenme (sanki pek bir şey fark ettirirmiş gibi) baskısını kaldırınca, çala-kalem yazma usulüyle daha sık yazabilir hale gelmiştim, ama bir ara verince günceye geri dönememe sendromu üzerinde pek etkili olamadı bu taktik, yani bu konuda da akademik (!) metotlarla bir çözüm üretme ihtiyacı farkındalığıyla yeni yılda siftah etmiş olayım.
Gelelim olağan istatistiklere, veritabanı yalan söylemez, izlenmiş film sayısı 2686 olmuş (2013 çok kurak geçtiğinden ocak ayında izlenenleri bu sıkıntılı yıla iltimas geçiyorum) yani bu da geçen seneki "Hoşgeldin 2013" yazısından bu yana 101 filme tekabül ediyor, neredeyse 2012'de izlenenlerin yarısı. Günceye not düşülen yazı sayısının 62 adetle önceki yılların yarısı kadar olması itibariyle en azından ufak bir tutarlılık tespiti yaparak, yeni yıla artık hayırlısı diyelim.