Günceye dizi notlarımı en son geçen nisan ayında şu yazıda düşmüşüm. Her ne kadar aradan geçen zamanda daha az dizi izlemeye gayret etsek de, listeleyince 40 tane dizi çıktı, her birine birkaç satır da olsa değerlendirme yapmaya enerjim yetmeyeceğinden, içlerinden beğendiğim 15 tanesini cımbızladım, onlara alfabetik sırayla değinirken, kalanların sadece isimlerini sanal belleğime işleyeceğim.
Criminal: UK 8/10
Tek mekanda, bir polis merkezinin sorgu odasında geçen, her bölümü farklı zanlılarla, farklı bir suçu ele alan, sadece sorgulamaları gerçekleştiren dedektifler üzerinden bir bütünlük oluşturan bu dizi, çok güçlü yazılmış senaryosuyla bir çırpıda izleniyor. Her bölümünde ayrı usta oyunculardan, etkileyici performanslar izlediğimiz dizinin Almanya, Fransa, İspanya gibi uyarlamaları da var. Biz büyük heyecanla izlediğimiz Birleşik Krallık versiyondan sonra daldığımız Almanya yorumunda büyük hayal kırıklığına uğrayınca, kumandayı yavaşça yere bıraktık.
Defending Jacob 9/10
Emily in Paris 8/10
Evlerde hapis bulunduğumuz şu pandemi döneminde, kendimizi Paris'in rengarenk sokaklarına bırakmanın çok kafa dağıtıcı bir yöntemi olarak diziyi keyifle izledik. Kendi yüzeyselliğiyle de dalga geçmesini bildiği için, bir tüketim toplumu reklamı gibi akması affedilebilir duruyor. Episodes dizisinde Britanya/Amerika kültür farklılıklarını izlediğimiz tarzda, bu sefer de Amerikan pragmatizminin Fransızların sofistike yaklaşımlarıyla çakışmasına tanıklık ediyoruz. Pek derine inmeyen, Sex and the City formüllü, romantizm soslu bir seyirlik.
Ünlü bir kadın oyuncunun telefonu hacklenip, telefonundaki sex videosu medyanın eline geçince tüm Dünya'sı alt üst olur. Sarsılan kariyerinin yanı sıra, videonun kocasını aldattığını da göstermesi itibariyle, ailesi de dağılma tehlikesine girecektir. Diary of a Call Girl'de çok hayran olarak izlediğim Billie Piper bu sefer kendi yarattığı, yapımcılığını yaptığı dizide yine döktürüyor.
I May Destroy You 8/10
Yine yazan, yaratan, oynayan güçlü bir kadın karakter, Michaela Coel, çok vurucu bir esere imza atıyor. Arkadaşlarıyla dışarı çıktığı bir gecede, içeceğine uyuşturucu katılarak tecavüze uğrayan yazar karakterimiz, olanları hatırlayamamaktadır. Olanları yavaş yavaş idrak ederken başından geçenleri çok çarpıcı bir üslupla izletiyor. Kadınların kalemlerinden çıkan, birbirinden etkileyici kadın hikayeleri, ardı ardına bizlerle buluşmaya devam ediyor. Bu yazıda bahsettiğimiz I Hate Suzie gibi, Phoebe Waller-Bridge'in Flebag'i gibi, bu diziyle yakın akraba olduğunu düşündüğüm Lena Dunham'ın Girls'ü gibi.
Master of None 8/10
Dizi ve sinema sektöründe beyaz erkek baskınlığı çok şükür biraz zayıflarken, eskiye kıyasla çok daha fazla sayıda kadına dair hikayeler izlemeye başlamışken, hep ihmal edilegelmiş azınlık hikayeleri de ekranlara gelmeye başladı. Bunun en güzel örneklerinden biri, New York'da yaşayan hindistan kökenli bir oyuncu olan Aziz Ansari'nin kendi evrenini anlattığı Master of None. Çok tatlı bir mizahı olan bu dizi, ikinci sezonunda dümeni İtalya'ya kırarak bir dolce vita havasına bürünüyor.
Mrs. America 8/10
1950'lerde, 60'larda izlediğimiz Amerikan filmlerinde çizilen kadın portresi, genelde kadının toplumdaki konumu açısından oldukça ürkütücüdür. Son derece beyaz erkek egemen bu toplumda kadının yeri evinde mutfaktadır, ulaşabileceği en yüksek mertebe iyi bir ev kadını olmaktır. Günümüzde kadın, olması gerektiği noktadan hala çok uzakta olsa da, bir kıyaslama yapıldığında arada bir yerlerde bir devrim olmuş olsa gerekir diye düşünüyor insan. İşte bu dizi ABD'de feminist hareketin gerçekleştirmiş olduğu devrimi çok güzel özetliyor. Feminist hareketin önündeki en büyük engelin (tabii erkeklerin cepheye sürdüğü) muhafazakar kadınlar olması, insanlığın klasik ikilemlerinden biri. Muhafazakar kadınların liderliği rolünde Cate Blanchett yeteneğiyle parmak ısırtıyor.
Normal People 9/10
Zengin kız, fakir erkek aşkını yüz milyonuncu kez nefes almadan izlemenin temel sırrı, Daisy Edgar-Jones ve Paul Mescal özelinde müthiş bir kimya uyuşmasıyla açıklanabilir. Küçük kasabada okul futbol takımının yıldızı olmasıyla da çok popüler olan erkeğin annesi, kasabanın az dışındaki malikanede yaşayan ve okulda dışlanan "şehirli" zengin kızın evinde temizlikçi olarak çalışmaktadır. İkisi arasında başlayan romans adeta bir yasak aşk gibidir, erkek karizmayı çizdirmemek adına bu ilişkiyi açık olarak yaşamaktan imtina etmektedir. Okul bitip, büyük şehre üniversiteye gittiklerinde, bu sefer kız kendi evinde, taşralı erkek deplasmandadır. Bu klişe gibi gelen konu, o kadar incelikli ve kıvamında işlenmiş ki, dizi 500 bölüm sürse, hipnotize şekilde, aşk büyüsünü tüm hücrelerimde hissederek izlemeye devam edebilirdim.
Stateless 8/10
Günümüzde insanlığın kendinden en çok utanması gerektiği, ama ürkütücü bir umursamazlık içerisinde olduğu konulardan biri göçmen sorunu olsa gerek. Konu artık tamamen kanıksanmış durumda, ve Dünya'nın dört bir yanında yaşanan trajedi, tamamen gündem dışında. Batılı ülkelerin göçmen sorununa karşı takınmış olduğu son derece iki yüzlü tutum inanılmaz mide bulandırıcı. Kendi sömürgeciliklerinin mahvettiği, çıkarları için manipüle ettikleri ve silahlarla donattıkları diktatörlüklerin zulmünden kaçan milyonlar yollarda sürünürken, ölürken, onlara tüm kapılarını sonuna kadar kapatmalarıyla bir gün yüzleşecekler mi, hiç sanmıyorum. Eminim hala kendilerini sütten çıkmış ak kaşık, demokrasinin ve insan haklarının beşiği olarak görmeye devam edecekler. Bu noktada Stateless, kendisine denk gelen vicdanları temelinden sarsacak bir gerçek hikayeyi anlatıyor. Yolu Avustralya'ya düşen göçmenlerin, hapishaneden beter kamplara kapatılmalarını, ve hiçbir suç işlemedikleri halde yıllarca oradan çıkamamalarını anlatıyor.
The Crown 8/10
Bir kraliyet ailesinin hikayesinden bana ne diye, uzun süre izlemeye direndiğim The Crown, beni çok olumlu yönde şaşırttı. Paparazzi çerçevesinden görerek, bildiğimizi sandığımız Dünya'larının, arka planda ne kadar farklı dinamiklerle işlediğini gözler önüne seriyor bu dizi. Favori dizilerimizden Downton Abbey'in final yaptığı dönemden devralarak, onun yarattığı boşluğu çok güzel doldurdu. İlk sezonlarda Claire Foy'un canlandırdığı genç kraliçe profilini müthiş isabetli bulurken, bayrağı ondan devralan Olivia Coleman'ın fazla neşeli ve mizahi yorumunu biraz abartılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Ama o açığı Margaret Thatcher'ı canlandıran Gillian Anderson çok iyi kapattı. Aynı şekilde Elisabeth Debicki de Diana tasvirinde çok başarılı.
The Eddy 8/10
Netflix'in en "hak ettiği değeri alamayan" (underrated için daha kısa ve net bir tabir icat etmeliyiz) dizisi olduğunu düşünüyorum. Hiçbir ortamda bu diziden bahsedildiğini duymadım. Paris'te bir caz kulübü ekseninde geçen dizi, sadece muazzam müzikleri için bile izlenmeye değer. Amerikalı ve Arap iki dostun sahibi olduğu bu kulüp, işlenen bir cinayet üzerine zor bir zaman geçiriyor. Bu cinayetin eksenindeki polisiye hikayenin yanı sıra, kulübün Amerikalı sahibinin kızıyla ilişkisi odak noktasında. Pek çok yan hikayecik de mevcut, tüm bu hikayelerin ele alınış şekillerinin bir hayli dağınık olduğunu kabul etmek gerekiyor, ancak diğer yandan bu kafası karışık ruh halinin, dizinin kimyasına ve caz müziğine aykırı düşmediğini düşünüyorum.
The Queen's Gambit 8/10
Biçimsel olarak çok ana akım bir dizi olarak niteleyebileceğim bu yapım, layıkıyla yapıldığında ana akım bir eserin ne kadar değerli olabileceğini gösteriyor. Satranç gibi çerçevesi, kuralları çok belli bir oyunu, bu kadar çekici ve sürükleyici bir anlatıma baş malzeme yapabilmek gerçek bir maharet ister. Kusursuz bir sanat tasarımı ve müthiş başrolü Anya Taylor-Joy başta olmak üzere, her şey doğru yapılmış. Erkek egemen bir satranç evreninde, öksüz bir genç kızın yükselmesini ağzımız açık izliyoruz.
The Staircase 8/10
13 bölüm süren bu belgesel dizi, Michael Peterson isimli bir adamın, karısını öldürdüğü zannıyla yargılandığı, toplamda 16 yıl süren hukuki mücadelesini anlatıyor. Karısı evde merdivenden yuvarlanarak ölür, ancak bunun kazayla mı, yoksa kasıtla mı olduğu belirsizdir. Belgesel yıllar boyunca Michael'in merceğinden ilerlediğinden, seyirci olarak çok nesnel bir pencereye sahip olamayız. Ancak Michael'in biseksüelliğini ciddi bir motif olarak algılayan savcılığın, iddiasını ispatlamak için adalet sistemini sonuna kadar çarpıtması, sistemdeki yozlaşmayı gözler önüne seriyor. Michael'in masumiyeti konusunda ailenin bölünmesi, Michael'in geçmişindeki karanlık noktalar, kurgu senaryo olsaydı bu kadar çarpıcı olamazdı dedirtecek kadar diziyi sürükleyici kılıyor.
The Undoing 8/10
Defending Jacob'da, oğullarının cinayeti işleyip işlemediğini bilemeyen aile ve izleyici, bu sefer de iyi bir doktor, baba ve eş olan adamın (Hugh Grant) işlenen cinayetin faili olup olamayacağını sorguluyor. Adamın psikolog eşi rolünde Nicole Kidman, bu sefer kocasını analiz edip, her gün aynı yatağa girdiği, sarılıp uyuduğu, sevdiği adamın, olduğunu sandığını adam olup olmadığını sorgulamak zorunda kalır. Başı ve sonunu başarılı bulduğum yapımın ara bölümlerinin biraz sarktığını düşündüm, 3 bölümlük bir dizi, veya biraz uzunca bir film olabilirmiş.
Call Me By Your Name ile gönüllerimize taht kuran yönetmen Luca Guadagnino'nun bir dizi projesine imza attığını öğrenince, hemen ekran başına geçtik. İtalya'daki bir Amerikan askeri birimine atanan bir kadın komutanın, karısı ve ergen oğluyla birlikte üsse yerleşmesiyle başlıyor dizi. Oğlunun o üste kurduğu arkadaşlıklar üzerinden, günümüzün genç jenerasyonuna dair çok özgün bir yorum izliyoruz. Zamane gençlerinin benliklerini keşfederken cinselliklerini, cinsel kimliklerini sorgulama şekli, geçmişe oranla günümüzde çok farklı dinamiklerle işliyor, ve dizi bu konuyu çok cesurca odağına alıyor.
Bakiye Diziler;
Bad Banks 7/10
Beforeigners 6/10
Black Earth Rising 6/10
Blood of Zeus 8/10
Criminal: Germany 5/10
Face to Face 6/10
False Flag 7/10
Fosse/Verdon 7/10
Formula 1: Drive to Survive 9/10
Gentleman Jack 7/10
Inside No. 9 7/10
It's a Sin 6/10
MotherFatherSon 6/10
Origin 7/10
Run 6/10
Seven Seconds 7/10
The Hookup Plan 7/10
The Little Drummer Girl 6/10
The People vs OJ Simpson 8/10
The Twelve 6/10
The Witcher 7/10
Twice Upon A Time 6/10
Unorthodox 6/10
Your Honor 6/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder